Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Charles Darwin», страница 2

Шрифт:

Ikinci Bölüm

Charles Darwin Edinburgh’a geldiğinde, üniversite en şaşaalı dönemlerinden birini yaşamıyordu. Tıp eğitimi veren profesörler, Darwin’i bu alana çekmeyi başaramadılar, iki senelik bir eğitim dönemi sonrasında Darwin, tıbbın onu içine çekmemesi gerektiğine karar verdi. Diğer yandan doğa tarihi için bambaşka bir durum sözkonusuydu. Darwin’in bu alana ilgisi gittikçe arttı. Edinburgh Üniversitesi’ndeki Plinian Society’de19 kafa dengi insanlarla karşılaştı. W. F. Ainsworth20 yazdığı The Athenaeum (1882) adlı kitapta Darwin’le beraber doğa tarihiyle ilgili, onlara ipuçları verebilecek nesneler bulmak umuduyla kimi zaman Firth of Forth21 kıyılarına, kimi zamansa Fife22 kıyılarına veya bölgedeki adalara kısa gezintiler yaptıklarını yazmıştır. Günlerden bir gün yine bir gezinti için bitkibilimci Dr. Greville’le birlikte May Adası’na gitmişlerdi. Kara ayaklı martıların ve diğer su kuşlarının tiz çığlıklarının, Scottish Cryptogamic Flora23 kitabını yazan saygın yazar Dr. Greville’in üzerinde bıraktığı etki, Darwin ve Ainsworth’u fazlasıyla eğlendirmişti, hatta Dr. Greville yemyeşil çimenlerin üzerine uzanarak engelleyemediği gülüşünün keyfini çıkarmıştır. Yine bu gezilerin bir başkasında genç doğabilimciler gecenin karanlığında Inchkeith’ta24 mahsur kalmışlar ve deniz fenerine sığınmışlardı.


Bu tarihten sonra Darwin sadece koleksiyoncu ve keşif yapan bir doğabilimci değildi, artık önemli biyolojik olguları da gözlemliyordu. 27 Mart 1827 günü Plinian Society’de bir sunum gerçekleştirdi. Bu sunumda, plyzoa sınıfından yosun hayvancıklarının bir türünün (Flustra foliacea) yumurtalarında (daha ziyade larvalarında) birlikte yaşam süren binlerce organizmanın sürekli olarak keçeye benzer bir koloni oluşturduğundan bahsetti. Bu larvanın hareketinin eskiden seyrek olsa da artık sıklıkla karşılaşılan bir yapı olduğunu keşfettiğini duyurdu. Buna ek olarak, o zamana kadar bir yosun türünün ilk evrelerinden biri olduğu zannedilen küçük siyah varlığın aslında Pontobdella muricata (bir çeşit deniz sülüğü) yumurtası olduğunu ortaya çıkardı. Aynı yılın 3 Nisan’ındaysa bu deniz sülüğünün, yumurtalarının ve yavrularının da yer aldığı örneklerini sergiledi.

Kuşkusuz, Darwin bu araştırmaları yaparken Dr. Grant’ın teşvik ve yardımlarından faydalanmıştı. Daha sonraları University College London’da doğa tarihi bölümünde profesör olacak olan Dr. Grant, o zamanlar Edinburgh Üniversitesi’nde süngerlerin yapısı üzerine incelemeler yapıyordu. Sözkonusu dönemde Edinburgh’ta fevkalade bir doğa tarihi müzesi kurmakla meşgul olan Profesör Jameson da bir şekilde Darwin’i etkileyen kişilerden biriydi. Üstelik Profesör Jameson, hayvanbilimi üzerine verdiği ilk dersin “Hayvanbilim Felsefesi” başlıklı bölümünün sonuç kısmı için “Hayvan Türlerinin Kökeni” başlığını seçmişti. Demek ki Darwin, hayvanbilimsel çalışmalarına henüz Edinburgh’tayken başlamıştı ve kuzeydeki üniversitenin, bu dehayı yetiştiren okullardan biri olma ayrıcalığını Cambridge’le paylaşması gerektiği kabul edilmelidir.

Tıp hoşuna gitmediğinden, Edinburgh’un genç Darwin’e hitap edebilecek kendine özgü başka bir cazibesi bulunmuyordu. Bu nedenle 1828 yılı başlangıcında İngiltere Kilisesi’nin bir mensubu olma fikriyle Cambridge Christ’s College’a kaydoldu. O dönemde biyoloji çalışmak isteyen öğrencileri teşvik edici unsurların Cambridge’de pek kısıtlı olduğu düşünülebilir, bununla birlikte her ne kadar klasik edebiyat ve matematik çalışmaları, akademik derece elde edebilmenin tek yolunu teşkil ediyorduysa da eşi benzeri görülmemiş bir gayret ve dehaya sahip kimi hocalar, yaklaşmakta olan devrimin temellerini hazırlıyordu. Sedgwick, tanrının mesajını yayanları andıran ateşli bir tavırla yerbilimi öğretiyordu, bitkibilimci Henslow ise en sıradan çiçekten dahi ilgi çekici dersler çıkarılabileceğini ortaya koyuyordu. Özellikle Henslow, ihtiyar hocasını asla unutamayan genç Darwin’i cezbetmişti. Beagle gemisiyle yaptığı yolculuğunda tuttuğu güncenin giriş kısmında Profesör Henslow’a içten bir teşekkür sunduğunu görüyoruz: “Cambridge’de öğrenciyken doğa tarihinden tat almamı sağlayan en büyük nedenlerden biri… Yokluğumda eve yolladığım araştırmalarımdan örnekleri düzenleyen ve tavsiyeleriyle araştırma girişimlerime yön veren; döndüğümden beri dur durak bilmeden, sadece cömert bir dosttan gelebilecek tüm yardımları bana sağladı.”

Darwin’in Profesör Henslow hakkında yazdıklarının, Rahip L. Jenyns’in başarılı bilim insanıyla ilgili yazdığı Memoirs25 kitabına katkı sağladığı da su götürmez. Şüpheye mahal bırakmayan bir diğer şeyse bir başkasının karakterini bu şekilde resmederek Darwin’in aynı zamanda, Bay Ro-manes’in de dediği gibi, “farkında olmadan kendi kendinin oldukça başarılı bir tasvirini” yaptığıydı.

Darwin, Cambridge yıllarıyla ilgili şöyle yazmıştır: 1828 yılının başlarında Cambridge’e gittim ve doğa tarihinin herhangi bir dalına ilgi duyan tüm öğrenciler, hiçbir ayrım gözetilmeksizin Henslow tarafından desteklendiğinden çok geçmeden bazı böcekbilimci26 dostlarım aracılığıyla Profesör Henslow’la tanıştım. Hiçbir şey, onun genç doğabilimcilere karşı sergilediği bu destekleyici tavırdan daha basit, daha candan ve daha içten olamazdı. Kısa süre içinde onunla yakınlaştım. Profesörün engin bilgi birikimi karşısında dehşete kapılıyor olsak da çevresindeki gençlerin kendilerini rahat hissetmelerini sağlayan olağanüstü bir etkisi vardı. Profesörle tanışmadan önce genç bir arkadaşın, profesörün her şeyi bildiğini söyleyerek ondaki tüm yetenekleri özetlediğini işitmiştim. Her anlamda bizden daha üstün ve daha yaşlı bir adamın yanında, bu kadar rahat hissedebildiğimizi düşündüğümde bu rahatlığın sebebini sanırım, onun samimi biri olmasıyla, iyi kalpliliğiyle ve asla kendini düşünmemesiyle açıklayabilirim. Muhteşem zekâsıyla veya her konuda ne kadar bilgili olduğuyla değil, yalnızca meşgul olduğu konuyla ilgilendiği bir bakışta görülebilirdi. Herkesi etkileyen bir diğer tavrıysa yaşlı ve tanınmış insanlar ile genç öğrencilere aynı şekilde yaklaşmasıydı, herkese karşı alabildiğine dostça bir kibarlık sergilerdi. Doğa tarihinin herhangi bir alanıyla ilgili en işe yaramaz gözlemleri dahi büyük bir ilgiyle dinler, biri ne denli saçma bir hata yaparsa yapsın sözkonusu hataya öyle açık ve öyle kibar bir şekilde işaret ederdi ki karşı tarafın cesaretinin kırılması şöyle dursun bir sonraki sefer daha isabetli bir yorumda bulunmak için azmederdi. Uzun lafın kısası, Profesör Henslow kadar gençlerin güvenini tam anlamıyla kazanabilen ve tutkulu oldukları şey üzerine yönelmelerini teşvik eden bir kişi daha yoktur.

Bitkibilim üzerine verdiği dersler kolayca anlaşılabilir cinstendi, herkesçe seviliyordu. Hatta o kadar seviliyordu ki ondan daha yaşlı üniversite mensuplarının bile üst üste birkaç derse katıldığı oluyordu. Profesör, haftada bir akşam evini misafirlere açar, doğa tarihine ilgisi olan herkes evinde düzenlenen bu toplantıya katılırdı. Bireyler arası iletişimi güçlendiren bu toplantılar tıpkı Londra’daki bilim topluluklarındaki gibi Cambridge’de de oldukça faydalı oluyordu. Kimi zaman üniversitenin en seçkin akademisyenleri de bu toplantılara katılırdı. Yalnızca birkaçının katıldığı toplantılardan birinde, o dönem önde gelen isimlerin, çok çeşitli ve etkileyici yetenekleriyle, akla gelebilecek her türlü konu hakkında sohbet ettiklerine şahit oldum. Bu, genç öğrenciler için hiç de öyle basit bir şey değildi, çünkü bu sohbetler bizi düşünmeye itiyor ve heveslendiriyordu. Profesör, bitkibilim sınıfını bir dönem içinde iki üç kez günübirlik gezilere götürürdü. Bu gezi nadir bulunan bir bitkiyi kendi habitatında gözlemlemeye gitmek ya da bataklığı gözlemlemek için bir tekneye atlayıp nehir boyu gezinmek ya da at arabalarına atlayıp vahşi zambakları veya haçlı karakurbağasını görmek için Gamlingay 27 gibi daha uzak yerlere gitmek olabiliyordu. Yaptığımız bu kısa geziler bende çok güzel anılar bıraktı. Gezi günlerinde Profesör, küçük bir çocuk gibi canlanırdı. Kırlangıçkuyruklar familyasından bir kelebeğin peşinden engebeli ve tehlikeli bataklıklara doğru koşanların başlarına gelen talihsizlikler karşısında çocuklar gibi içten kahkahalara boğulurdu. Sık sık bir bitki veya bir cisim hakkında bir şeyler anlatmak için dururdu. Doğa tarihinin bütün alt alanları üzerine araştırmalar yaptığından dolayı her bir böcek, kabuk veya fosil hakkında bir bildiği olurdu. Böyle geçen her günün sonunda bir pansiyonda veya evde akşam yemeği yerdik, bu yemeklerde hepimiz pek bir neşeli olurduk. Eminim bu günübirlik gezilere katılan herkes, gezilerin akıllarda keyif verici anılar olarak kalacağı konusunda benimle hemfikir olacaktır.

Zaman geçtikçe Cambridge’de Profesör Henslow’la daha da yakınlaştık. Yardımseverliğinin sonu yoktu, beni sık sık evine davet ediyor, yürüyüşlerinde ona eşlik etmeme izin veriyordu. Her konu hakkında konuşuyordu, dine bakış açısı da buna dahildi, görüşlerini açıkça ifade etmekten çekinmiyordu. Bu seçkin adama o kadar çok şey borçluyum ki… Ne zaman ihtiyaç duysanız hep oradaydı. Kaptan Fitzroy, H.M.S. Beagle adlı gemiyle çıkacakları keşfe katılmak isteyen herhangi bir doğabilimciye kamarasının bir bölümünü vermeyi teklif ettiğinde, çok az tanıdığı fakat çalışacağını düşündüğü biri olarak beni önermişti. Doğa tarihine sıkı sıkıya bağlıydım, bu alana olan ilgimin kaynağı da büyük ölçüde Profesör Henslow’du. Beş yıl süren deniz yolculuğum süresince benimle sık sık mektuplaşarak çalışmalarıma yön verdi. Büyük kutularda eve yolladığım her bir numuneyi teslim aldı, açtı ve ilgilendi. Bu beş sene boyunca bana karşı ne kadar nazik ve yardımsever olduğunu bir kez bile aklından geçirmediğine eminim.

Profesör Henslow’la yakın ilişki kurduğumuz o yıllarda sakinliğini bir an olsun kaybettiğine şahit olmadım. İnsanlardaki zayıf yönleri fark etmesine ederdi ama hiç kimse hakkında kötü de düşünmezdi. Bana kalırsa onun zihninde ne kibre, ne kıskançlığa ne de hasede yer vardı. Bütün bu yardımsever ve sakin karakterine karşın asla sıkıcı bir insan değildi. Tabii bu uysal görünümünün altında güçlü ve kararlı bir iradeye sahip olduğunu göremeyen bir kişi de düpedüz kördür. Prensipleri sözkonusu olduğunda hiç kimse onu yolundan alıkoyamazdı. Gözlem yapmaya ilişkin keskin kabiliyeti, sağlam hissiyatı ve ihtiyatlı sağduyusu onun zekâsının baskın özellikleriymiş gibi görünüyordu. Anlık gözlemlerden ulaştığı sonuçlar kadar onu eğlendiren başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Bununla birlikte, Anglesea’nin jeolojik yapısı üzerine kaleme aldığı muhteşem inceleme ise onun uzun süreli gözlem yapma ve kapsamlı görüşler ortaya koyma yeteneğini gözler önüne sermektedir. Büyük bir gönül borcu ve hürmetle kendisinin karakteri üzerine düşündüğümde, Profesör’ün ahlaki nitelikleri, böyle yüksek bir karaktere sahip kişilerde olması gerektiği gibi, onun zekâsının dahi ötesine geçmektedir.

Yukarıda verdiğimiz alıntıda genç Darwin’in ne kadar alçakgönüllü olduğu ortadadır. Kendi samimiyetini, öğrenme aşkını, bilim alanında çoktan yetkinlik sahibi olmuş kişilere olan saygısını ve tanıştığı bu önemli insanlarla kurduğu güzel ilişkilerdeki rolünü görmezden gelmektedir. Henslow, Kaptan Fitzroy’a Darwin’i önerirken “Çok fazla bir şey bilmeyen,” biri olarak değil de, “Gelecek vaat eden genç bir adam, yerbilimine ve pek tabii ki doğa tarihinin tüm dallarına çok meraklı,” sözleriyle tanıtmıştı. Fitzroy şöyle yazar: “Nihayetinde Bay Darwin’e gemimde seyahat etmesi için bir teklif yapıldı ve o da karşılığında bu teklifi kabul etti. Gemiye binebilmesi için izinler alındı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Darwin’in geminin levazım kayıtlarıyla ilgilenmesine yönelik emir verildi. Bay Darwin’in gemiye biniş şartları ise hiçbir izne gerek duymadan Beagle’ı istediği zaman terk edebilmek, uygun gördüğünde keşif gezisinden ayrılabilmek ve yemek masraflarımızdan kendine düşen payı ödemekti.”

Darwin 1831 yılında sıradan bir diploma28 aldı ve 1837’de sosyal bilimler yüksek lisansına kabul edildi. Araya giren altı yıllık dönemde en az fen bilimlerinde yüksek lisans yapmış biri kadar bilgiliydi ama tabii o zamanlar Britanya topraklarındaki hiçbir üniversite bunu yeterli görmüyordu. 242 ton ağırlığında, üç direkli yelkenli Beagle’la yaptığı unutulmaz yolculuğu, gemi daha yola çıkamadan şiddetli rüzgârlar nedeniyle iki kere limana geri döndüğünden gecikmeyle başlamıştı. En sonunda Beagle, 27 Aralık 1831 tarihinde Devonport29 limanından yola çıktı. Yolculuğun amacı Patagonya ve Tierra Del Fuego’da yapılan araştırmayı tamamlamak; Şili, Peru ve bazı Pasifik adaları kıyılarını araştırmak ve dünyanın çevresinde bir dizi kronometrik ölçüm yapmaktı.

Profesör Henslow’un, genç öğrencisi Darwin’in kaydettiği ilerlemeyle ne kadar ilgili olduğu, 1835 yılında (1 Aralık) Cambridge Philosophical Society’nin (Cambridge Felsefe Topluluğu) üyelerine dağıtılması için mektuplarının bazı bölümlerini bastırmasında görülebilir. Bölümler bazı heyecan verici yerbilimsel gözlemler barındırdığından Profesör, basım öncesinde, 16 Ekim’de bu gözlemleri yüksek sesle topluluğa okumuştur. Sonraki satırlar, gezginin şahsına aittir ve alıntılanabilir. Darwin, 15 Ağustos 1832 tarihinde Montevideo’dayken30 şöyle yazmıştı: “Her bir omurgasız üzerinde inceleme yaparken ne kadar az zaman harcarsam o kadar çok omurgasız örneği toplayabilirim. Ama doğabilimciler için iki hayvanın kendine özgü şeklini ve rengini not etmemin, altı hayvanın görüldüğü tarihi ve zamanı not etmemden daha değerli olacağı kanaatine vardım.” İşte burada, daha sonra gelecek başarılarının kaynağı olan doğruluğu görüyoruz. 24 Kasım 1832 tarihinde yine Montevideo’dan şöyle yazmıştı: “Küçük kurbağaya gelirsek… Umuyorum ki keşfedilmemiştir, öyleyse ona Diabolicus (şeytani) adını verebiliriz. Milton, ‘kurbağa gibi çömelmek’ derken bu küçük kurbağadan bahsediyor olsa gerek.” 1834 yılının Mart ayında East Falkland adasından şöyle yazmıştı: “Güney Amerika’nın güneyindeki doğu kıyılarının tamamı, midyelerin henüz mavi rengini kaybetmediği dönemlerden beri okyanus seviyesinden yükselmeye devam etmiş.” 18 Nisan 1835 yılında Şili’deki And Dağları’nın merkezindeki zirveler hakkındaki incelemeleriyse şöyleydi: “Burada şahit olduğum bazı manzaralardan aldığım keyfi size anlatamam. Bir kez de olsa böylesine yoğun bir keyfi tatmak için İngiltere’den buraya gelmeye değer. Üç bin, üç bin yedi yüz metre yüksekliğe çıktığınız zaman havada faklı bir berraklık var, uzaklıklar kafanızı karıştırabiliyor ve sanki başka bir âlemdeymişsiniz hissini veren bir nevi dinginlikle karşılaşıyorsunuz.”

Şimdi de ilk defa 1839 yılında yayımlanan, Fitzroy’un anlatımlarının üçüncü cildini oluşturan Darwin’s Journal’a31 gelelim. 7 Ocak 1832 tarihinde Teide Yanardağı’nın32 zirvesi bir anda aydınlanıvermişti, dağın daha alçak bölgeleriyse pamuk gibi bulutlarla çevriliydi. Bu olay sonrasında günceye şöyle yazılmıştı: “Hiçbir zaman unutulmayacak muhteşem günlerin ilki.” 16 Ocak’ta Yeşil Burun Adaları’na33 ulaşıldı ve bu adaların volkanik özellikleri titizlikle incelendi. Darwin’in yanında Lyell’ın34 1830 yılında yayımlanmış meşhur Principles of Geology35 kitabının ilk cildi vardı (ikinci cildi 1832 yılında yayımlanmıştı). 1845 yılında yayımlanan güncesinin ikinci basımında, “Bu güncede bilimsel bir bilgi bulunuyorsa ve yazarın diğer eserlerinde de bu tarz bilgilere rastlayacak olursanız şayet, bu bilgiler herkesçe bilinen ve hayran olunan Principles of Geology kitabının incelenmesiyle elde edilmiştir,” diyerek memnuniyetle şükranlarını ifade eder. Darwin çoktan küçük organizmaların ve rüzgâr esintisiyle havada uçuşan toz parçacıklarının36 dağılımına dair notlar almaya başlamıştı. Kara parçasındaki taşlardan yaklaşık 480 km uzaklıkta bir deniz taşıtına kadar gelen toz parçacıkları olduğunu görmek, onu gerçekten de çok şaşırtmıştı. Bu toz parçacıklarını gördükten sonra onlardan daha hafif ve küçük kriptogam bitkisinin37 sporlarının dağılımı olayının, kimseyi şaşırtmaması gerektiğini belirtmiştir.

Atlantik Okyanusu’nda volkanik bir ada olan St. Paul’a 16 Şubat’ta ulaşıldı. Okyanusun ortasında yeni oluşmuş bu ada, genç doğabilimcinin zihninde yer eden görkemli palmiyeler ve kuşlarla dolu hoş düşünceleri yok edebilmek için yeterli olmuştu. Hiç bitki bulunmayan bu adada hiç olmazsa iki ayrı cins deniz kuşu vardı, bahsedilmeye değecek pek bir özelliği olmayan birkaç böcek ve örümcek ise faunayı tamamlıyordu. 20 Şubat’ta Fernando de Noronha adası geçildi ve sonunda Güney Amerika kıtasına ulaşıldı.

29 Şubat’ta, Brezilya’ya özgü ormanların olduğu Bahia’da geçen ilk günü için Darwin güncesine ilginç bir paragraf yazmıştır: “Pek hoş bir gün oldu. Tabii hoş kelimesi bir doğabilimcinin hayatında ilk defa, Brezilya ormanlarında tek başına dolaşırken hissettiklerini ifade edebilmek adına çok yetersiz kalıyor. Otların asaleti, asalak bitkilerin özgünlüğü, çiçeklerin güzelliği, yaprakların yemyeşil pırıltısı… Ama hepsinden de öte bitki örtüsünün bu kadar çeşitli olmasını hayranlıkla gözlemledim. Sesin ve sessizliğin çelişkili birlikteliği, ormanın gölgeler altında kalan bölgelerini sarıyor. Böceklerden gelen ses o kadar yüksek ki kıyıdan yüzlerce metre uzakta demirlemiş bir gemiden sesleri duyulabilir. Buna rağmen ormanın iç taraflarına gidildiğinde, orada muazzam bir sessizliğin hüküm sürdüğünü görüyorsunuz. Doğa tarihine tutkun biri için bu öyle bir gündür ki yaşadığı tatmini ve zevki, bir daha aynı şekilde tadamayacağını düşünmesine neden olacaktır.”

Nisan başında Rio de Janeiro’ya varıldı ve Darwin bunu takip eden üç ay süresince iç kesimlere doğru birçok gezi yaptı. Yaptığı keşif gezilerinde kaldığı misafirhanelerde, nadiren doğru dürüst bir konaklama elde edilebiliyordu. “İlk vardığımızda öncelikle atların eyerini çıkarır, onlara mısır verirdik. Daha sonra Senhor’u38 selamlayarak bize yiyecek bir şeyler verip veremeyeceğini sorardık. ‘Ne isterseniz bayım,’ cevabını alırdık genellikle. İlk seferlerde bizi böyle iyi adamlarla karşılaştırdığı için Tanrı’ya boş yere şükrettim. Sohbet devam ettikçe durum her daim daha içler acısı bir hal alırdı. ‘Bize verebileceğin balığın var mı?’ ‘Ne yazık ki bayım!’ ‘Peki ya çorban?’ ‘Hayır, bayım!’ ‘Ya ekmek?’ ‘Ne yazık ki bayım!’ ‘Ya kurutulmuş et?’ ‘Ne yazık ki bayım!’ Eğer şanslıysak birkaç saatlik beklemenin ardından tavuk eti, pirinç ya da farinha39 bulabiliyorduk. Akşam yemeğinde yiyeceğimiz kümes hayvanını taşla öldürmemiz, sık sık yaşanan bir hadiseydi. Yorgunluktan ve açlıktan bitap düştüğümüz zamanlarda, masamıza yemek geleceği için şükretmemiz gerektiği üstü kapalı da olsa hissettiriliyordu. Tatmin edicilikten en uzak, fiyakalı yanıt ise ‘Yemek hazır olduğunda, hazır olacaktır,’ olurdu. Halimizden daha fazla yakınacak olursak münasebetsiz olduğumuz öne sürülerek seyahatimize devam etmemiz söylenirdi. Ev sahiplerimiz gerçekten nezaketsizlerdi ve rahatsız edici davranışlar sergiliyorlardı. Evleri de evde yaşayanların üstü başı da aşırı pisti. Evlerde çatal, bıçak ve kaşık bulunması yaygındı. İngiltere’de bulunan hiçbir kır evinin veya kulübenin konfordan böylesine yoksun olmayacağına eminim.”

Genç gezginin karada yaşadığı bütün bu sıkıntılara, bir de deniz yolculuğu sırasında sürekli yaşadığı deniz tutmasını ve mide bulantısını (artık kronik bir hal almıştı) da eklersek çıktığı bu maceraperest yolculuktan çok daha önce ayrılmamış olması çok şaşırtıcıdır. Ne var ki başlarına gelen bütün sıkıntıların yanında dayanma gücü ve kararlılığı da bir o kadar fazlaydı, ayrıca doğayı incelemenin verdiği keyif, fiziksel anlamda yaşanan rahatsızlıkların hepsine üstün geliyordu. Amiral J. Lord Stokes, Beagle’daki yoldaşı ve eski arkadaşı vefat ettikten sonra The Times’a verdiği demeçte, bir saatlik çalışma sonrasında Darwin’in, “Eski dostum, biraz da enine gitmem gerek,” dediğinden, sonrasında masanın bir kenarını kullanarak vücudunu esnetip kendini biraz rahatlattığından ve bu kısa süreli aradan sonra çalışmaya devam ettiğinden bahseder.

Darwin’in Güney Amerika’da kölelik üzerine belirttiği bazı görüşleri gerçekten etkileyicidir ve kendisinin halden anlayan yapısını da gözler önüne serer. Aşağılık bir durum olan kölelikle ilgili Darwin’in daha önce hiç yaşamadığı kadar gaddarlık dolu bir anısına değinelim: “Eşine az rastlanır aptallıkta bir zenciyle geminin bir ucuna doğru yürüyordum. Beni anlayabilmesi için çabalarken yüksek sesle konuşup elimle işaretler yapıyordum ve bir işaret yaparken elim suratının hemen yanından geçti. Sanırım kendisi sinirlendiğimi ve ona vuracağımı düşündü, çünkü yarı kapalı gözleri ve korku dolu ifadesiyle ellerini hemen iki yanına indirmişti. Öylesine güçlü kuvvetli bir adamın, suratına gelen darbeyi (öyle sanmıştı) engellemekten dahi korku duyduğunu gördüğüm o andaki şaşkınlığımı, durumun iğrençliğini ve utanç hissimi hiçbir zaman unutmayacağım. Bu adam, köle olması için en aciz hayvandan bile daha kötü bir hale getirilmek üzere eğitilmişti.”

Journal’ın 1845’teki ikinci baskısına yapılan birçok eklemeden birinde, Darwin büyük bir içtenlikle şöyle yazmıştı: “19 Ağustos (1836) günü sonunda Brezilya kıyılarını terk ettik. Tanrı’ya şükürler olsun ki bir daha köleliğin olduğu bir ülkeye ayak basmayacağım. Şimdi bile uzaktan bir çığlık duysam, Pernambuco’daki bir evin yakınından geçerken duyduğumuz acı verici inlemeler ve zavallı bir kölenin işkence görmüş olduğunu tahmin ettiğim, fakat sitemde bile bulunamayacak kadar aciz olduğumda hissettiklerim, o günkü kadar gerçekçi biçimde zihnimde canlanır. Daha önce buna benzer bir durumla karşılaştığımızda inlemelerin işkence gören bir köleden geldiği söylenmişti, o yüzden bu sefer de yine bir köle olduğunu düşünmüştüm. Rio de Janeiro yakınlarında kalırken, karşı komşum yaşlı bir kadındı; kadın, kölelerinin parmaklarını çivilemek için evinde daima çivi bulunduruyordu. Bir seferinde, melez köleye her gün hakaretler edildiği, dövüldüğü ve en aşağılık hayvana bile edilmeyen zulmün ona edildiğini gördüğüm bir evde konaklamıştım. Sırf bana verdiği su pek temiz olmadığı için altı yedi yaşlarında küçük bir çocuğun çıplak başına kırbaçla (ben araya giremeden) üç kez vurulduğuna tanık oldum. Çocuğun babasının bacaklarının, efendisinden gelecek tek bir bakışta bile titrediğine şahit oldum. (…) Güvendiğim kimselerden duyduğum diğer mide bulandırıcı gaddarlıklara taş atmak niyetinde değilim. Şayet tanıştığım bazı kimseler, zencilere yapılan bu zulmün kabul edilebilir bir yasal eğlence olduğunu söylemeselerdi yukarıdaki satırlarda geçen olaylardan da bahsetmezdim. (…) Köle sahibi kişilere merhametle yaklaşan ve kölelere karşı acımasız olanlar kendilerini bir kölenin yerine asla koymamış olsa gerek. Bir şeylerin değişeceğine dair hiçbir umudun olmadığı, ne kadar da üzücü bir tablo! Bir gün eşinizin veya küçük çocuğunuzun (bir kölenin bile ona ait olan bir ailesi vardır) sizden koparılıp en yüksek teklifi veren ilk kişiye bir hayvanmışçasına satıldığını bir düşünün! Üstelik bu eylemleri yapanlar ve üstünü örtenler, komşularını da kendileri gibi sevdiklerini iddia eden, Tanrı’ya inanan ve yeryüzünde de onun istediği olsun diye dua eden kimseler!”40

Böylesine hararetli görüşler fuzuli değildir, aksine köleliğin geçmişte sebep olduğu acıları neredeyse hiç kavrayamayan yeni nesle bunları anımsatmak erdemli bir davranıştır. Bununla beraber, gördüklerinin bilim insanının üstünde bıraktığı izlenimden, ten renginin açık veya koyu olması fark etmeksizin tüm kölelerin çektiği ıstırapların ortadan kaldırılması konusunda başarıya ulaşılmasından memnuniyet duyma eğiliminde olduğu görülür. Gördüklerini kesinlikle memleketine taşıyıp İngilizlerle paylaşması gerekiyordu. Darwin zeki ve ileri görüşlü olduğu kadar empati yeteneği olan biriydi, yıllar sonra dostlarının onun kişisel özellikleri hakkındaki beyanları da kendisinin seyahat ettiği yıllarda tuttuğu şahsi kayıtlarlarıyla doğrulanmaktadır.

Tropikal ormanlar, genç gözlemci için henüz yeni ve keşfedilmemiş bir sayfaydı ve Rio’da kaldığı süre boyunca yaptığı gözlemlerin çeşitliliği ve bu gözlemlere olan ilgisi harikuladeydi. Kordilinler,41 sarmaşıklar, gür eğreltiotları; yollar, köprüler ve toprak; yassı solucanlar, yağan yağmura karşı sıçrayan kurbağalar, ateşböceklerinin parıltısı, örümcekler ve eşekarılarının kavgaları, karıncaların zorluklar karşısındaki başarısı, maymunların davranışları, Brezilyalı küçük çocukların bıçak atma alıştırmaları… Tüm bu şeyler sırasıyla Darwin’in dikkatli gözlemleri arasında yerini aldı, bunlar tüm canlılığıyla anlatılmıştı.

1832 yılının Temmuz ayında Montevideo’ya ulaşıldı, Beagle’ın buraya demirlediği iki sene boyunca Güney Amerika’nın güney ve doğu ucundaki kıyılar ile La Plata’nın42 güneyinde araştırmalar yapıldı. Maldonado’da43 geçen on hafta içinde River Polanco’ya çok keyifli bir gezi düzenlendi, Darwin’in Journal’ında da bu geziye ithafen pek çok nükteli anlatım mevcuttur. “Burada yaşayanların birçoğu (Avrupa kökenliler) İngiltere’deki Londra ile Kuzey Amerika’nın, aynı yere verilen iki ayrı isim olduğunu düşünüyorlardı. Daha bilgili kimseler ise Londra ve Kuzey Amerika’nın birbirine yakın iki ayrı ülke olduğunu biliyorlardı; pek tabii İngiltere’nin, Londra’nın büyük semtlerinden biri olduğunu da!” “Sabah yüzümü yıkamam, Las Minas köyündeki insanların fısır fısır konuşmasına neden oldu. Köyde sözü geçen bir tüccar, bu kadar basit bir eylem nedeniyle beni sorguladı.” Avrupa kökenli bu varlıklı kişilerin yanında Darwin, kendini Orta Afrika yerlileri arasındaymış gibi hissetmişti. Üstün ırkın soyu bile işte böyle düşebiliyordu, bu kimselerle zenciler arasında pek bir fark yokmuş gibiydi gerçekten de. Ülkede ağaç bulunmamasının beraberinde getirdiği hatırı sayılır boşluk, konuyla ilgili yorum yapılmasına yetmişti. Tabii bu yorum eski usuldü, sadece konu hakkında bir yargıya varılmasından ibaretti: “Bu geniş alana ağaçlar yerine otsu bitkilerin yayılmış olması, çok uzak olmayan bir zamanda burada deniz sularının var olduğunu gösteriyor.” Darwin’in bu sözü, Journal’ın birinci basımında yer alıyordu, fakat 1845 yılındaki sonraki basımda bu sözler çıkarıldı, yazar özel olarak şöyle dedi: “Buna neden olan bilinmeyen başka bir sebep aramalıyız.”

Maldonado’dan bir sabah yürüyüşü uzaklıktaki mesafede en az seksen farklı cins kuş toplandı, birçoğu son derece güzeldi. Darwin’in inek kuşları (bizdeki gugukkuşlarının bir benzeri), zalim sinekkapanlar ve leşle beslenen şahinler üzerine yaptığı gözlemleri hakkında yazdıkları, ilginç bir okuma deneyimi sunar. Ardından daha güneydeki Rio Negro ziyaret edilerek tuzlu göl faunası incelendi. Hayvanların yaşamak için buraya ve tuzlu suya adapte olduklarını görmek Darwin açısından harikulade bir deneyimdi. “Dünyanın her köşesinde yaşamın mümkün olduğunu doğrulayabiliriz sanırım! Tuzlu göller, yanardağların altında gizlenmiş yeraltı gölleri (ılık madensuyu kaynakları), okyanusun uçsuz bucaksız derinlikleri, atmosferin üst katmanları ve hatta buzulların yüzeyi bile yaşamı destekler niteliktedir,” der Darwin. Araştırdığı bu azametli düzlüklerin tamamının, modern jeolojik bir dönemde deniz seviyesinin üzerine yükseldiği kanısına burada varmıştı.

Doğabilimcimiz, 11 Ağustos 1833’te Bahia Blanca ve Buenos Aires’e doğru kara üzerinden seyahatine başladı, elimizde bunun kaydı bulunuyor: “Yatağım diyebileceğim recadomla44 beraber açık gökyüzünün altında geçirdiğim ilk geceydi. Gauchoların45, atlarını her nerede isterlerse bir kenara çekip ‘Geceyi burada geçireceğiz,’ diyebildikleri özgür yaşam tarzları, gerçekten çok keyif verici. Düzlükteki ölüm sessizliği, köpeklerin bekçilik yapması, çingene Gauchoların ateşin etrafında yuvarlak oluşturacak biçimde yataklarını hazırlamaları, ilk gecenin belirgin bir resmini çiziyordu ve muhtemelen uzun bir süre de aklımdan çıkmayacak.” General Rosas ile ilginç bir karşılaşma sonrasında Bahia Blanca’ya varıldı ve Punta Alta’da, hemen sonrasında Owen’ın tanımladığı birçok kemik fosili bulundu. Darwin, buradan bahsederken nesli tükenmiş canavarlar için mükemmel bir yeraltı mezarlığı tabirini kullanmıştı. Yüz altmış metre kare kadar genişlikteki sahilde tembel hayvanlara benzeyen dokuz farklı dört ayaklının kocaman kalıntıları kuma gömülü halde bulunmuştu. Bu kalıntılar, hâlâ varlığını sürdüren yumuşakçalar sınıfından midyelerle ilişkilendirildi. Burada büyük doğabilimcinin zihninde, dikkat çekici bir fikir filizlenmişti. Bu filizlenen fikir, daha sonra meyvesini verecekti. O zamanlarda yaygın şekilde kabul gören, büyük hayvanların bitki örtüsü bol olan yerlere ihtiyaç duydukları teorisi de bu sırada çürütülmüştü, çünkü bulundukları yerdeki toprakların uzun süredir verimsiz olduğuna inanmaları için sebepleri vardı. Güney Amerika’ya özgü devekuşları ve birçok diğer hayvan, önemli gözlemlerin yapılmasını sağladı.

Buenos Aires’e giderken kayalık beyaz kuvarstan bir dağ olan inişli çıkışlı Sierra de la Ventana önlerinde uzanıyordu. 20 Eylül 1833’te Buenos Aires’e varıldı, hiç zaman kaybetmeden Parana’nın yaklaşık beş yüz kilometre kuzeyindeki Santa Fe’ye yapılacak bir keşif gezisi ayarlandı. 3 Ekim’de Santa Fe’ye ayak basıldı ve bölge civarında çok sayıda nesli tükenmiş büyük memeli kalıntısı bulundu. Diğer fosillere benzer bir durumda olan ata ait bir fosilin bulunması kâşifimizi çok şaşırttı, çünkü Güney Amerika’da nesli tükenen bu kocaman hayvanların yanında, Güney Amerika’ya özgü at gibi bir canlının hayatta kalmış olması çok şaşırtıcıydı. Üstelik bu at cinsi, sömürgeci İspanyollar tarafından kıtaya getirilen diğer at sürüleriyle yaşama şansını kaybetmiş, diğer hayvanlarla beraber tarihe karışmıştı. Memelilerin Amerika’daki dağılımıyla ilgili öğrendiği garip bilgiler sonucunda Darwin, anlamlı bazı çıkarımlarda bulundu. Nehir ağızlarındaki doğal yığıntılarda çok miktarda gömülü kemik kalıntısı bulunmasının ardından, gerçekler açığa kavuşmaya devam ediyordu ve sonunda Darwin, Pampa46 bölgesinin tamamının gömüt olduğu sonucuna vardı.

Ne yazık ki kötüye giden sağlık durumu kâşifi geri dönmeye mecbur bıraktı, 12 Ekim günü küçük bir gemiye binerek Buenos Aires’e dönüş yolculuğuna başladı. Dönüş yolculuğunda çamurlu Parana’nın, jaguarların kol gezdiği, hareketli ve değişken adalarını inceleme şansı eline geçmişti. Las Conchas’a varıldığında bir isyan patlak verdi ve Darwin bir süre gözetim altında tutuldu. General Rosas’ın ismi olumlu bir etki yarattı, rehberiyle atları geride bırakması şartıyla Darwin’in nöbetçileri geçmesine izin verildi, nihayetinde Buenos Aires’e sapasağlam vardı. İki haftalık bir gecikmeden sonra kararlaştırıldığı gibi bir kez daha Montevideo’ya gidildi. Buraya varıldığında Beagle’ın bir süre daha yola çıkamayacağı anlaşıldı, tez canlı araştırmacı yerinde duramayarak bu kez de Uruguay ve Rio Negro’ya olmak üzere bir keşif gezisine başladı. Mola verilen yerlerden biri, geniş arazileri olan bir toprak sahibininkiydi. Toprak sahibinin Buenos Aires’ten kaçan yüzbaşı arkadaşı, gezginin Buenos Airesli hanımlar hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için çok hevesliydi ve içine sinen güvenceler sonrasında, tamamen yabancı birine gönüllü olarak yatağını verdi! Yolculuk boyunca şaşılacak kadar çok sayıda kocaman devedikenleri görüldü; kengerotları atların, pampaotlarıysa at binicilerinin boyu kadar uzundu. Yoldan bir metre dışarı doğru at sürebilmek sözkonusu bile değildi. Yeri gelmişken yazar, Gauchoların biniciliği ve bölgedeki kasaba halklarının durumunun canlı bir resmini çizmektedir.

19.İng. Plinius Topluluğu. Edinburgh Üniversitesi’nde doğa tarihiyle ilgilenen öğrencilerin kurduğu kulübün adıdır. (ç.n.)
20.Döneminde Plinian Society başkanlığını yapmıştır. (ç.n.)
21.İskoçya’da birçok nehrin buluştuğu bir haliç, Kuzey Denizi’ne bağlanır. (ç.n.)
22.İskoçya’nın batısında yer alan bir bölge. (ç.n.)
23.İng. İskoçya’nın Tohumsuz Bitkileri.
24.İskoçya’nın en doğusunda olan bir ada. (ç.n.)
25.İng. Anılar.
26.Darwin’in bu sözü, Bay Grant Allen’ın Darwin’in “ilk âşık” olduğu alanın yerbilim olduğu savını çürütür. Darwin Cambridge’e geldiğinde kendini bir böcekbilimci olarak görüyordu ve Edinburgh’tayken tam anlamıyla bir doğabilimci olduğu da Bay Ainsworth’ün dediklerine bakılırsa oldukça açık. Herkesçe tanınmış Amerikalı böcekbilimci C. V. Riley, “The American Entomologist dergisinin editörü Benjamin Dann Walsh’ın (aynı zamanda Cambridge’de Darwin’in sınıf arkadaşıydı), Darwin’in doğa tarihine olan düşkünlüğünü Cambridge’de geçirdiği zamanlarda bir böcek koleksiyonu yaparak gösterdiğini söylemişti,” diye aktarıyor (Proceedings of the Biological Society of Washington, ABD, 1. Cilt, 1882, s. 70). Öyle ki Charles Darwin, 1833 yılında kurulan Entomological Society of London’ın (Londra Böcekbilim Cemiyeti) asil üyelerinden biriydi ve 1838 yılında kurula seçilerek hayatı boyunca bu cemiyetin düzenlediği faaliyetlere ilgi gösterdi. 4 Ocak 1836 tarihinde Chiloe’den (Şili’de bir ada) böceklerle ilgili yazdığı bir günceyi ev adresine göndermiş, bu günce Charles Babington (şimdi Cambridge bitkibilim departmanında profesör) tarafından Cemiyet’in önünde yüksek sesle okunmuştu.
27.Cambridge’e 25 km uzaklıkta ve güneybatısında kalan bir kasaba. (ç.n.)
28.İng. Ordinary or Poll Degree. “Poll Degree” İngiliz üniversitelerinde tek bir alanda uzmanlaşmayan, bunun yerine birden fazla alanda belli bir bilgi birikimi oluşturan kişilere veriliyordu. Bu kişilerin, hayatlarının ilerleyen döneminde uzmanlaşmaları için ek bir eğitim almaları gerekirdi. (ç.n.)
29.Adanın güneyinde yer alan Plymouth şehrinde bir bölge. (ç.n.)
30.Uruguay’ın başkentidir. (ç.n.)
31.İng. Darwin’in Güncesi. (ç.n.)
32.3718 metre yüksekliğindeki bu dağ, Kanarya Adaları’ndan biri olan Tenerife’de bulunmaktadır. İspanya’nın en yüksek dağı ve dünyadaki en yüksek üçüncü ada volkanıdır. (ç.n.)
33.Cape Verde Islands. Atlas Okyanusu’nda bulunan bir Afrika ülkesidir. 10 ada ve 8 adacıktan oluşur. (ç.n.)
34.Britanyalı yerbilimci Charles Lyell (1797-1875) daha kimseler ilgilenmezken yerbilim alanıyla ilgilenmeye başlamıştır. Lyell, Kaptan Fitzroy’un da bir arkadaşıdır ve kitabı Darwin’e, Kaptan Fitzroy vermiştir. (ç.n.)
35.İng. Temel Yerbilimi (ç.n.)
36.Bay Grant Allen (Darwin, s. 42), Darwin’in, rüzgârla geminin güvertesine gelen tozda 67 farklı canlı form gözlemlediğini belirtir. Canlı formları tespit eden kişi, Darwin’in tozları gönderdiği Ehrenberg’di ve Ehrenberg’e yollanan her beş paketten dördünü de Darwin’e Lyell vermişti. (Darwin’s Journal, ikinci basım, s. 5)
37.Bu bitkiler, tohuma veya çiçeğe ihtiyaç duymadan sporla çoğalırlar. Eğrelti otu, algler ve hayvanlara daha yakın oldukları için başka bir gruba alınan mantarlar, sporla çoğalan bitkiler arasında sayılıyordu. (ç.n.)
38.Portekizce konuşulan ülkelerde bir erkeğe saygıyla seslenirken kullanılan sözcüktür. Kadınlara hitap edilirken ise “Senhora” sözcüğü kullanılır. (ç.n.)
39.İspanyolca ve Portekizcede buğday ununa verilen ad. (ç.n.)
40.Burada Matta İncil’inin altıncı bölümünün onuncu ayetine atıf yapılmaktadır. Ayetin tamamı şöyledir: “Egemenliğin gelsin. Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de senin istediğin olsun.” (ç.n.)
41.Palmiyeye benzer yaprakları olan, pembe tonlarında bir bitki. Anavatanı Avusturalya ve Endonezya’dır, yaklaşık 15 farklı türü vardır. (ç.n.)
42.Arjantin’in başkenti Buenos Aires’in merkezine verilen ad. (ç.n.)
43.Uruguay’ın başkenti Montevideo’nun doğusunda kalan bir kıyı şehridir. (ç.n.)
44.Güney Amerika’da kullanılan bir çeşit eyerdir. Genelde koyundan elde edilen yünden kalın bir battaniye eyere bağlıdır ve burada kastedilen de bu battaniyedir. (ç.n.)
45.Arjantin ve Uruguay’da, 18. yüzyıl ortalarında görülmeye başlanan, at üzerinde göçebe yaşayan kimselere verilen isimdir. Kuzey Amerika’daki kovboylara benzerler. (ç.n.)
46.Batıda And Dağları, doğuda ise Atlantik Okyanusu arasında kalan steplere verilen isimdir. (ç.n.)

Бесплатный фрагмент закончился.

125,44 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
03 июля 2023
Объем:
9 стр. 16 иллюстраций
ISBN:
978-605-7605-93-1
Правообладатель:
Maya Kitap

С этой книгой читают