Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Marguva», страница 2

Шрифт:

1

Yanlış hatırlamıyorsa Marguva’nın bir müşelden2 çıkıp buluğ çağına erdiği dönemdi. Halkın yaylaya yeni göçtüğü sıralardı. Güneşin içleri ısıttığı, büyük küçük demeden herkesin mutluluktan uçtuğu bahar günleriydi. Etraf yemyeşil çimenle kaplanmıştı. İnsan ayağı, hayvan toynağı değmeyen yerler çiçeğe durmuştu. Köyün genci yaşlısı keçe çadırını kurmuş, kısrakları bağlayıp kazanları kurarak neşe içindeydi. Kanı kaynayan genç Marguva’nın etrafına ilgisi bambaşkaydı. Mutluluğu sınır tanımıyordu. Dertsiz tasasız çağlarıydı elbette. Yaşıtlarıyla kıra çıkıp çiçek topluyordu. Geziyordu. Yaylanın tadını sonuna kadar çıkarıyordu.

Bir gün düş gördü. Kırda her zamanki gibi kırmızı çiçekleri topluyordu. Bir çiçekten bir çiçeğe heveslenip uçup konan kelebek misali, yüreği coşkuyla atıp, koşturup duruyordu. Birdenbire önüne ak elbiseli, ak sakallı bir ihtiyar çıkıverdi. Koşturarak gelen bu kızı uzaktan görmüş, özellikle kız ona yaklaşana kadar ona sevgiyle bakmış ve en sonunda da şimdi onu karşılamış gibiydi. Kız onun karşısına geldiğinde sımsıcak bir ses tonuyla kıza seslendi.

“Geldin mi kızım? Ben seni görmek için burada bekliyordum. Korkma, ben senin koruyucu iyenim. Senin baht yıldızın çok yüksek yavrucuğum. Çok yüksek, bunu iyi bil! Ona ulaşman da kolay olmayacak. Ama öyle olsa bile mutlaka ulaşacaksın. Bu uğurda hangi zorlukları görürsen gör iyilikten asla ümidini kesme. Allah sana sabır versin! Allah’ın yazdığına boyun eğ! Kiminle kara isen onunla ağarırsın…” dedi yumuşacık ve sımsıcak bir sesle. Onun alnına avuçlarını yaklaştırıp birazcık parmaklarının ucunu değdirerek belli belirsiz okşar gibiydi. Alnı bu yüzden ısınmaya başlamıştı.

Uyandığında düş olduğunu anladı. Gerçekten de alnının ısınıp yanmaya başladığını hissetti. Vücuduna değişik bir güç gelmiş gibiydi. Bedenini muhteşem bir mutluluk kaplamıştı, huzur içinde uyandı. Baktığında tan yerinin çoktan ağardığını gördü. Tündikten3 içeri sızan güneşin altın alev gibi ışığı keregenin4 başını turuncu renge boyayıp türlü türlü serap beliriyordu. Pırıl pırıl gün ışığı döşeğine vuruyordu. Gün ışığına doğru avuçlarını açıp gün ışığının altında bir süre keyifle yattı. Aklına şu demin gördüğü düşü geldi, yerinden sıçrayıp anlatmak için annesine koştu.

Onu sessizce dinleyen annesinin rengi değişmişti, bir kızarmış bir bozarmıştı. Annesinin bir süre ne yapacağını bilemeyip sessizce durakladığı dün gibi hâlâ Marguva’nın gözlerinin önündeydi.

Bir süre sonra “Yavrucuğum, gördüğün düş bir şeye işaret ediyor gibi. Şimdilik hiç kimseye anlatma. Düşler ustura gibi keskindirler, kim nasıl yorarsa öyle çıkar derler. Bu düşünü saygıdeğer, ağzı dualı bir kimseye hayırlı bir şekilde yorumlatalım.” diyerek endişe etmeye başlamıştı annesi. Yaylaya sıra sıra konan avulları dolaşıp, molla arayıp, bir süre bu işle meşgul olmuştu. Merhametli ana yüreği işte! Ana yüreği evladında, evladın yüreği sokaktadır denilen zamanlardı o zamanlar. Hele bir de annesinin böyle huzursuzlanmasına bunun bayılana kadar gülmesine ne dersin? Annesi avul avul gezip, ağzından Allah adı, elinden asası düşmediği söylenen hürmetli bir mollayı bulup, bir gün bunun kolundan tutup aceleyle o mollanın huzuruna götürüvermesin mi?

İhtiyar molla, annesinin arkasına saklanarak başını önüne eğen Marguva’nın yüzüne belli belirsiz bir göz atıp, tespihinin taşlarını şıkırdatıp, uzunca tespih çekti. Annesiyle kısa konuştu. Düşüne giren ak elbiseli, ak sakallı ihtiyara göre bu molla daha sert görünüşlüydü. Kaşı gözü kapalı olan yüzü Marguva’ya çok korkunç göründü. Üstelik kalın kaşlarının altından dik dik bakan keskin bakışları bedenini delip geçermişçesine, sırtı ter içinde kaldı. Çocuk da olsa, hoş olmayan bir şeyler duyacağını hisseder gibi heyecanlanıp kalbi hızla çarpmaya başladı. Oturduğu yerden kalkıp kaçmak istedi, ama omuzlarından tutan, ne olduğunu anlamadığı bir güç onun yerinden kalkmasına izin vermedi. Herhalde bu mollanın gücü olmalıydı.

Annesiyle başka konular hakkında konuşmaya başlayan molla bir an, bunların artık içinde bulundukları ortama alıştıklarını düşünerek sözü bunların meselesine getirdi.

“Hanımefendi, kızının kutlu bir meleği varmış. O, düşte ak sakallı ihtiyar olarak görünmüş. Korkmasın! Yine görebilir. Ona insanın iyesi denir. O herkeste olur. Fakat göze görünmez. Sadece özel kişilere görünür. İyeyi tutmak kolay değildir. Temizliğine dikkat etsin. Ala ipten atlamasın5. İyeler alıngan olur. İyesini kızdırırsa iye onu çarpar. Çok vakit geçirmeden ilk dünürcüsüne çocuğunuzu verin. Bu düşün yorumu böyledir. Bahtı ve çileyi birlikte görecek. Alnına yazılan yazı bunu söylüyor. Neticesi hayırlı olacak. İyesine sadakatli olursa Tanrı onu korur…” diyerek sözünün sonunu yutup her söylediği sözü bir varsayımla bitirdi.

Annesinin sabrı tamamen tükenip daha da beter kaygılanmaya başladı. Mollaya saygıyla bakarak bunu okuyup üflemesini rica etmişti ya o zaman. Hey gidi sevgili annesi! Mollanın okuntulu su vermesi, annesinin o suyu uzunca bir süre ona içirmesi aklında kalmıştı. Onun faydası dokundu mu, dokunmadı mı? O tarafını sadece Allah bilir. Tam o sırada bunun kafasının içinde “İye dedikleri kim?”, “Kızı vermek de ne oluyor?” gibi deli sorular dönüp duruyordu. Demin işittiği sözleri tam olarak anlayamadığı aşikârdı. Mollanın söylediği bu sözler ona çok ağır gelmişti. Kesilmiş cezasının söylenmesi gibi, titreme içinde hareketlenmişti. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu, onu huzursuz eden bu yerden çabucak kaçmak için acele etmişti.

Eve gelir gelmez önceki yıl Orınbor’dan Ahmetsaki ağabeyinin getirdiği küçücük el aynasına odaklanıp uzun uzun bakmıştı. Eğer alnına yazılmış bir yazının olduğu doğruysa onu kendisi de görmek istiyordu. Fakat açık alnında hiçbir iz yoktu, bembeyazdı. Neresinde yazı vardı? Açık ak alınlı, hilal kaşlı, kahverengi gözlü sarışın kız aynadan masumca bakıyordu. Sarışın yüzünde hafif bir kırmızılık belirmişti. İnce dudaklarının arasından inci gibi parlayan dişleri göz alıyordu. Alnında hiçbir yazı bulamadığı için öfkelenen o, büyükler söylüyorlar işte diyerek meseleyi kapatmıştı.

Mollanın söyledikleri birkaç gün onu düşündürmüştü ama daha sonra aklının ucundan bile geçmez olmuştu. Hatta tamamen unutmuştu. Yalnızca annesinin huyunda değişiklik olmuştu. Annesi bunu gözünün önünden ayırmamayı alışkanlık haline getirmişti. Kıra çıkıp çiçek topladığı günler, yaylanın tadını çıkarmalar sona ermişti. Bir yere gitmek istese annesi onun yanında ya erkek ya da kız kardeşlerini de beraberinde gönderiyordu.

“Sen artık oyun çocuğu değilsin. Yetişkin oldun, orada burada gezme, evde otur.” diyerek evden dışarı adım attırmıyordu. Dikiş diktiriyordu, oya işletiyordu, dantel ördürüyordu. Neticede hangi iş olursa olsun annesinin buna verdiği görevler bir türlü bitmez olmuştu. Acaba önceden el işleri yapmadığı zamanlarda günlerini nasıl geçiriyordu? İşte, şimdi, bütün işlerin halledilmesi onun yardım etmesine bağlıymış gibiydi. Bu huzurlu günler de çok uzun sürmemişti.

Hemen o yaz ucube mollanın açık açık söyledikleri doğru çıktı. Baganalı yurdundan bir grup insan Tanrı’nın takdir ettiği dünürüz diyerek çıkageldi. Onlar ilk defa kız istemeye gelmiş gibi değil, önceden beşik kertmesi dünürleriz diyerek, eskiden verilen sözleri dile getirip, zaten hakları olanı almaya gelmiş gibi, heybetli bir şekilde, üstelik hediyeleriyle gelmişlerdi.

Marguva şaşkınlık içindeydi. Hey gidi kızların lale gibi kısacık süren ömrü hey! Gece gündüz kırda kelebek kovalayıp, gül toplayan o, kendisi de yeniden çiçek açmaya başlamış bir zambak değil miydi? O, nazik yapılı, hayalperest, yerinde duramayan bir kızdı. Artık gerçekten de büyümüş müydü? Yüreği, boynuna hamut takılmış asi bir kısrak misali direnerek hiç durmadan endişeyle çarpıyordu.

“Bu gelenler kimdi?”, “Büyükler neye karar verdiler?” Marguva’nın duymadığı ve bilmediği çok şey vardı.

Arka döşünde yazın yaylada, kışın kışlakta huzur içinde konup göçen göçebe halk arasında adı dört bir yana yayılmış bunun Tüsip hacı dedesini bilmeyen nadirdir o dönemlerde. Bu gelen dünürlerin büyük dedeleri de Kaptagay hacı idi. İki ailenin ileri gelenlerinin makam mevkileri de zenginlikleri de birbirlerinden geri kalır değildi. Yazın yayladıkları yer olan Ulutav, kondukları ortak yerdi. Eski devirlerde birlikte yaylayıp kışlayan aileler eskiden de içli dışlı dünürlük yoluyla akrabalarmış.

Bunun daha bebekliğinde dedeleri akrabalıklarını perçinlemek için torunlarını beşik kertmesi yapmış olmalılar. Çocukların büyümelerini beklerken zamane rüzgârı farklı esti. Sahrayı karıştıran bunların bilmediği yenilikler bunlara da ulaştı. Bunların içinde korkunç olanları da az değildi. Bu gelen konukların anlattığına göre, halk zengin fakir, hoca molla olup ayrılmış, insanların arasında nifak çıkmış. Kadın eşitliği diyerek göklere çıkardıkları mesele dört bir yana yayılmış. “Başlıkparası kaldırılsın!” diyerek başlatılan kargaşa büyümüş. Vakti zamanında dualarla birbirlerine söz verenler sözlerinden cayarak dünürlük akitlerini bozanlar çıkmış. Şimdilerde sözlüsünü alamayanlar artmış gibi görünüyordu. Bütün bu meseleleri zeytin yağdan kıl çeker gibi taktiksel bir şekilde anlatan Baganalı halkının eski dünürlerinden vazgeçmek niyetinde olmadıkları, bu düşüncelerini iletmek için geldikleri anlaşıldı. Çocukları birbirlerine gösterip dünürlük akitlerini sağlamlaştırmayı uygun görmüşlerdi. Bunların düşüncelerini, gönüllerinden geçeni öğrenmek düşüncesindeydiler.

Gelin ile damadı tanıştırmaları da ilginçti. Bu mesele aklına geldiğinde Marguva hâlâ mutlu olup gülerdi. Küçük ağabeyinin çadırında damat ile onu yalnız başlarına koymuşlardı. İkisi de gencecikti o zamanlar. Birbirlerinden o kadar utanıyorlardı ki başlarını kaldırıp birbirlerinin yüzüne bakamamışlardı. Yengelerinin oturttuğu yerde yalnızca suspus oturmuşlardı. Hepsi buydu. Dillerini yutmuşlar gibi tek bir söz bile etmemişlerdi. Yalnızca göz ucuyla birbirlerine bakmışlardı. Aklında kalan tek şey, kulaklarına kadar kızaran damadın teninin iyice koyu göründüğüydü. Marguva bundan hoşlanmadı. Esmer birinin çok kızarmaktan dolayı yüzünün mora çaldığını o zamanlar Marguva nereden bilsin?

Tanıştırma merasimi bitti, iki taraf dünürlüklerini yeniden tazelemiş olmakla birlikte kız tarafı açıkça tavrını belli etmedi. Son kararlarını söylemediler ve kız vermeyi daha sonraya bıraktılar. Dünürler birbirleriyle iletişim içinde olmaya karar verip atlanıp yurtlarına döndüler. Marguva buna çok sevindi. Birileri gelip gitmişti işte. Bunun üzerinde durmaya gerek yoktu. Kızın korkuyla çarpan yüreği eskiden olduğu gibi sakinleşmişti. İçindeki ürperti gitmiş gibiydi. Neden o kadar korkmuştu ki sanki?

Orınbor’da çalışmakta olan ağabeyi Ahmetsaki tatil için memlekete döndü. Kıra kendisiyle birlikte yeni zamanın bir dünya yenilik haberlerini de getirdi. Bunların hepsini bazen ilginç, bazen korkutucu, bazen ümitli olarak anlatmıştı. Halkın ileri gelenleri hoşgeldine gelip ondan her şeyi soruyor, dost meclisi kurup sohbet ediyorlardı. Yengesine ikram faslında yardım eden Marguva da sohbet meclisine girip çıkıp onların konuştuklarına kulak kabartıyordu. Bir şeyler duymasına rağmen bu konuşulanların hepsi ona çok ama çok yabancı geliyordu.

Evin içindeki özel bir sohbette Marguva’nın fark ettiği şey: Bununla evlenmek isteyen damat adayını ağabeyi tanıyormuş, o da ağabeyi gibi Orınbor’da okuyormuş. Neden olduğunu kendisinin de anlamadığı bir şekilde merakla bu sözlerden sonra o kendine hâkim olamayarak büyüklerin sözlerine dikkatle kulak misafiri olmaya başladı. Yine başka bir sefer büyükler bir araya geldiğinde ağabeyinin “Kaptagay hacının torunu okulda başarılı. Rusların nice bilgililerinin karşısında sınavdan hiç zorlanmadan geçiyor. Eğer okulunu kısmet olur da bitirirse büyük bir adam olacağa benziyor.” diyerek güldüğünü de açık açık duydu. Yeni tarzda eğitimde çok başarılı olan delikanlının nasıl biri olduğunu geçen defa çok iyi anlayamamış olsa da ağabeyinin övgü dolu sözleri Marguva’nın hoşuna gitti, bu gence o da olumlu bakmaya başladı. Hatta yüreği pır pır ediyordu artık, iki yanağı kızarıp alev alev oldu. Bunun gibi övgü sözlerini duya duya o da söz konusu damat adayıyla evlilik meselesinden rahatsızlık duymamaya başladı.

Büyüklerin geçen defa dünürlere açıkça cevap vermeyişlerinde meğer bir hikmet varmış. Ahmetsaki ağabeyinin gelmesini bekliyorlarmış. Ağabeyi “Çocuk, iyi çocuk, amacı doğru dürüst, okumaya bilgi sahibi olmaya tutkun. İlerde yükselir. Kız verilebilir.” demiş olmalı. Ondan sonra herkes bir araya gelip kızın çeyizini hazırlama işine girişmişti.

Düşünde gördüğü ak elbiseli, ak sakallı ihtiyarın söylediği gibi, kendi dizginlerini başkasına vermesi bu olsa gerek, Marguva’nın damat adayına içi ısınıp ona karşı düşünceleri değişti. Önceden hiçbir şey hissetmezken şimdi gönlünde nazik duygular yeşermeye başladı.

Halkın yayladan göçtükleri zaman dünürler yine çıkıp geldiler. Kız tarafı, akrabalarının hepsi kız uğurlama toyunu yapıp bütün çeyizini tamamlayıp üç deveye yükleyerek yanına koyun bağlayıp uğurladılar. Akraba boy ile birlikte Ulutav’dan aşıp Sır boyuna, Baganalı yurduna doğru yola çıktı.

Daha sonra… Evet, daha sonraki ömrü taşkın ırmağın suyu altında kalan oyuk misali yok oldu. Azgın bir nehirle birlikte o da savruldu. Akıntısı kuvvetli ak derya sayısız defa yatağından taştı, sayısız defa suyu çekilip yatağında aktı. Rüzgârın götürdüğü kuru bir yaprak misali zamane esintisi ne yana doğru estiyse o da o yana doğru savruldu. Ömür ırmağı halen durmaksızın akıp gidiyor. Nerede duracağını bu güne kadar kim bilmiş ki? Ulu muhite ulaşır mı, yoksa su ayağı, ortadan kaybolur da toprak altına sinip gider mi? Bunu kim tahmin edebilir ki?

* * *

Geçende ışık hızıyla Marguva’nın aklına ne çok şey gelmişti. Her şeyin başı bir geliyor, sonra her şey siliniyor, kendisi de her şeyi karıştırmaya başlıyordu. Bütün gücünü toplayarak “Totı, hey Totı!” diye halsizce seslenerek gelinini çağırdı.

“Buraya bir gelir misin?”

Annesinin sesini işitip onun isteğini yerine getirmek için hazırda duran oğlu da Marguva’nın odasına gelin ile birlikte girdi.

“Totıcan, benim kefenlerimi hazırladın mı?” diye kesik kesik zar zor konuştu.

Gelini “evet” mi “hayır” mı diyeceğini bilemedi. “Evet” derse “Evet, artık tasasızca öbür tarafa gidebilirsin.” demek istiyormuş gibi algılanacağını düşündü. “Yok” derse annesinin ricasını kulak ardı etmiş gibi olacaktı. Cevap olarak ne diyeceğini bilemedi, duraksadı.

Onu kocası kurtardı bu defa.

“Anne, nasılsın? Noldu, babam düşüne girdi de seni mi çağırıyor? Çocuklarımın yanında olmaya devam edeyim, sen bekleyedur, acele etme demedin mi?” diyerek şaka yapmak istedi.

O, sözü uzatarak yavaşça “Gidin şura-daaan!” dedi. “O, cennetteki huri kızlarını görüp beni unutup gitti diyorum, erkenden.” Kocası hayattayken onunla uğraşıp laf dokundurarak cilve yapma alışkanlığı vardı, şimdi bir kez daha bu alışkanlığına dönüş yapıp ona laf çarpmıştı. Onun bu sözünden sonra çocukları mutlu oldular.

“Bilmiyorum… ‘Babanıza gidiyorum.’ diye geçmişte aklı ermeyen bizleri babaannemize bırakıp yayan yapalak Sibirya’ya gitmiştin ya işte…”

“Eee! O zaman başkaydı. Düş gördüğüm gerçek. Fakat düşüme babanız girmedi. Sizin babanız sadece cennete layık insandır, cennette tasasız yaşıyordur da. Düşüme iyem girdi bu gün. Öylesine girmiştir mi sanıyorsunuz? Alıp gideyim diye düşüme girmiş olmalı…” Sözün sonunda soluklanıp yorgun düştü.

Totı hemen ona yardım etti.

“Anneciğim, şimdi babaannemiz yok, bizi kime bırakıp gideceksin?” dedi oğlu şımarıklık yaparak annesinin elini avcunun içine alıp sevgiyle okşayıp yüzüne sürdü. Annesinin çok zayıfladığını o anda fark etti.

Yüzünde neşe ifadesi belirdi, kırışıklarla dolu yüzü gülümseyerek o oğluna ters ters bakıp “Kime bırakacağım? Hanımına… Senin durumun kötü olmaz. Evin huzurlu, çocukların hepsi yetişkin oldu. Medetcan’ım nap-sın?” dedi. Küçük oğlunu anınca yüzünde deminki neşeli gülüşün kırıntısı bile kalmadı, hüzünlenip dudak büzerek yüzünü duvara doğru çevirdi. “Medetcan”, “Elimdeki yükümü alan Medet’im benim!” Marguva’nın bahsettiği Medet onun küçük oğlu idi.

Koridordaki seslerden doktorun geldiğini anlayıp memnuniyetsiz bir tavır takındı. “Ah çocuklar! Boş yere çağırmışsınız. Onlar artık bana ne yapabilirler ki?”

Gelen doktor nabzını ölçtü, kalbini dinledi uzun süre onunla ilgilendi. Oğluyla uzun uzun fısıldaştı. Bir süre sonra oğlu yanına geldi.

“Anne, doktor seni hastaneye götürelim diyor. Bir süre hastanede tedavi olup dönmen iyi olur. Hemen iyileşirsin.” diyerek onun gönlünü etmeye çalıştı. “Sen gayet sağlıklıydın. Biraz tedavi olup çıkarsan sapasağlam olacağın kesin. Önümüzdeki yıl yeri yerinden oynatıp babamla senin jübilelerinizi yaparız, bak sen gör o zaman. O yüzden senin gücünü toplaman gerekli.”

Marguva belli belirsiz gülümsedi. “Siz jübileyi ümit ediyorsunuz. Oysa ben, bu gün mü yarın mı diye sersefil halde yaşıyorum.”

“Evde yatmak benim için iyi olurdu. Tedaviyi evde yapsalar olmaz mı?”

“Bunu kabul etmiyorlar.”

Marguva giyinmek için kalkmak istedi ama kalkmasına izin vermediler.

Kendine bıraksalar gitmezdi elbette. Bunu dinleyen kim? İnsanın kendi yatağında rahatça ölmesine de izin vermiyorlar. Hareket etmesine izin vermeyerek sedyeye koyup alelacele götürmeye başladılar. “Hiç olmazsa kendi ocağında, çoluk çocuğunun yanında gözlerini hayata kapayan insanın bir arzusu kalır mı hiç?” Marguva’ya gökyüzü alt üst olmuş, yer altından kayıp gitmiş gibi geldi, başı fır fır dönerek gitti. Aceleyle hızlıca taşıyarak uçuruma doğru çekip götürdüler. Yine kapkaranlık dipsiz uçurum. Uçuruma kayıp gidiyor…

Marguva’yı hastaneye hemen getiriverdiler. Getirip birçok tıbbî aletin edevatın takılı olduğu yüksek bir yatağa yatırdılar. Etrafında bir dolu beyaz önlüklü vardı. Beyaz önlüklülerin huzuru yoktu. Hepsi bir telaş içindelerdi. Bir bileğine iğne batırıp ilaç enjekte ettiler. Bir bileğine tansiyon aleti taktılar. Bunlar her geçen dakika onu daha çok rahatsız ediyordu. Tansiyonu düştü mü acaba? Kalbi de yorulmuştu. İhtiyar kalbin yorulduğu zaman gelmiş olmalı. Bir boruyu burnuna, diğer boruyu da ağzına sıkıştırdılar. Allah razı olsun, nefes alması biraz kolaylaştı. Birisi onun hareket ettiremediği parmaklarını ovuşturuyordu. Marguva bu esnada uçurumdan zar zor çıkıp yığın yığın ak bulutlar arasında sisli bir dünyada uçuyor gibiydi. Beyaz önlüklüler de bulutlar ile karışarak bununla birlikte uçuyor gibiydiler. Düşüncesi berraklaşmaya başladı. Beyaz gömlekliler yere inip yürümeye başladılar. Birisi başında durup “Gözünü aç, derin nefes al!” diye konuşup duruyordu.

“Teyzeciğim uyumayınız!”

“Uyumamanız gerekli!” diye birisi susuyor ötekisi başlıyordu.

Bu gün ne olmuştu da böyle bunun uykusuyla uğraşıyorlardı? “Peki, uyumayacaksam uyumayayım o halde. Sülalemde bile uykuya düşkün olan kimse yok zaten.” O, ezelden beri az uyurdu. Azıcık şekerleme yapıp gözlerini bir dinlendirse ona yeterdi, koşmaya hazır at gibi dipdinç dikiliverirdi hemen. Evliyaata’da halk toplanıp başka bölgeye göç ettiğinde, savaş dönemindeki pancar ekiminde uzun yıllar çalışmıştı. O dönemlerde şafak sökerken kalkması onda daha sonra da alışkanlık olmuştu. Hey gidi hey! Şimdi azıcık şekerleme yapabilir miydi acaba? O sırada azıcık içi geçer gibi oldu. Bir an olsun ona huzur verirler miydi acaba?

Demin telaşla koşturan doktorlar dağılıp ortalık sakinleşti. Bilinci açıktı. Sadece iki bileğini rahatça hareket ettiremiyordu. Bir bileğine takılan iğneden damlayan ilaç halen ona verilmeye devam ediyordu. Diğer bileğindeki aparat da onun canını yakıp rahatsızlık vermekteydi. Yanında genç bir kız oturuyordu. Kız, bunun genel sağlık durumunu ve ekrandaki zikzakları takip ediyordu. Herhalde bu ekrandaki zikzaklar onun kalp atışını gösteriyordu. Kız ara ara bunun yüzüne dikkatle bakıyordu. Azıcık kirpikleri kapanacak gibi olsa “Uyumayınız, uyumayınız!” diyerek telaşlanıyordu.

Uyusa kim bilir ne olacaktı? Bu yaptıkları doğru bir uygulama olmalı. Bunlar üniversitede altı yıl okumuyorlar mı? Bir şey biliyor olmalılar, bir şey biliyorlar ki söylüyorlar da. Marguva doktorluk hakkında bilgi sahibiydi. Onun bir oğlu ve gelini doktor olmuşlardı. Bu sebeple o doktorlara saygıyla bakardı. O, doktorları ekmeklerini helal şekilde kazanıp yiyen bir meslek grubu olarak görürdü. Oğlu Kaysar ve gelini Roza aklına geldiğinde kederlendi, gözleri yaşardı, boğazı düğümlendi. Hey gidi hey! Onlardan önce bu gitseydi de onlar bunun ardından “Ah anneciğim!” diye geride kalsalardı o zaman böyle acı çeker miydi hiç? “Ah yalan dünya! Anaya evlat acısını çektirmeseydi keşke!” Söylemeye ne hacet, insanoğlunun değil, Allah’ın dediği oluyor. Marguva fenalaştı, gözleri karardı. Hemşire koşarak gelip yastığını düzeltti, yaşaran gözlerini silerek “Her şey düzelecek teyzeciğim. Merak etmeyiniz.” dedi. Marguva “Kurban olduğum, bin yaşa! Sağ ol!” demek istedi. Fakat dili dönmedi.

Genç kız bunu sakinleştirmeye çalışarak “Bahtlıymışsınız teyzeciğim!” dedi.

Eğer onun da söz söylemeye hali olsaydı “Bunu nereden bildin?” demek isterdi.

O “Oğlunuz tam zamanında getirdi. Daha şimdi birazcık kendinize geldiniz.” dedi. Herhalde bunu teselli etmeye çalışıyordu. “Kendine gelse ne olacak? Bu saatten sonra gençleşecek değildi ya! Boş konuşuyorsunuz, boş!” diye geçirdi içinden. “Bahtlıymışsınız!” Marguva bu sözü ömründe kaç defa duymuştu acaba? En yorulduğu anda, ölümün eşiğine geldiğinde bu sözü duyması ne anlama geliyordu? Yoksa onun alnına yazılan bahtın tadı acı mıydı acaba? Bu bahtı bir kerecik olsun yakından görür müydü acaba? Marguva bu sözü kimlerden, ne zaman duyduğunu, o zaman kendisinin halinin nice olduğunu, bitip tükendiği zamanları düşünüyordu. Gerçek baht neydi? Hangisi aldatıcı, yalancı şeydi, kim bunu ayırabilirdi ki… Gerçek baht dedikleri doğruysa eğer, kalıcı olması gerekirdi. Yoksa onun da çeşit çeşidi mi vardı? Karşılaştırmalı bir dünya mı burası? Genel olarak böyle işte. Bu konuya yoğunlaşıp düşünmek niyetindeydi. Kirpikleri kapandı, gözleri yumuluverdi. Onun buna engel olmaya hali yoktu, sanki suyun içine batıyor gibiydi. Onun içinin geçtiğini fark eden hemşire kız hemen gelip yanağına hafifçe vurarak onu uyandırdı. “Dedik ya, uyumak yok!”

“Teyzeciğim güzel şeyler düşünün. Mutlu olduğunuz zamanları hatırlayın, gençlik zamanlarınızı, aşklarınızı aklınıza getirin.”

“Aaa! Tövbe estağfurullah. İnsan bir o yana bir bu yana gidip iki dünya arasında huzursuz bir şekilde yatarken ‘aşk”tan bahsediyor bana.” Marguva aşkı unutalı onca zaman olmuştu ki… “Peki, düşünmem gerekiyorsa düşüneyim bakalım…”

2.Müşel: On iki hayvanlı Türk takvimine göre her on iki yıllık devre bir müşel olarak adlandırılmaktadır.
3.Tündik: Keçe çadırın tepesinden güneşin girmesine ya da dumanın çıkmasına yarayan açık kısım.
4.Kerege: Keçe çadırın ahşaptan portatif iskeleti.
5.Ala ipten atlamak tabiri Kazaklarda birinin hakkı olana el uzatmak, birine saygısızlık yapmak gibi anlamlarda kullanılır.

Бесплатный фрагмент закончился.

55,83 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
01 августа 2023
Объем:
1 стр. 3 иллюстрации
ISBN:
978-625-99795-5-7
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают