promo_banner

Реклама

Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Müştak Gönülleri Aydınlatan Edebiyat», страница 2

Шрифт:

“Timur” dramının mahiyeti hakkında fikir bildirildiğinde Azerbaycanlı bazı araştırmacılar yazar bu eserini tiranlığın mahiyetini açıklamak için kaleme almıştır diye görüşlerini belirtmişlerdir. (Örnek olarak araştırmacılardan Gülbeniz Baba-hanlı ve Timur Kerımlı Hüseyin Cavit’in 5 ciltli eserler toplamının ön sözünde bu fikri ortaya koymuşlardır). Halbuki, bize göre Hüseyin Cavit’i Türk dünyasının dostluk ve birlik meselesi daha çok endişelendirmiştir. Eserin kahramanlarından biri Almaz’ın rus kızı Olga’ya söylediği sözler vasıtasıyla bu yoldaki esas engel – somurgeçi guçler kim olduğu gösterilmiştir: “Yeter, artık def ol! Türkistan topraklarında, Semerkand bağlarında yabancılara yer yok!” Bu sözlerde Hüseyn Cavit’in adalet gayesi sarih şeklde açığa cıkmıştır. Kızıl imperiya devrinde böyle sözleri yazmak gayet büyük bir cesaret idi.

Cavit’in edebi hayatında Türkistan, Turan birliği, dayanışma meselesi çok büyük önem arz etmiştir. Yazar Türk milletinin birliğini halklarımız ve ülkelerimizi en çok gelişen halklar ve ülkeler derecesine çıkartmanın bir yolu diye düşündüğü apaçık ortada. Hüseyin Cavit’in edebi hayatında İstanbul Türkçesini kullanması da boşuna değildi. İstanbul ve Azerbaycan Türkçesini beraber kullanarak herkesin anlayacağı ortak bir dil yaratacağı düşüncesine sahipti. Dil – birliği sağlamak için gayet güçlü bir etkenlerdendir. Geçtiğimiz yüzyılın 90’lı yıllarında Türkistan’da, özellikle Özbekistan’da da ortak Türk dilini yaratma konusunda bazı çabalar gösterildi, konferanslar gerçekleştirildi. Ama bu işte farklı lehçelerden kelimeler seçip, suni bir dil yaratmaya vurgu verildiği için bu çabalar sonuca ulaşmadı. Böyle olması belliydi, çünkü suni dil hiçbir zaman iletişime sinmemiştir. Uluslararası ilişkilerde kullanmak için bir zamanlar Esperanto dili yaratılmış ve kullanılmasına teşvik edilmişti, ama onun adı silinip gitti. Burada Hüseyin Cavit tecrübesinden doğru yararlanmak verimli olabilir, yani tüm Türk halkları kendisine mukabili olamayan kelime ve deyimleri yabancı dillerden değil, kardeş Türk halklarının lügatinden alması, benimsemesi lazım.

Hüseyin Cavit’in piyeslerinin çoğunda hadiselerin Turan’da gerçekleşmesi de tesadüf değildir. Gülbeniz Baba-hanlı ve Timur Kerimli’nin belirttiği üzere, hatta ünlü şair Samet Vurgun da işte bu yüzden üstadı eleştirip:

Neden şiirimizin baş kahramanı

Gah Turan’dan gelir, Gah da İran’dan? diye soru sormuşlar.

“Timur”da Türk dünyasının iki büyük hakanı Emir Timur ve Yıldırım Beyazit ortasındaki zıddiyetlere ve sonuçu olarak da savaşa sebep olan iç etkenler doğru ve düzgün aydınlatılmıştır. Emir Timur’un ağırbaşlılığı, zıddiyeti iyi ve sakince hal etmeye çalışması, Beyazit’in ise kibri, gurur ve benliğine teslim olup, hakaretli mektuplar yollaması, beylerin fitne ve fesatlıkları tarihsel gerçekliğe uygun bir şekilde tasvir edilmiştir. Aynı zamanda Türk dünyasını parçalamak, güçsüz kılmak, iki büyük Türk devletini birbirine kötüleyip, fitne ateşini daha da alevlendiren dış güçler yazarın dikkatinin dışında kalmıştır. Fakat iki büyük Türk hakanın savaşından kimin yararlanacağına Şeyh Buhari’nin Yıldırıma söylediği sözlerde işare edilmiştir. Şeyh Buhari Beyazite şöyle der: “Türk evlatlarının kanını bihuda tökmeyiniz, çevrenizdeki duşmanlar başınıza gelecek felaketlerden şad olmasınlar”. Tarihten malum ki, Avrupa hükümdarları Emir Timur’a mektuplar yollayıp onu Beyazit’e karşı savaşa çağırmışlar. Onlar bunda hiçbir zaman Emir Timur’un faydasını düşünmemiştir, aksine kendi çıkarlarını doğrultusunda iş yürütmüşlerdir. Bunların hepsi gelecek nesil için bir derstir. Türk dünyasının ayakta durması, hayatta kalması, gelişmesi için Türk devletlerinin birliği ve iktisadi, medeni, manevi imkanlarının birleşmesinin gerektiği hala da gündemden düşmemiştir.

Hüseyin Cavit’in eserleri de toplumsal bakış açısından, hem estetik yönden günümüzde ve gelecek için değerini yitirmez, önem arz etmeye devam eder. Bu eserler okurda adalet duygusunu uyandırır, onu iyilik, güzelliğe çağırır ve manevi dünyasını zenginleştirir.

MAKSUT ŞEYHZADE ŞAİR, DRAMATURG VE ARAŞTIRMAÇI

Maksut Şeyhzade şair, dramaturg, araştırmacı ve öğretmen olarak Özbek edebiyatı ve medeniyeti tarihinde adını sonsuza kadar yaşatabilecek büyük bir simadır. Onun “Mirza Uluğbek” trajedisi Özbek edebiyatının dram türündeki en önemli eserlerinden biridir. Bu eser edebiyatımızın gururu ve baş tacı oldu; nice yıllar boyunca sahnelerden inmedi. Olayların akışı, gerginlikler, monologlar, dramın gücü ve onun perde perde yükselmesi, bestelerin muhteşemliği, heyecan ve fikirleri barındıran ateşli mısralar, dilinin kendine özgü olması, akıcılığı – onun yetenekli bir oyun yazarı olduğunu kanıtlamaktadır. Maksut Şeyhzade bu trajedisiyle “Özbek Shakespeare” derecesine kadar çıktı.

Maksut Şeyhzade “Celaleddin Mengüberdi” dramında hürriyet, adalet, vatanın özgürlüğü için mücadele veren büyük komutan, Padişah karakterini yarattı. Bu eseriyle yazar kendisini cesaretli bir edip olduğunu göstermiştir. Dram ne kadar başarılı olmuş ve toplumun beğenisini kazanmış olsa da, dönemin zorbaları, kıskançlar tarafından gerekçesiz bir şekilde karalandı ve yazarın başına bela yağdırıldı. Şeyhzade daha 19 yaşında genç bir delikanlıyken kendi memleketinde milliyetçilikle suçlanıp sürgün edildi; daha sonra da Azerbaycan’dan Taşkent’e sürüldü. Bu süreç boyunca birçok meşakkati başından geçirdi. Onu rahat bırakmayan insanlar burada da onun peşine düştüler, Şeyhzade 1952 yılında tutuklandı ve 25 yıl Sibirya’ya sürgün edilme kararı çıkartıldı. O dönemde halkı, vatanını düşünen ve bunu kaleme alan büyük yetenek sahipleri için bu geleneksel bir kader haline dönüşmüştü. Zaten sovyetler birliğinde her bir yazar, sanat adamına gizlice cinayet dosyası açılır, sonra yıllar geçerken bu dosya doldurulur ve KGB (milli istihbarat) artık yeter kanaetini vardığında yazara çare görülürdü. O sorguya çekilir, işten azledilir, dövülür, hebsa atılır, surgun edilir, kursuna dizilirdi. O suçsuzluğunu hiç bir şekilde isbat edemez, kimse onu savuna bilmezdi. Şeyhzade de başına gelen külfet ve baskıları daha sonra “Hıyaban” şiirinde şöyle ele almıştı :

 
…Ama talih beni daim sevmedi,
Bazen zaman yılı yıla hiç bağlamadı.
Sahralara rastladım ki, ne ırmak, ne göl,
Sürgünlere gönderildim, ne ufuk ve ne yol, -
 

Lakin başına gelen külfetler Şeyhzade’nin iradesini kıramadı, o parlak geleceğe olan inancıyla yaşadı, iyimser bir şair olmaya devem etti.

Şairin geçtiğimiz yüzyılın 20’li yıllarından 60’lı yıllarına kadar olan dönemdeki edebi hayatında gündem olan konuları işleyen şiirleri daha ağır basmaktadır. 1958 yılında neşredilen “Çeyrek Asır Divanı” seçme eserler toplamına giren birçok şiiri işte bu kategorideki şiirlerdir. Ama yeri gelmişken şunu da belirtmemiz gerekir ki, şair bu dönemde yazdığı bazı şiirlerinde kendisini vatansever, hürriyet ve adaletin savunucusu olarak ortaya koymaktadır. Örneğin “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kalıbında yazılan “Phenyan’ın kanı” şiirinde (1951) şairin hürriyet ve özgürlük duygularının gizlendiğini görebiliriz.

 
Erk aşkında kaynayan o asıl kan,
O günahsız kızıl kan,
Bebekler beşiğinden döküldü,
Analar kalplerinden döküldü,
Ve evlerin gözlerinden,
aynalardan döküldü.
Ah, o gün nice masum kızların
tebessümü solmuştur!
Elbet gökte inatçı katil
bunu görüp gülmüştür!
 

Bu mısraları okurken istemsizce tarihçilerin Çar hükümetinin memleketimize ettiği vahşilikler, katliamlar hakkındaki şahitlik ettikleri aklımıza gelir. Yeri gelmişken tarihçi Beyani’nin sömürgeci Çar askerlerinin Mangıt kalesindeki çocuk, yaşlı dinlemeden, hatta kedi ve köpekleri bile öldürüp, bir katliam gerçekleştirdiği aklımıza gelir. Kızıl ordu üniformasını giyip gelen Daşnakların 1918 yılında Kokand’ı kana buladığı, yağmaladığı aklımıza gelir. Bugün biz bu satırları yazarken Şeyhzade’nin bunları kastedip kastetmediğini anlamak güç. Ama şunu da söylememiz gerekiyor, şairin kalbi özgürlük ve adaleti ayakaltı eden sömürgecilere karşı nefret beslediği aşikar. Aynı zamanda şair bu kırımlar için bir gün cevap verileceğine, “Adaletin haksızlığı lanetle ateşe gömdüğü” günün, yani bağımsızlık gününün geleceğine tüm kalbiyle inanırdı:

 
Senin asıl ve kızıl
o günahsız kanların,
Baskıncıyı boğacak
müthiş tufan olacak,
O haykıran anaların feryadı –
Çekirgeyi kovacak,
Kısas – boran olacak!
 

Bu mısraları okuyan okurun kalbinde erk, özgürlük, hürriyet duygularının uyanmaması mümkün değil.

60’lı yıllarda onun şiirleri daha da ünlendi. Şairin “Göller”, “Şiir- gerçek güzelliğin kız kardeşiymiş”, “Özbekistan”, “Park” gibi şiirlerinde benzersiz teşbihlerin olması, düşüncelerinin berraklığı, tasvirli ifadeleriyle ayrı bir yere sahiptir. Şeyhzade diğerlerinin göremediği şeyleri gördü, yeni ahenkler, yeni şiirsel karakterler yarattı, akılda kalan teşbihler keşfetti. “Özbekistan” şiirinin daha ilk mısraları insanın dikkatini çekiyor:

 
Hep kapalı sandıkta saklanır hava,
Ama o kaybetmiş hava nefesin,
Ona hava demek, aslında değildir reva,
Tutuklu kalmıştır arzu hevesim.
 

İnsanın yaşaması için hava lazım, ama bu havayı sandığa hapsetmişler, bir de bunun üstüne o hava olma özelliğini de çoktan kaybetmiş, tutukluluk arzu ve hevesi boğup öldürmeye başlamıştır. Bundan anlaşılacağı üzere memlekette insanın insan gibi yaşayabilmesi için hiçbir imkân kalmamıştır. “Hâlbuki bu çağlar erkin pervazda, Halka yoldaş olup oynayıp koşan”, geçmişte hür, özgür yaşayan lirik kahraman şimdi arzu hevesten bile yoksun kalmıştır. Bu erksizlik, tutkunluk sovyetlerin hükmettiği döneminin dehşetli manzarasıdır. Bu öyle bir ortam ki, “Eskiyip, bulanıklaşan kırık aynada, Güzeller hüsnünün viranesi var”. Bu mısralarda her türlü erkinlik, hürriyete, özgür düşünceye, hatta arzuya bile kelepçe vuran totaliter sovyetler döneminin iç yüzü açıkça resmedilmiştir.

“Şiir – gerçek güzelliğin kız kardeşiymiş” şiirini belli bir derecede yukarıdaki şiirin mantıksal devamı diyebiliriz. İlk bakışta şiirdeki konu poetika, sevgi ve güzellik olduğun düşünülür. Hakikaten de şair sevgiyi, güzelliği yüceltir. Övmek de, ama ne övmek; Şeyhzade güzelliği, sevgiyi öylesine övmekle yetinmiyor, mısraların içine toplumsal sorunları da anlamlı bir şekilde sindire sindire yazıyor.

 
Şiirsiz sokağı talih lanetlemiş,
Burada sevginin menzili kapalı…
Kıvanç burada gezer keyfi de kaçmış –
Yaşlı müştak gibi boynu de bükük…
 

Talihin lanetlediği sokakta sevginin menzili kapalı, mutluluğun boynu bükük olması okuru düşünceye sürükler. Anlamlı bir şekilde yazılan bu mısralardan okur adalet ve sevginin olmadığı yerde güzellik olmaz; bundan dolayı da adalet ve güzelliğin karar bulması için mücadele etmek lazım diye bir sonuca ulaşır.

Şeyhzade’nin bakış açısı, estetik dünyası onun sadece tiyatro eserleri ve şiirlerinde değil, belki edebi eleştirel makalelerinde de kendini göstermektedir. Şeyhzade’nin oyun yazarlığı, şiirleri hakkında çok yazı yazılmıştır, ama onun araştırmacılığı üzerinde yeteri kadar durulmamıştır. Bundan dolayı Şeyhzade’nin edebiyatçı bir âlim olarak yazdığı eserleri üzerinde biraz durmamız doğru olur diye düşündük.

Şeyhzade edebi tenkidi makaleleriyle kendisinin edebiyatın maksat ve vazifelerini, kanun ve kurallarını iyi anlayan ve anlatabilen, eserleri edebiyat ve içtimai düşünceyi geliştirme açısından doğru değerlendirebilen bir âlim olduğunu gösterdi. Eleştirmen birçok makalesinde öncelikle meselenin derin mahiyetine dikkat eder; yazar dönem ve cemiyet için ne kadar önemli meseleyi kaleme aldığını, hangi fikirleri öne sürdüğünü belirtir, daha sonra istediklerini bedii bir şekilde dile getirmeyi başarmış mı, başarmamış mı – işte bu yönlerini tahlil etmeye ve açıklamaya çalışır.

Şeyhzade bilimsel ilgisinin çerçevesinin geniş olduğu göze açıkça çarpar. O klasik edebiyatımızın dehaları – Alişir Nevai ve Nizami Gencevi, Zahiriddin Muhammed Babür, sonra Furkat ve Mukimi hakkında da, çağdaş yazarlar ve Rus edebiyatı şairlerinin edebi hayatı hakkında da kayda değer makaleler yazmıştır. Alişir Nevai ve Nizami Gencevi, Mukimi ve Furkat hakkındaki makaleleri okurken Şeyhzade’nin bu deha şairlerin edebi hayatına ait kaynakları iyice araştırıp öğrendiğini ve daha sonra kendi fikirlerini sunduğunu söyleyebiliriz.

1965 yılında yazılan “Şiir Denizinden Damlalar” makalesinde Şeyhzade Alişir Nevai’nin döneminin en arif ve danişment kişisi olduğunu belirtmiş, bunun yanı sıra onun klasik şiir sanatını çok iyi bildiğini örneklerle kanıtlamıştır. Özellikle, klasik şiirin gelişiminde büyük rol oynayan tenasüp sanatı (anlamlardaki ilişki ve yakınlığı zıddiyetle değil, uyumluluğuna göre bir yere toplamak) üzerindeki Nevai’nin yeteneğini onun bu gazelini örnek vererek kanıtlamayı başarmış:

 
Örtenürmen geceler hicrinde andak kim, çarağ,
Revşan, öyle, rişte cismimdir, gönül ot, aşk yağ.
 

şöyle der: “Yârinin hicrinde, yalnızlık acısını çeken şair kendisini yanan bir muma benzetir. Ama bu zor teşbih gayet katı ve muntazam kaideye – “tenasüp” sanatına boyun eğdirilmiştir. Örneğin: gecenin manzarası ve ayrılık durumu (hicran) birbirine ruh hali bakımından çok yakın. Ama gece odada ışık (mum) yanıyor. Bu da gecenin bir özelliğidir. Ama ışığın (mumun) ilişkisi (ipi) de var (şairin vücudu). Çırak ışık saçması için onun yanması lazım (onun ateşi – şairin gönlü). Mum yanarken eriyip akıp dökülür (şairin gözyaşı). Bundan görünüyor ki, burada bağlanma kuralı derin ressamlık prensibine uydurulmuştur”.

1947 yılında yazdığı “İlyas Yusuf Nizami” makalesinde eleştirmen Nizami sanatı hakkında yazarken şairin “hüsnü tehlil” (olayı bilmesine rağmen daha sade bir biçimde anlatmak) sanatını bir örnek ile açıklar. Şeyhzade bu makalesinde Nizami Azerice bilmesine rağmen eserlerini niye Farsça yazdığı konusu üzerinde de durmuştur. Eleştirmen XII yüzyıl koşullarında Kafkas, Orta ve Küçük Aysa hem de diğer Müslüman ülkelerde Farsçanın şiir dili konumuna geldiğini, bundan dolayı da Nizami kendi isteğine zıt olsa da eserlerini Farsça yazmaya mecbur kaldığını belirtir. Bunun dışında, Şeyhzade’nin kaynaklara dayanarak verdiği bilgiye göre en önemli etkenlerden biri de eserleri sipariş eden dönemin yetkili kişileri, padişahlar Türkçeyi hor görüp, ecnebi dili olan Farsçada yazmayı şaire şart olarak koymalarıdır. Nizami “Leyla ile Mecnun”un giriş kısmında Şirvan Şah’ın böyle bir buyruğu olduğunu beyan etmiştir. Nizaminin eserlerini Farsçada yazdığından yola çıkarak onu hala Fars diye düşünenler Şeyhzade’nin bu makalesini okuyup gözleri açılacağına ne şüphe!

Şeyhzade çağdaş edebiyat konusunda da kendisini bilim sahibi bir uzman olarak gösterebildi. Zeki eleştirmen olmasının yanı sıra ilke sahibi, talepkâr, helal ekmek yiyen şefkatli biri olabilmesi lazım diye düşünüyoruz. Bu özellikleri Şeyhzade’de görebiliriz. Hâlbuki 30-50’li yıllar edebi eleştirmenlikte yazarın edebi hayatını hor gören, onun eserlerinde pislik arayan ve sonucunda şairi parmaklıklar ardına, sürgüne, hatta ölüme göndermeye sebep olan makaleler yazmak bir örf adet haline gelen zamanlardı. Ama Şeyhzade helal ekmek yiyen bir adam olduğu için de bu yollardan yürümedi. Onun Gafur Gulam, Hamid Alimcan, Samet Vurgun hakkındaki makalelerinde yazara karşı olan saygısı kendini göstermektedir. Şeyhzade yazarı ezecek, onun gururunu yere çarpacak şeyler söylememiş. Eksiklerini kibarca, kelimelerine dikkat ederek belirtmiştir. Örneğin, eleştirmen Gafur Gulam hakkındaki “Şair dili – halkın dili” makalesini 1964 yılında yazmış. Bu makalede eleştirmen Gafur Gulam “liriğinde gerçekten heyecanla üzerinde durulduğunu anlamak, fikirlerinde coşku ve ruhsal çöküşün, gazap ve şefkatin, mizah ve kederin, hatiplikle ressamlığın sentezini hissetmek zor değil” diye yazmış ve fikrini belli başlı örneklerle kanıtlamıştır. Gafur Gulam’ın hayatta olduğu zaman onun yüceltip övüldüğü, çoğu kişinin eleştirmeye korktuğu bir zamandı ve Şeyhzade “şairin tüm şiirleri başarılıdır diyemeyiz… Onda daha basit ve zayıf deyimler, boş vaaz veren unsurlara rastlayabiliriz” diye gerçek bir eleştirmenlik yaptı ve bu görüşünü de yine örneklerle kanıtladı.

Şeyhzade’nin tüm edebi eleştirel makaleleri bir seviyede, talepkarlıkla yazılmış diye düşünüyor değiliz tabi ki. Onun bazı makalelerinde talebin biraz azaldığını görebilir, zayıf olan eserleri zamaneye uyup hadden ziyade övgü yağdırdığını da söyleyebiliriz. Şeyhzade dönemin belli bir muhitinde yetiştiğinden gelen bu noksan o dönemdeki diğer yazarlarda da var. Şeyhzade’nin yazara saygı göstermesi, onun dışında şefkat ile yaklaşması, eserlerini halis değerlendirme ilkelerinin olması, Özbek edebiyatının en sağlam eleştirmenlerini şekillendiren etkenlerden biriydi. Bu da döneminin edebi hayatına büyük etki göstermiştir. Onun makaleleri günümüzde de kendi önemini yitirmemiştir. Bu eserler edebiyatı anlatmak için, ayrıca okurun zevkini terbiye etmek için hizmet etti ve halen de etmekte.

ADİL YAKUBOV ESERLERİNDE ADALET KONUSU

Özbek yazarı Adil Yakubov sadece Özbekistanda, Türk ülkelerinde değil, dünyaca meşhür edip idi. Büyük yazar Cengiz Aytmatov ona ustad diye hitap ederdi. Benim kanaatıma göre, Cengiz Aytmatov bu sözleri sadece nezakaten değil, ayni zamanda ustadın yazarlık kabiliyetine itiraf olarak de söylerdi.

Adil Yakubov 1927. yılında eski Türkistan şehri yakınındaki Karnak köyünde doğdu. Adil abi halk adamı, halktan biri idi, çocukluktan halkını çok iyi tanımıştı. Adil Yakubov köyde doğdu, köyde büyüdü, haksızlıklara çocukluktan şahit oldu, yani hayatın çetin yüzüyle, adaletsizliklerle erken yaşlarda tanıştı. Babası Egemberdi Yakubov vaktiyle yüksek devlet görevlerinde çalışmış, sonra 1937 de komünist rejim tarafından yok edilmiştir. Dört küçük çocuguyla kalan anası onları çok zor şartlar içinde buyuttu. Cahil, merhametsiz insanlar onları “halk düşmanının evlatları” diye aşağıladılar. Ama o ağır günlerde mürüvvetli insanlar öksüzlere şefkat ve yardım ettiler. 1945 den Adil bey 2. Cihan harbına katılıyor ve 1950 de askerlikten döniyör ve Taşkent Universitesinin filoloji fakultesinde okumaya başlar. Mezun olduktan sonra Moskovanın en meşhür “Literaturnaya gazetesi”nin Özbekistan muhabırı olarak on yıl çalışır. Sonra “Özbekfilim” sineme stüdyosında, Gafur Gulam yayın evinde editor, “Özbekistan Edebiyatı ve sanatı” gazetesi Başkanı, 1987 den Özbekistan Yazarlar birliği Başkanı, 1991 den Özbekistan Terminoloji komitesi Başkanı olarak çalıştı. Adil Ağa tüm Türk dünyası yazarlarının eserlerini Özbekçede yayımlamağa çok önem verdi, tercümanları destekledi, kardeş ülkelerin yazarlarının eserlerini gazete ve dergilerde, sonra kitap olarak yayınlattı. Azerbaycan, Kazak, Kırgız, Türkmen yazarlarının bür çoğuyla yakın dost idi. Ağa ağer hayatta olsa bu sene 91 yaşına girmiş olacaktı.

Adil Yakubov’u yakından bilen insan olarak, yazarın hayatı ve eserlerini oğrenerek onun karakterine özgü esas adalet için mücadale olmuştur diye kati demem mümkün. Adil Abi hayatta da, icadda da her vakit adalet için mücadele verdi, adaleti savundu, adalet taraftarı oldu. Onun Yazarlar birliğindeki toplantılarda, özellikle Moskova’da millet vekilleri kurultayında Özbek kadınının feci kismetini örnek vererek, Özbek halkını nasıl savunduğunu, o meşhür nutkunu iftiharla hatırlıyoruz. Filhakika adalet, milletinin hak ve hakikatı savunduğu için Adil Yakubov’u halkımız sevdi ve kadrını bildi diye düşünüyorum.

Adil Yakubov’un hikaye ve romanlarında adalet için mücadele, zorbalığa nefret sarih şekilde gözikiyor ki, bu boşuna değildir. Meşhur “Uluğbeyin Hazinesi”, “Köhne Dünya”, “Diyanet”, “Adalet Menzili”, “Mukaddes” ve başka romanlarında baş kahramanlar adaletsizliğe, haksızlığa baş kaldıran, insan özgürlüğü, halk erki için mücadale veren şahıslardır. Adil Yakubov sonki romanlarından birini “Adalet Menzili” diye adlandırdığının da sembolik bir anlamı vardır. Adil Abinin bir çok romanların baş kişileri cahillik, zorbalık, haksızlık, şefkatsızlık kurbanı oluyor. Ama eserler okuru kötümserliğe götürmiyor, bilakis adalet, hakikat, insan özgürlüğü için mücadaleye davet eder. Bu gayeleri sindiren okur hayata lakayt bakması asla mümkün değil. Bu milletini seven, insan özgürlüğü, kadrı, namusu, hak hukuku için mücadele veren yazar için büyük saadet!

Adil Abi için insandan öte değerli hiç bir şey yok ve olması da mümkün değildi. Onun eserlerinde toplumun insani mahiyeti insan saadeti nekadar temin edildiğine göre belirlenişi renkli bir şekilde gösterilmiştir. Zaten insani, adaletli toplum insana sevgi, onun kismeti ve istikbalı için özen göstermekle yetinmeden şahıs özgürlüğü, hukuklarının temini için lazim gelen tüm şartları da yaratır. Devlet, toplum, ülke insan hakları, özgürlüğü teminine hizmet etmesi gerekir. Adil Yakubov eserlerındeki kahramanlar iyilik, adalet için mücadele verirken, insani ideallar üzerinden ilerliyorlar. Yazar mükemmel karakterler yaratmakla zamanının hal edilmesi lazim gelen problemlerini ortaya koydu, edebiyatın hayatı değiştirici gücünden doğru istifada etti. Adalet, halk refahı, toplumun gelişmesine engel olan kusurları ortadan kaldırmak için mücadele Adil Abi yaratan olumlu kahramanların başlıca özelliğidir.

Önder yazar yaşayan ve icad eden eski sovyetler birliğinde millet ve şahıs özgürlüğü için mücadele temel hedefe dönüşmüştü. Zorbalık çok büyük illet, ama bu zorbalık çırağına yağ damızan amilleri göz önünden kaçırmamak gerekir. Mazlum, ram, muti olmak kırmızı imparatorluk değirmenine su veren amiller olduğu ay gün gibi açık olsa bile o durumda bunlar hakkında açık söylemek mümkün değildi, zaten kelle giderdi. Totaliter rejim milletlerin erkini, özgürlüğünü boğan, insan haklarını ayak altına alan o devirde sovyet zorbalığı değirmanına su veren mutilik, uysallık psikolojisina karşı mücadele, işbu illetlerin içtimai akıbetlerinin bedii tetkiki edebiyatımızın en önemli meselesi idi. Millet derdini kendi derdi olarak bilen ilerici edebiyat bu muammayı halka bedii vasıtalarla anlatmaya, onun gözünü açmaya çalıştı.

Ünlü Kırgız yazarı Cengiz Aytmatovun “Beyaz Gemi”, tanınmış Özbek yazarları Pirimkul Kadırovun “Erk”, Ötkir Haşimovun “Bahar Dönmez” ve başka benzeri romanlar gibi Adil Yakubovun “Diyanet”, “Kanat Çifte Oluyor”, “Billür Avizeler” gibi romanları işte o bastırılmas isteğin hasılası olarak meydana çıktı. Adil Abi bu romanlarında mutilik psikolojisina nefret, savaşan ümanizmi müzaheret ederek hayattaki ilerici, ışıklı tarafları terennum etti, adalet, hak hukuk, insan kamilliği yolundaki çeşit illetleri ifşa etmekle beraber bu illetleri doğuran ictimai koşulları da meydana çıkardı ki, bu o zamanda cesaret idi. Örneğin, “Billür Avizeler” romanına bakalım. Roman baş kişisi Nilüfer uysallığı, mutiliğiyle “Kanad Çifte Oluyor”daki Hamide, Cengiz Aytmatovun “Beyaz Gemi”sindeki ihtiyar Mömin, Pirimkul Kadirovun ‘Erk”indeki Ayşehan, Ötkir Haşimovun “Bahar Dönmez”indeki Mukaddem karakterlerine yakındır. Akıl-kari olmadığı, uysallığı, nihayet kocası Begimkulun “billür avizeleri”, yani zenginliği gözlerini kamaştırdığı için Nilüfer erkini, kadrını mala, ziynete yütüzüiyör, bunu anlayanda ise geç oluyor. Begimkul paraya tapınan, paradan başka hiç bir şeyi göze almayan hodbin ve zorba şahıs. Alın teri dökmeden gelen para onu ruhi sefalet, manevi aşağılık batağına batırmıştır. Nilüfer bu mühitte sıkılmaga başlıyor, ama Begimkulun iyi tarafa değişmesini sabrla bekliyor. Böyle uysallık, mutilik zorbalık alevine yağ döküyör. Giderek Begimkul Nilüferin erki, hak hukukunı iki kuruşa almıyacak derecede bir zorba halinı alıyor. Sonuçta Nilüferin gözi açılır ve özlüğünü anlayarak kadrı, insanlık gururu, hak hukuku için baş kaldırır.

Dikkat edilse, Begimkul zorba kırmızı imparatorluk, Nilüfer ise mazlum millet timsalı olarak ifadalendiği meydana çıkar. Adil Yakubov hakikat, adalet başarısı için kol kavuştırarak sabr etmek değil, belki Begimkullar dünyasına karşı mücadele vermek gerektiğini kahramanlar kismetine sindirmiştir. Romanı okuyan okur millet ve şahıs özgürlüğü yolundaki müthiş engel – kölelerce uysallık, mutiliğin ictimai akibetlerini anlar. Bu ise o devir için milletin anlaması gerek olan önemli hakikat idi.

Yazarın “Uluğbeyin Hazinesi”, “Köhne Dünya” romanları orta çağlardan bahıs etse bile karakterler, olaylar eserler yazılan zamana uyar. Toplumda adaletsizlik, cehalet varken Uluğbey, İbni Sina gibi büyük devlet adamları, nüfuzlu alimler de aciz kalacagı, hetta saraylar da zindana dönüşebileceği, sıradan insanlar Kalander Karnaki ve Hürşide Banuların sevgisi berbat oluşu şefkatsız gerçekçilikle tasvir edilmiştir.

Çağdaş zaman konulu “Diyanet”, “Kanat Çifte Oluyor” gibi romanlarda dönemin hal edilmesi lazim gelen problemleri ortaya koyulmuştır. “Diyanet”teki Atakuzu, “Kanat Çifte Oluyor”deki Turabcan karakterlerinde milliy karakterin gelişmesi yolundaki engeller maharetle meydana çıkarılmıştır. Atakuzu için de, Turabcan için de reislik görevi önceleri halk bahtı, refahı yolunda çalışmak vasıtası olmuş, ama sonra bu görev gözlerini kamaştırmış, söhret, otorite kaynağına dönmiştır. Giderek onlar adaleti, baskaların hukukunu bastırırlar. Halbuki onlar halkın rehberi, gençler hayat yolını seçerken onlardan nemune alır. Halkın önderi olan, başkaları terbiye etmeğe üstlenen şahısın kendisi terbiyeli olması lazim. Atakuzu, Turabcan gibiler toplum, millet saadeti micahitlerini değil, kendine benzeyen hodbin, şöhretperest şahıslar ve lakayıt, hayat hadiselerini tahlil etmek kabiliyetinden mahrum, muti kimseleri yetiştirirler. Böyle mutilerin çoğalmasından onlar menfaatdardır, çünki muti insanları yönetmek kolaydır, bu mühitte zorbalık, hırsızlık, uzun yıllar iktidarda kalmak için yol açılır. Atakuzu ve Turabcan her işi doğru yaptığına, yerinin bir başkası tarafından tutulamıyacağına inanırlar, hayrete şayan başka şey çevresi de bu kanaattadır. Bu tip şahıslar bir zamanlar yaptığı iyi işlerine rağmen milletin gelişmesi, toplumun ilerilemesine engel oluyor. Yazarın zorbalık, adaletsizlik, hodbinliğe nefreti sanat yoluyla ustalıkla, maharetle açığa çıkarılmıştur.

Şartlara göre insan adalet, hakikatı her an açık söylemesi mümkün değil. Adil Abi totaliter kırmızı rejimin millet hak hukuku, özgürlüğünü ayakaltı ettiğini, çiynediğini edebiyat vasıtasıyla şöyle canlı ve renkli anlattı. Onun okurları, talebelerı arasından binlerce hakikat ve adalet mücahitları yetişti. Yazarın saadeti bu değilmi?!

Ustad çocukca saflık ve temizlik timsali idi. O küçücük bir olaydan çocuklarca sevinirdi. Kendim buna çok kere şahit oldum. Büyük Özbek yazarları Abdullah Kadirinin “Geçmiş Günler”, Aybeğin “Nevai”, Pirimkul Kadirovun “Babur”, Şükrullahın “Kefensiz Gömülenler” romanlarıyla beraber Adil Yakubovun “Uluğbeyin Hazinesi”, “Köhne Dünya” romanları Ahsen Batur tarafından Türkiye Türkçesine tercüme edilip yayınlandığında ustad gayet sevinmişti.

İlk olarak “Geçmiş Günler” ve “Uluğbeyin Hazinesi” Türkiyede yayımlandı ve Türkiye okurları Özbek edebiyatını yeniden keşif etti. Zatan o güne kadar çağdaş Özbek edebiyatı Türk okurunun eline ulaşmamıştı. Türkiye okurları dünyaca meşhür, günumuze kadar 25 dile tercüme edilip yayımlanan “Uluğbeyin Hazinesi” romaniyle Adil Yakubovu yazar olarak tanıdı, keşfetti. Bu romanın yaradılış tarihı, takdiri hakkında ustad şöyle demişti: “Roman bir kaç yıllık devamlı ciddi çalışmanın neticesidir. Onu yazarken kah yazdıklarım doğru, güzel olduğuna inanarak devam ettim, kah şüphelere kapıldım. Niyayet 1973. yılı romanı bastırdım. Ama ilk günleri endişeli idim. Zaten benden önce Uluğbey hayatı hakkında ustad Maksud Şeyhzade meşhur eserini yazmıştı. İkinci taraftan okurlar beni aşk sevgi hikayeleri yazarı olarak tanırdı, bu ciddi roman onun ilgisini çekermi acaba, diyordim kendi kendime. Bereket, çok geçmeden basında iyi, sevindirici makaleler yayınlanmaya başladı. O sırada ben halkımız kendi tarihını, geçmişteki büyük insanlarının kismetini, onların hak ve hakikat yolundaki hizmetlerini, bu gün için de ders olabilecek hayatını bilmeye ne kadar içten isteşini anladım. 1975. yılı roman Rusçaya çevirilip Moskovanın “Drujba narodov” dergisinda yayınlandı. Bir akşam eve dönüp, masamın üstünde bir zarf görgüm. Mektup Cengiz Aytmatovdan idi. Endişe içinde mektupu okumaya koyuldum. Hayır, boşuna endişe etmişim, Cengiz çok iyi sözler yazmiş, Uluğbeyin faciası kendi zamanından bin yıllarca ileri giden ve bu yüzden zamanıyla keskin ziddiyete giren büyük şahısın faciası ikeni romanda ustalıkla gösterildiğini vurgulamıştı, sevindiğini yazmıştı. Çok hoşnut oldum. Çok geçmeden başka büyük yazarlardan tebrik mektupleri, diger ülkelerden romanı tercüme ve basmaya izin istep iltimaslar gelmeye başladı. Hayır, ben bunları romanımı övünmek için hatırlamıyorum. Bedii eseri tenkidle aşağılamak mümkün olmadığı gibi, her turlu övünmekle de yükseltmek mümkün değil. Bunu iyi biliyorum. Ben sadece bu mektuplerden sonra kendi işimi yine de mesüliyetli olarak yapmam gerektiğini anladım, demek istiyorum. O yüzden de “Uluğbeyin Hazinesi”nden sonra bir kaç vakit elime kalem alamadım”.

Gerçi Adil Abi yurt dışında yayımlanan romanlarına telif hakkı olarak sembolik bir şey almışsa da kendine ve başka Özbek yazarlarına kardeş ülkede gösterilen dikkat ve ihtimamdan gayet sevinmişti. Türkiyenin nüfuzlu gazetelerinden “Türkiye” gazetesinde Adil Yakubov hakkında benim makalem yayınlandığında da ustad çok memnün olmuştu. Adil Abi dünya, azcümle Türkiye edebiyetını daima okur, çok yazarları bilirdi. Benim: “Türkiye edebiyatı hakkında neler soylemek istersiniz?” sualıma ustad şöyle yanıt vermişti:

“Türkiye edebiyatı büyük bir edebiyattır. Komünist dönemde o zamanki şartlar içinde Özbek okurları Nazim Hikmet, Aziz Nesin, Reşat Nüri Güntekin, Yaşar Kemal gibi bir kaç yazarı tanırdı, o kadar. Son zamanlarda biz Türkiye edebiyatını yeniden tanımaktayız. Rusçadan değil, doğrudan doğru Türkiye Türkçesinden Özbekçeye çeviri yapabilen tercümanlar yetişti. Kendiniz de Yavuz Bahadıroğlu, İsmail Bozkurt, Suat Derviş gibi yazarların romanlarını tercüme edip onları bize tanıtdınız. Gelecekte Türkiye’den yine de güçlü, yine de kabiliyetli yazarlar yetişecek, onlar da hak, hakikat ve adalet için mücadele verecek”.

Türkiyenin “Kardeş kalemler” dergisi siparişine göre 2009 yılında ustadla üç saat mülakat etmiştim. O zaman Adil Abi: “Hakiki edebiyatın halkın kalbindekini, derdini söylemesi, hak, hakikat ve adalet için mücadele etmesi gerekiyor. Okurun kalbini titretmeyen, onu iyiliğe, adalet için mücadeleye, güzelliğe yönlendirmeyen edebiyatın ne gereği var?” demişti.

124,69 ₽
Жанры и теги
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
01 августа 2023
ISBN:
978-625-6853-87-4
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают

Эксклюзив
Черновик
4,7
225
Хит продаж
Черновик
4,9
529