Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Kelile ve Dimne», страница 2

Шрифт:

Dostluğu bu derece derinden duyan, dostundan mahrum olmaktansa kendi hayatını feda etmeyi göze alan adam, yalnız bu fıkrasıyla, menkıbesiyle ölmeyen bir sima olmaya layık değil mi?

Arap nesrinin bir şehriyârı olan Cahiz, belki onun bu hâlini göz önüne alarak der ki:

“Alicenap, kahraman ve güzel bir adamdı!”

Nihayet İbnü’l Mukaffa hakkında şu hükümle karşılaşıyoruz:

“Dört kişi vardır ki İslam âlemi her birinin kendi vadisinde eşini görmemiştir. Bunlar: Halil, İbnü’l Mukaffa, Ebu Hanife ve Fezarî’dir.”15

İşte bu defa eserini Türkçeye çevirdiğimiz ölmez adam budur. Ve biz bu eseri Türk halkına sunmakla derin bir haz duyuyoruz.

Ömer Rıza Doğrul

BİRİNCİ BÖLÜM

ASLAN VE ÖKÜZ

Kral Debşelim, filozof ve Brahmanlar başı Beydeba’ya dedi ki:

“Bana, yalancı ve düzenbaz birinin araya girmesiyle sevgileri sona eren, aralarında kin ve düşmanlık baş gösteren iki dostun hâlini bir örnek ile göster.”

Beydeba da şu cevabı verdi:

“İki dost, aralarına yalancı, düzenbaz birinin girmesi gibi bir felakete uğrarlarsa çok geçmeden araları bozulur ve birbirlerinden yüz çevirirler.” Bunun bir örneği şudur:

Evvel zaman içinde Destavend taraflarında yaşlı bir adam vardı ki üç evlat sahibi idi. Bunlar yetiştikten sonra babalarının servetine dadandılar ve bu serveti yemeye başladılar. İş güç sahibi olmadıkları için kendilerine hayırları dokunmuyordu. Babaları bunları bu hâlleri yüzünden azarladı. Onlara bu yanlış yoldan dönmek için öğüt vererek dedi ki:

“Oğullarım, dünya adamı üç şey peşinde koşar ve bunları ancak dört şeyle elde eder. Peşinde koşulan üç şey: Geçim bakımından geniş elli, insanlar arasında yüksek mevkili ve ahiret için hazırlıklı olmaktır. Bunları edinmek için lazım olan dört şey: Parayı en güzel yoldan kazanmak, kazanılan şeyi güzelce korumak, sonra onu meyvelendirmek, sonra da yaşamaya yarayacak, akrabayı ve arkadaşları sevindirecek tarzda harcamak ve böylece kazanılan şeyden ahirette de faydalanmak. Bunlardan birine saygı göstermeyen kimse dileğine varamaz. Çünkü para kazanmazsa geçinmek için bir şey bulamaz. Para kazanır da parasını korumazsa para elden gider ve yoksulluk baş gösterir. Parayı bir kenara kor da işletmezse az yemekle beraber hazırdan yemek yüzünden para, çarçabuk biter. Nasıl ki sürme, ancak milin uçlarına gelen miktarda alındığı hâlde süratle biter. Sonra para, harcedilmesi gereken yolda harcedilmez, konması yaraşan yere konmaz, haklı olana verileceğine haklı olmayana verilirse insan yine parasız kalır, fakirden farksız olur ve bu hâller parasının, birtakım sebepler yüzünden bitmesine karşı gelmez. Para, içinden su akan su yolu gibidir. Su yolunun ve su artıklarının bir çıkar yeri, fazla suları sarf edecek hava payı bulunmazsa harap olur. Çünkü birçok yerlerden sular sızar, belki bir yerden patlak verir ve bu yüzden sular boşuna akar.”

Yaşlı adamın bu sözleri oğulları üzerinde tesir etti. Onlar da bu sözlerin doğru olduğunu anlayarak ona göre harekete karar verdiler. Çocukların en büyüğü, adı Meyyun olan bir ülkeye hareket etti. Yolda, çamurlu olan bir yerden geçiyor ve arabasını birinin adı Şetrebe, diğerinin adı Bendebe olan iki öküz çekiyordu. Şetrebe, buralarda çamura batmış, sahibi ile arkadaşları onu çamurdan kurtarmak için takatleri kesilinceye kadar uğraştıkları hâlde muvaffak olamamışlardı. Bunun üzerine sahibi, yolundan kalmamaya karar vermiş ve Şetrebe’yi gözetleyecek bir arkadaşı yanında bırakarak çamurların kuruması ve hayvanın kurtulması üzerine peşinden gelmesini ve kendisine yetişmesini söylemişti. Geride bırakılan adam, burada gecelemekten sıkıldığı ve bu yeri ıssız bulduğu için öküzü bırakarak arkadaşlarına katılmış ve öküzün öldüğünü anlatarak demişti ki:

“Ecel geldi mi ve müddet bitti mi, ölümden sakınmak için yapılan her şey boştur, belki insanın başına bela olur. Nasıl ki adamın biri yırtıcı hayvanlar yüzünden tehlikeli olan bir yerden bile bile geçmiş ve bir müddet yürüdükten sonra kurtların en azılılarından biri karşısına çıkmıştı. Adamcağız kurdun kendisine doğru yürüdüğünü görerek korkmuş, kurttan korunmak için sağa sola bakmış ve bir vadinin ötesinde bir köy görmüştü. Adamcağız bunu görür görmez hemen o tarafa koşmuştu. Fakat köyü, bulunduğu yerden ayıran derenin üzerinde bir köprü bulamamış ve kurdun kendisine yetişmek üzere olduğunu görmüş. Bu durum karşısında iyi yüzme bilmediği hâlde kendisini dereye atmış. Köy halkından birkaçı tarafından görülmemiş ve imdadına yetişilmemiş olsaydı az kaldı batacak ve boğulacakmış. Fakat köy halkı yetişmiş ve onu ölmek üzere iken kurtarmışlar. Bu adam, köy halkı arasında bulunduğuna bakarak kurt gailesinden kurtulduğuna inandıktan sonra vadinin bir kıyısında tek başına duran bir evi görmüş, bari şu eve gireyim de dinleneyim demiş ve bu eve doğru giderek içeri girmiş. Fakat içeri girdiği zaman bir sürü hırsızın, yolunu kestikleri bir tacirin malını paylaşmakla ve kendisini öldürmek için bahaneler aramakla meşgul olduklarını anlamış. Bu manzara karşısında hayatının tekrar tehlikeye girmesinden korkan bu adam hemen köye dönmüş ve uğradığı kalp çarpıntısı ve yorgunluktan dinlenmek için bir duvara yaslanarak oturmuş. Fakat yaslandığı duvar üzerine yıkılmış, o da ölmüş…”

Öküzün sahibi de bu hikâyeyi dinledikten sonra:

“Haklısın, ben de bu hikâyeyi işitmiştim!” demişti.

Öküze gelince, içine battığı çamurlardan kurtularak gide gide yemyeşil, suyu ve otu bol bir yer bulur, burada yiye içe semizleşir ve rahata kavuşur. Şetrebe burada böğürüyor ve gittikçe sesi yükseliyordu. Meğer ona yakın bir koruda, bu bölgenin hükümdarı olan ünlü bir aslan bulunuyor ve emrinde bir sürü canavarlar, kurtlar, çakallar, tilkiler, parslar ve kaplanlar bulunuyormuş. Bu aslan, kendi düşüncesi ile hareket eder, arkadaşlarından hiçbirine bir şey danışmazmış. Aslan, öküzün bağırmasını işitince içine korku girmiş. Çünkü daha önce ömründe öküz görmemiş ve öküz böğürtüsü işitmemişti. Bu yüzden yerinde oturup bir yere gitmiyor ve hiçbir işe bakmıyordu. Ordusu onun yiyeceğini bulup getiriyordu. Onunla beraber olan yırtıcı hayvanlar içinde iki çakal vardı ki birinin adı Kelile, diğerinin adı Dimne idi; ikisi de zekâ, bilgi ve ilim sahibi idiler.

Bir gün Dimne, kardeşi Kelile’ye dedi ki:

“Kardeşceğizim, şu bizim aslana ne oluyor ki yerinden kımıldamıyor ve bir yere çıkmıyor?..”

Kelile cevap verdi:

“Sana ne? Bu işe karışmak bize düşer mi? Biz hükümdarımızın kapısında yaşayan kimseleriz. Onun dilediğini yapar, dilemediğinden yüz çeviririz. Sonra biz, hükümdarların sözü ile uğraşacak, onların işleriyle ilgilenecek kimseler miyiz? Onun için dilini tut ve bil ki her kim kendisine ait olmayan bir işe ve söze karışırsa maymunun dülgerden bulduğunu bulur.”

Dimne sordu:

“O nasıl oldu?”

Kelile de anlattı:

“Derler ki: Maymunun biri bir dülgerin bir ağaç üstüne binerek onu kestiğini ve bir arşın kadarını kestikçe içine bir kama soktuğunu görür. Bu manzara hoşuna giderek seyre dalar. Dülger, bir aralık başka bir iş görmek için gidince maymun da kalkar, kendisine ait olmayan bu işe burnunu sokarak dülger gibi ağacın üstüne biner fakat sırtını kamanın bulunduğu yere verir ve yüzünü öbür tarafa çevirir; kuyruğu da açık olan yarığın içinde sallanır. Bunun farkında olmayan maymun kamayı çıkarır çıkarmaz ağacın yarığı kuyruğunun üzerine kapanır, o da duyduğu acıdan bayılacak hâle gelir. Bu sırada geri dönen dülger, maymunu bu hâl üzere görünce ona dayak atmaya başlar ve maymunun dülgerden yediği dayak, kuyruğunun kısılması yüzünden çektiği acıdan kat kat beter olur.”

Dimne dedi ki:

“Haklısın kardeş! Fakat bil ki hükümdarlara yaklaşan her kimse, sırf karnını doyurmak için yaklaşmaz. Belki dostları sevindirmek ve düşmanları kahretmek için yaklaşır. İnsanlar içinde azla sevinen ve bir lokma ile kanan korkaklar, kupkuru bir kemik parçası bulup sevinen köpeğe benzerler. Erdemli ve insanlıkla dolu olanlarsa azla kanaat etmezler ancak layık oldukları ve kendilerine de layık olan yere yükselmek ve kavuşmak isterler. Bunlar o aslan gibidir ki bir tavşanı bırakır ve deve yavrusunu pençesine düşürür. Görmüyor musun ki köpek, kendisine bir lokma atılıncaya kadar kuyruğunu oynatıp durur. Fakat kuvvet ve kudret sahibi olarak tanınan fil, kendisine yemi verildiği zaman, yüzü okşanmadan ve kendisine türlü türlü sevgiler gösterilmeden yemini yemez. Kim ki servet sahibi olarak yaşar, akrabasına ve dostlarına iyilik ederse kısa bir ömür sürmekle beraber uzun ömürlü sayılır. Darlık, yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşayan, kendisini de başkalarını da sıkan kimseye gelince mezara girenler bile onlardan daha canlı sayılır. Yalnız karnını doyurmak için uğraşarak bununla kanaat eden ve daha ilerisine bakmayan kimse hayvanlardan sayılmaya layıktır.”

Kelile dedi ki:

“Senin ne demek istediğini anladım. Sen gene düşün ve bil ki her insanın kendine göre bir mevkisi, bir değeri vardır. Layık olduğu mevki ile kanaat etmesi icap eder. Bizim ise şimdiki hâlimizi hor görmeye sebep yoktur.”

Dimne şu cevabı verdi:

“Mevki dediğimiz şey, insanların çalışmasına bağlı ve insanlar arasında bu bakımdan birtakım savaşlara sebep olan yahut aralarında bir denkleşme sağlayan bir şeydir. İnsan çalışması sayesinde küçük mevkiden yüksek mevkiye varır. Tembel bir kimse, kendisini yüksek mevkiden alçak mevkiye düşürür. Şerefli mevkiye yükselmek güç olduğu hâlde yüksekten düşmek çok kolaydır. Nasıl ki ağır bir taşı yerden kaldırıp sırta yerleştirmek güçtür. Fakat sırttan indirip yere koymak kolaydır. Bize gereken bizden üstün olan mevkilere göz dikmek ve bunu gayretiyle istemektir. Biz bir mevkiden bir mevkiye geçebileceğimize göre ne diye kendi mevkimize kanaat edelim?”

Kelile buna karşı:

“O hâlde ne düşünüyorsun?” dedi.

Dimne de:

“Ben, bu fırsattan faydalanarak aslanla konuşmak istiyorum. Çünkü onun kafaca zayıf olduğunu görüyorum. Belki bu sayede kendisine yaklaşır, onun yanında bir mevki ve makam sahibi olurum.” dedi.

Kelile sordu:

“Aslanın bu işte şaşırmış olduğunu nereden anladın?”

Dimne cevap verdi:

“Bunu hissimle, düşüncemle kavradım. Fikir sahibi olan insan, arkadaşının dış görünüşünden ve bu dış görünüşün verdiği ipuçlarından hakiki hâlini ve içyüzünü anlar.”

Kelile gene sordu:

“Sen, aslanın dostlarından olmadığın ve aslana nasıl hizmet edilmesi lazım geldiğini bilmediğin hâlde aslanın yanında mevki sahibi olmayı nasıl umuyorsun?”

Dimne anlattı:

“Kuvvetli ve kudretli olan adam, yük taşımaya alışık olmasa da en ağır yükü taşıyabilir. Zayıf adam ise hamal da olsa yük taşımaktan âciz kalır.”

Kelile buna karşı:

“Hayvanların kralı, meclisinde bulunanlar içinde ahlak sahibi olanları aramaz, belki yakınlarına iltifat eder. O hâlde aslanın yakınlarından olmadığın hâlde onun yanında mevki sahibi olmayı nasıl umuyorsun?” dedi.

Dimne de şu cevabı verdi:

“Söylediğin sözlerin hepsini anladım ve düşündüm. Doğru söylüyorsun. Fakat hakkı olmadığı hâlde aslana yaklaşan ve onun meclisinde mevki sahibi olan kimse, uzak kaldıktan sonra yaklaşan kimse gibi değildir. Ona yakın olan kimselerin hakkı gözetilir ve bunlara saygı gösterilir. Ben de çaba harcayarak bunların mevkisine benzer bir mevki elde etmeye çalışacağım. Padişaha yaklaşmak isteyen kimsenin evvela gurursuz olması, eziyete katlanması, kızdığını belli etmemesi, herkese karşı yumuşak davranması icap ettiği ve bunları yapan kimsenin muradına ereceği söylenmektedir.”

Buna karşı Kelile:

“Diyelim ki aslanın yanına vardın. Başarmak için elinde ne var? Neyle onun yanında mevki sahibi olmak ve göze girmek istiyorsun?” dedi.

Dimne şu cevabı verdi:

“Ona yaklaşır ve huyunu öğrenirsem suyuna göre gider, ona karşı gelmemeye dikkat eder, doğru bir şey isterse onun doğruluğunu belirtir; onun üzerinde durmasını sağlar, ondaki iyiliği ve faydayı gösterir, o doğru şeyi yapması için her türlü teşvikte bulunur ve onu gerçekleştirerek sevinç duyması için çalışırım. Yahut zarar getirmesi ve şerefsizliğe sebep olabilecek bir şeyi yapmak isterse zararı ve şerefsizliği ve bunu yapmamaktaki fayda ve iyiliği belirtirim. Böylece aslanın yanında mevkimin yükselmesini ve başkasından görmediklerini bende görmesini ümit ediyorum. Bilgili ve yumuşak davranmasını bilen adam, bir hakkın değerini vermemek yahut bir yanlışı haklı göstermek isterse duvarlar üzerine resimler yapan ve bunları dışarı aksediyormuş yahut içeriye giriyormuş gibi gösteren hünerli ressam gibi hareket eder. Bu yüzden aslan beni anlar ve iyi düşündüğümü görürse beni ağırlar ve biz de kendisine yaklaşırız.”

Buna karşı Kelile:

“Şunu da söylesen bunu da söylesen…” dedi. “Aslana yaklaşmandan korkarım, onun dostluğu tehlikelidir. Diyorlar ki: Üç şey var ki bunlara ancak ahmaklar cüret eder ve bunlardan çok az kişi kurtulur. Bunlar: Padişaha arkadaş olmak, kadınlara güvenmek, tecrübe için zehir içmektir. Bilginler, devleti, güçlükle tırmanılır fakat güzel meyve ağaçlarla, kıymetli mücevherlerle, faydalı otlarla; bununla beraber yırtıcı aslanlarla, kaplanlarla, kurtlarla, korkunç ve zararlı her şeyle de dolu olan dağa benzetirler. Bu dağa tırmanmak çok güçtür fakat bu dağda yerleşmek daha çok güçtür.”

Dimne cevap verdi:

“Haklısın! Fakat tehlikelere dizgin vurmayan kimse de hiçbir meramına eremez. Kendisini, muradına erdirecek bir işi, korunabileceği bir korku yüzünden bırakan kimse de hiçbir büyük iş başaramaz. Deniliyor ki: Her şeyden fazla üç şey ancak yüksek bir gayretin, büyük bir düşüncenin yardımı ile elde edilebilir. Bunlar: Hükümdarla dost olmak, deniz ticaretine çıkmak ve düşmanla uğraşmaktır. Bilginler, iyi huylu ve ergin kimsenin ancak iki yerde görülebileceğini ve ancak bu iki yere layık olduğunu söylüyorlar. Bunlardan biri, hükümdar yanında ağırlanmak yahut zahitlerle birlikte ibadetle meşgul olmaktır. Nasıl ki bir file de ancak iki yerden biri yakışır. Ya vahşi bir hâlde yaşamak yahut hükümdarların bineği olmak.”

Bunun üzerine Kelile:

“Öyle ise Allah seni yapacağın işte başarılı eylesin!..” dedi.

Dimne de kalkıp gitti. Aslanın yanına girdi; yüzünü yerlere sürerek selam verdi.

Aslan yanında bulunanlara dönerek:

“Bu kim?” diye sordu.

Bunlardan biri:

“Bu filan oğlu filandır!” dedi.

Aslan:

“Evet, babasını tanırdım!” dedi.

Sonra Dimne’ye dönerek sordu:

“Nerelerdesin?”

Dimne cevap verdi:

“Efendimizin kapısında bulunuyor ve kafamla, gücümle efendimize yardım için imkân verecek bir işin çıkmasını bekliyorum. Çünkü hükümdarların kapısında, gözde olmayan kimselerin de yardım edebileceği işler çıkabilir. Nitekim bu kapıda duran hiçbir kimse küçük görülmez. Herkesten, kendi kudretince faydalanmak mümkündür. Hatta yere atılan bir çöp bile işe yarar ve onu yerden kaldıran adam icabında kullanmak üzere bir tarafa saklar.”

Aslan, Dimne’nin bu sözlerini dinledi ve beğendi. Kendi kendine, “Galiba bize vereceği bir nasihat veya anlatacağı bir düşünce var.” diyerek meclisinde hazır bulunanlara:

“Bazı kimseler, zekâ ve asalet sahibi oldukları hâlde bu meziyetleri tanınmaz ve bu yüzden mevkileri yükselmezse de bunların yetenekleri, kendilerini mutlaka ileri sürmek ister ve içlerindeki yükselme arzusu üflendikçe alevi şiddetlenen bir ateş gibi yanar.” dedi.

Dimne, aslanın kendisinden hoşlandığını anlayarak dedi ki:

“Ey hükümdar, halkınızın kapınızda bulunmalarının sebebi, geniş bilgilerini tanıtmak ümididir. Denildiğine göre, iki şeyde insanlar arasındaki üstünlük dikkate değer. Birincisi cenk adamının cenk adamına, ikincisi ilim adamının ilim adamına üstünlüğüdür. Yardımcılar denenmemiş kimseler olurlarsa onların çokluğu, belki de iş bakımından zararlı olur. Çünkü iş, yardımcıların çokluğu ile değil belki bunların özlülüğü ve yararlığı ile yürür. Yoksa yardımcıların çokluğu, kendini öldüresiye bir taş taşımaktan ve bu taşa bir değer bulamamaktan farksızdır. Ağaç gövdelerine muhtaç olan kimse, ağaç dallarının çokluğundan faydalanamaz. Onun için siz de ey hükümdar, derecesi küçük olan bir kişinin sahip olduğu meziyeti azımsamamak ve küçümsememek mevkisindesiniz. Çünkü küçük, büyüyebilir. Onun bu hâli, yay yapmak için ölülerin cesedinden alınan kiriş gibidir. Kiriş, ölülerin cesedinden alınan hor bir şey olduğu hâlde yaya gerildikten sonra mevkice yükselir ve hükümdarların eline geçerek kuvvetlerini göstermek ve eğlenmek için kullanılır.”

Dimne bunları söyledikten sonra, hükümdarın iltifatını kazanmış olmasının yalnız düşüncesinin kuvvetinden ve yeteneğinin yüksekliğinden ileri geldiğini yoksa aslanın babasını tanımış olmasından ileri gelmediğini anlatmak isteyerek sözüne şu şekilde devam etti:

“Hükümdar, insanları babalarını tanımak ve onlara vaktiyle mevki vermiş olmak yüzünden, kendisine yaklaştırmaz yahut babalarının kendisinden uzak kalmış olmaları dolayısıyla da onları kendinden uzaklaştırmaz. Belki her adamını dener ve onun ayarını tanır. İnsanın kendisine en yakın yeri, kendi gövdesidir. Gövdesi içinde ise kendisine zarar verecek hastalıklar bulunabilir, hastalık ise ancak tedavi ile giderilir.”

Dimne’nin sözlerini bitirmesi üzerine aslan bu sözleri son derece beğenerek ona çok güzel cevap verdi ve daha fazla sevgi gösterdi. Sonra meclisinde hazır bulunanlara şöyle dedi:

“Hükümdara gereken, hak sahibi olanların hakkını tanımazlık etmemektir. İnsanlarsa bu bakımdan iki çeşittir: Biri huysuzdur. Ve öyle bir yılan gibidir ki üzerine bir kere basılır da adamı sokmazsa adamın buna kanarak yılana bir kere daha basmaması gerçekleşir. Çünkü bir kere daha basarsa yılan da onu sokar. Biri de yumuşaktır ve soğuk sandal ağacı gibidir. Fakat bu ağacı da fazla ovarsanız zarar verici bir sıcaklık verir.”

Daha sonra Dimne, aslanla dost oldu. Onunla baş başa vererek görüşmeye başladı. Dimne bu fırsatların birinden faydalanarak aslana dedi ki:

“Hükümdarın bir yerde oturup dışarı çıkmadığını görüyorum. Bunun sebebi ne olabilir?”

İkisi bu yolda konuşuyorlar iken Şetrebe, şiddetle böğürmeye başladı. Bu böğürme aslanın üzerinde tesir etmekle beraber, aslan hâlini açığa vurmak ve Dimne’ye göstermek istemedi. Fakat Dimne bu sesin aslanı korkuttuğunu ve içine tesir ettiğini anlayarak sordu:

“Bu sesi işitmek hükümdarı rahatsız etti mi?”

Aslan da:

“Bundan başka bir şeyden rahatsız olmuyorum!” dedi.

Dimne:

“Fakat hükümdarın bir tek ses yüzünden yerini bırakması gerekmez. Çünkü bilginler: ‘Her sesten korkmak doğru değil.’ demişlerdir.” dedi.

Aslan sordu:

“Bunun temsili nedir?”

Dimne de anlattı:

“Tilkinin biri, bir ormana dalar. Meğer bu ormanın içinde bir ağacın üzerinde asılı duran bir davul varmış. Rüzgâr estikçe ağacın dalları davula çarpıyor, ortalığı müthiş bir ses kaplıyordu. Tilki sese bakarak bu tarafa doğru gider ve karşısında iri yarı bir şey görür. Bunun, mutlaka et ve yağ ile dolu olduğuna hükmederek davulu ele alır ve onu yarıncaya kadar uğraşır. Yardıktan sonra içinin bomboş olduğunu görünce: ‘Anlaşılan en yüksek sesli ve en iri gövdeli olanlar, içi kof olan şeylerdir!’ der.

Bu temsilden maksadım, sizi korkutan bu sesin sahibi ile karşılaştığımız takdirde, kendisinin sesinden daha çok ehemmiyetsiz olduğunu göreceğinizi söylemektir. Aslan arzu ederse kendisi beni bekler, ben de kalkar giderim ve ona bu sesin sahibi hakkında haber getiririm.”

Aslan razı oldu; Dimne de kalkıp o sesin geldiği tarafa gitti.

Dimne, gide gide Şetrebe’nin bulunduğu yere vardı. Fakat aslan, Dimne’nin gitmesi üzerine biraz düşünerek onu gönderdiğine pişman oldu ve kendi kendine şöyle dedi:

“Dimne’ye emniyet etmek ve sırrımı ona açmakla isabet etmedim. Çünkü Dimne, benim kapımda iltifat görmeyen kimseler arasında idi. Bir kimse, kabahat işlemediği, devlet nezdinde kendisini düşürecek bir vaziyet almadığı, ihtiras ve açgözlülük ile tanınmadığı yahut bir zarar ve sıkıntıya uğrayıp yardım görmediği, cezasından korktuğu bir suç işlemediği yahut kendisine faydası ve devlete zararı dokunacak bir şey peşinde koşmadığı, kendine faydalı olmasını umduğu bir şeyin zarar getirmesinden korkmadığı yahut devletin dostuna düşman ve düşmanına dost olmadığı hâlde uzun uzadıya iltifattan yoksun kalan bir adama birdenbire inanmamak ve güvenmemek gerektir. Dimne ise bir dâhi ve edip olduğu hâlde devlet kapısında iltifat görmeyen hatta hor görülen bir kimse idi. Belki de bu yüzden bana karşı kin gütmektedir. Bu yüzden belki bana ihanet eder, düşmanıma yardımda bulunur ve ona benim kusurlarımı anlatır. Belki de bu düşmanı benden kuvvetli bularak onunla birleşmeye özenir ve benden ayrılır.”

Aslan böyle düşündükten sonra yerinden kalkıp dolaştı ve Dimne’nin, geri dönmekte olduğunu görerek hoşnut bir gönül ile yerine döndü.

Dimne, aslanın yanına girince aslan dedi ki:

“Ne yaptın, ne gördün?”

Dimne de anlattı:

“Bir öküz gördüm. Böğüren o imiş. İşittiğimiz ses onun sesi imiş.”

Aslan sordu:

“Kuvveti nasıl?”

Dimne cevap verdi:

“Kuvveti yok. Yanına yaklaştım ve kendi dengimle konuşur gibi konuştum, muhavereler yaptım. Bana hiçbir şey yapamadı.”

Aslan anlattı:

“Onun bu hâline aldanma ve onu küçümseme! Çünkü en kuvvetli rüzgâr, otlara kıymet vermez. Fakat hurmaların en uzununu ve ağaçların en kuvvetlisini devirir.”

Dimne anlattı:

“Ondan yana asla endişe etmeyin ve onu büyük bir şey sanmayın. Ben, onu size getirir, sizi dinleyen ve emrinize boyun eğen kullarınız arasına katarım.”

Aslan:

“Pekâlâ, dilediğini yap bakalım!” dedi.

Dimne, hemen öküzün yanına gitti, zerre kadar korkmadan ve aldırmadan dedi ki:

“Aslan beni, sizi yanına götürmek üzere gönderdi. Bana şu emri verdi: Hemen itaat eder ve yanına gidersen şimdiye kadar huzuruna gitmek hususunda gösterdiğin kusuru affedecek. Şayet gecikir ve karar vermezsen hemen geri dönüp vaziyeti kendisine bildireceğim.”

Şetrebe sordu:

“Seni bana gönderen bu aslan kim? Nerededir ve ne hâldedir?”

Dimne anlattı:

“Bu aslan buradaki yırtıcı hayvanların kralıdır ve şurada oturur. Emrinde şu kadar asker vardır.”

Şetrebe, aslan ile yırtıcı hayvanlardan bahsolunması üzerine korktu ve dedi ki:

“Sen bana dokunulmayacağına dair ant verirsen seninle beraber hemen giderim!”

Dimne, öküzün kabul edeceği andı hemen verdi. Öküzü yanına alarak aslanın huzuruna götürdü. Aslan, öküze çok iyi davrandı. Yanına yaklaştırdı ve ona buralara ne zaman, nasıl ve niçin geldiğini sordu. Şetrebe de başından geçenleri anlattı. Aslan ona:

“Burada benimle kal. Bana arkadaş ol. Ben seni ağırlarım!” dedi.

Öküz aslana dua etti ve onu övdü.

Sonra aslan gittikçe öküzü daha çok ağırladı, kendine yaklaştırdı, sırlarını ona emanet ederek her işi ona danışmaya başladı. Gün geçtikçe öküze karşı hayranlığı artıyor, iltifatı çoğalıyor, onu kendisine yaklaştırdıkça yaklaştırıyor; bu sayede öküz, onun en yakın dostu oluyordu.

Dimne, öküzün herkes içinde aslanın en yakın dostu olduğunu, aslanın her şeyi ona danıştığını, onunla baş başa verip konuştuğunu, eğlencelerinde onunla düşüp kalktığını görünce öküzü fena hâlde kıskandı. Ona karşı derinden kin bağlayarak kardeşi Kelile’ye şikâyette bulundu ve dedi ki:

“Görüyor musun kardeşciğim? Ne kadar budalaca hareket ederek kendime neler ettiğimi!.. Aslana yaranayım derken kendimi ihmal ettiğimi ve aslanın yanına bir öküz getirerek kendi mevkimi kaybettiğimi gördün mü?”

Kelile de şu cevabı verdi:

“Zahidin başına gelen senin başına gelmiş!”

Dimne sordu:

“Zahidin başına ne gelmişti?”

Kelile anlattı:

Derler ki zahidin birine padişahlardan biri muhteşem bir elbise vermiş. Hırsızın biri bunu görmüş, “Şunu zahidin elinden alayım.” demiş. Bunun üzerine zahide giderek demiş ki:

“Ben sana arkadaş olmak, senin bildirdiklerini öğrenmek ve senin ilminle hareket etmek istiyorum.”

Zahit de:

“Pekâlâ!” diyerek onu yanına almış.

O ne yapıyorsa hırsız da aynını yapmış, üstelik zahide hizmet etmiş. Bunun neticesi olarak bir gün hırsız, elbiseyi alıp sıvışabilecek hâle gelmiş ve alıp götürmüş.

Zahit elbiseyi arayıp bulamayınca arkadaşının bunu alıp götürdüğünü anlar, onu bulmak için şehirlerin birine doğru yürür. Zahit yolda iki yaban keçisinin boynuz boynuza vuruştuklarını görür. İki keçinin vuruşa vuruşa kanları akar. Bu kanları gören bir tilki gelir, kanları yalamaya başlar. Tilki bu kanları yalayıp duruyorken dövüşen iki yaban keçisi adım adım onun kanları yaladığı yere varır ve tilki ikisinin boynuzları arasında kalarak bu çarpışmanın kurbanı olur!

Zahit, bu manzarayı gördükten sonra gide gide şehre girer fakat gece kalmak için bir kadının evinden başka bir yer bulamaz. Buraya iner ve misafir edilmesini ister. Meğer bu kadın, bazı genç kızları fuhşa sevk ederek geçinmekte olan bir ahlaksız imiş. Ev sahibi kadının ücret mukabilinde çalıştırdığı kızlardan biri, eve gelenlerden genç bir adamla sevişiyormuş. Fakat bu hâl, ev sahibi kadının kazancına engel olduğu için, zahidi misafir ettiği gece bu genci öldürmeye karar vermişti. Bu adam, her vakit gibi gelince ona içki verirler; adam sarhoş olarak sızar; genç kadın da yanı başına yatar. İkisi de uykuya iyiden iyiye dalınca ev sahibi kadın, erkeğin ağzına üflemek üzere bir kamışın içine koyduğu zehri alır, adamı öldürmek için yanına yaklaşır. Fakat tam zehri üfleyeceği anda adam birdenbire aksırır, zehir kadının boğazına kaçar ve kadın oraya düşerek ölür.

Zahit bütün bunları gözüyle görüyor ve kulağıyla işitiyordu.

Bunları gördükten sonra kalkar, başka bir ev bulmak ister ve bir eskicinin evinde misafir olur. Bu adam karısını çağırarak:

“Bu zahit adama bak. Kendisini ağırla, hizmetinde bulun! Ben bir arkadaşım tarafından içkiye davet olundum, oraya gideceğim!” der ve kalkıp gider.

Meğer kadının bir dostu varmış, hacamatçılık ile geçinen bir adamın karısı da bunların arasında aracılık ediyormuş. Eskicinin karısı, hacamatçının karısına haber göndererek:

“Kocam içki içmek için bir arkadaşının evine gitti. Her hâlde sarhoş olarak dönecektir. Dostuma haber ver, hemen gelsin, sen de ayrıca gel.” der.

Kadının dostu gelir, kapının önünde oturarak içeri girmek için izin bekler.

Bu sırada eskici gelerek herifi görür ve hâlinden şüphelenerek hiddet içinde karısının yanına girer, karıyı fena hâlde döver, sonra evin bir direğine bağlayarak yatağına girip sızar.

Bu sırada hacamatçının karısı gelerek kadına, dostunun uzun uzadıya beklediğini ve içeri girmek için izin istediğini söyler. O da der ki:

“Dilersen ve bana iyilik etmek istersen beni çözersin, ben de seni yerime bağlarım, dostuma gider ve süratle dönerim.”

Hacamatçının karısı razı olur. Kadını çözer, o da dostuna gider, kendisi onun yerine bağlı durur.

Fakat eskici, karısının dönmesinden evvel uyanarak karısına seslenir ve adıyla çağırır. Hacamatçının karısı cevap vermez ve herifin sesini tanıyarak rezalet çıkmasından korkar. Herif, karısını bir kere daha çağırır. Kadın cevap vermemekte ısrar eder. Fena hâlde hiddetlenen ve hınç içinde yerinden fırlayan eskici usturasını alarak kadının burnunu uçurur ve:

“Bunu al da dostuna hediye et!” der.

Eskici, vurduğu kadının karısı olduğundan şüphe etmiyordu. Derken eskicinin karısı gelerek hacamatçı karısının başına gelenleri görür, fena hâlde üzülür ve kocasının çok ileri gittiğini söyleyerek kadını çözer, o da kesik burnu ile kocasının evine gider.

Zahit bütün bunları görüyor ve işitiyordu.

Eskicinin karısı ise kendisine işkence eden kocasına beddua ediyor ve Allah’a, burnunu yapıştırması için yalvarıyordu. Nihayet sesini yükselterek, kocasını çağırarak der ki:

“Katı yürekli, kötü adam! Kalk da bak, sen bana ne yaptın? Allah ne yaptı ve bana nasıl acıyarak burnumu eski hâline çevirdi.”

Herif kalkarak kandili yakar ve karısının burnunu yerli yerinde görerek kadından af diler, suçundan tövbe eder ve Allah’ın da kendini affetmesi için yalvarır.

Hacamatçının karısına gelince o da evine gider, burnunun kesilmesi yüzünden kocasından nasıl af dileyeceğini, akrabasının karşısına nasıl çıkacağını düşünür. Şafak vakti hacamatçı uyanarak karısına:

“Bütün aletlerimi getir! Çünkü ululardan birine gideceğim!” der.

Fakat kadın ona yalnız usturayı getirir.

Hacamatçı tekrar anlatır:

“Bütün aletleri getir diyorum!”

Kadın yine usturadan başka bir şey getirmez.

Aynı hadise birkaç defa tekrarlandıktan sonra herif kızarak usturayı kadının suratına atar, kadın hemen yere kapanarak ağlamaya başlar:

“Burnum, burnum!” diye çığlıklar koparır.

Kadının bağırması çağırması yüzünden bütün akrabası ve tanıdıkları toplanarak onu bu hâl üzere görürler ve hacamatçıyı alarak mahkemeye götürürler.

Hâkim der ki:

“Ne diye karının burnunu kestin?”

Hacamatçı bir şey söylemediği için hâkim de kısasın uygulanmasına yani hacamatçının da burnunun kesilmesine karar verir.

Tam karar yerine getirileceği sırada mahkemeye gelmiş olan zahit, hâkime yaklaşarak:

“Ey hâkim! Bu işte sakın yanılma. Çünkü hırsız, benim elbisemi çalan kimse değil;16 tilkiyi öldürenler iki yabani keçi değil;17 mahut fahişeyi öldüren zehir değil;18 hacamatçının karısının burnunu kesen kocası değildir.19 Belki bütün bunları biz kendimiz kendimize yaptık!” der.

Hâkim bu sözlerin açıklanmasını istedi. Zahit açıkladı. Hâkim de hacamatçının serbest bırakılmasını emretti.

Dimne bu hikâyeyi dinledikten sonra, dedi ki: “Anlattığın hikâyeyi dinledim. Bu hâl, benim hâlime benziyor. Hakikaten bana, benden başka bir zarar veren olmadı fakat olan oldu, buna karşı çare ne?”

Kelile sordu:

“Ne yapmak fikrindesin? Neye karar vermek üzeresin?”

Dimne anlattı:

“Ben aslanın yanında eskisinden daha ileri bir mevki kazanmak istemiyorum. Fakat eski mevkimi bulmak emelindeyim. Çünkü üç şey vardır ki akıl sahibi kimse onlara dikkatle bakmak ve çarelerini bulmak zorundadır. Birincisi: Geçmişte elde ettiği kâr ve uğradığı zarar. Çünkü geçmişte uğranılan zararın tekrarlanmasından korunmak ve kâr elde etmek için buna lüzum vardır. İkincisi: Elde edilmekte olan faydalara ve uğranılan zararlara dikkat ederek gelen faydayı sağlamlamak ve zarardan kaçınmak. Üçüncüsü: İleride umulan istifadeye ve korkulan zarara dikkat ederek ümidi gerçekleştirmek ve korkulandan sakınmak. Ben de mevkimi yeniden ele geçirmek için ne yapacağımı düşünmekle beraber bu mevkiyi niçin kaybettiğimi de düşünerek şu çareyi buldum: Ot yiyen bu öküzün ölümüne sebep olmak için her şeyi yapmak. Çünkü bu öküz ortadan kalkarsa ben de aslan yanındaki mevkimi kazanırım. Bu da belki aslan hakkında hayırlı olur. Çünkü aslanın, öküzü kendine bu kadar yaklaştırması, her hâlde onun şanını düşürür ve ona zarar getirir.”

Kelile itiraz etti:

“Ben aslanın, öküzü bu kadar kendine yaklaştırmasında, ona bu kadar mevki vermesinde şanını düşürecek yahut onu bir kötülüğe uğratacak hiçbir şey görmüyorum.” dedi.

Dimne de şu cevabı verdi:

“Hükümdarın işi altı şey yüzünden bozulur: Yoksulluk, karışıklık, ihtiras, kabalık, zaman ve ahmaklık. Yoksulluktan maksat onun fikir sahibi, yardımsever ve emniyetli iyi yardımcılardan, siyasi adamlardan yoksun kalması ve bu çeşit adamları arayıp bulamamasıdır. Karışıklıktan maksat, insanların birbirine düşerek dövüşmeleri ve birbirinin gırtlağına sarılmalarıdır. İhtirastan maksat; kadınlara kapılmak, söze sohbete dalmak, eğlenceye, içkiye, ava ve bunlara benzer şeylere dadanmaktır. Kabalık, aşırı derecede şiddet göstererek haksız yere dil ile sövüp saymak, eliyle kırıp geçirmektir. Zamana gelince, o da veba yüzünden davarların ölmesi, meyvelerin bozulması, istilaya vesaireye uğramak gibi şeylerdir. Ahmaklık ise sertlik yerinde yumuşaklık, yumuşaklık yerinde sertlik göstermektir. Aslana gelince, öküze kendini büsbütün kaptırmış bulunmaktadır. Ve bu hâl onun şanını alçaltacak ve kendisine zarar getirecek bir durumdur.”

15.Halil, Arap edebiyatının en yüksek simalarındandır ve aruz fennini icat edendir. Kitabü’l-Ayn sahibidir. H. 170 senesinde yetmiş yaşında ölmüştür. Ebu Hanife, İmam-ı Âzam’dır. 131’de ölmüştür. Fezarî ise gök bilimcidir ve İslam tarihinde ilk usturlabı yapan adam olmakla ve daha birtakım aletleri imal etmekle ün yapmıştır. İbnü’l Mukaffa’nın Halil ile görüştüğü ve uzun sohbetlerde bulunduğu rivayet olunmaktadır. İmam-ı Âzam, onun ölümünden birkaç sene evvel vefat etmiş olduğuna göre onunla da aynı asırdadır. Fezarî’nin de bu üç zatla aynı asırdan olup olmadığını anlayamadım.
16.Benim şahane bir elbise giymek için gösterdiğim hırs.
17.İki kişinin felaketinden faydalanarak onların kanını yalama hırsı.
18.Yabancı bir adamı öldürmek hırsı.
19.Elin kör ihtiraslarına hizmet ederek istifade hırsı.
259,47 ₽
Жанры и теги
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
11 июля 2023
ISBN:
978-625-6862-77-7
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают