promo_banner

Реклама

Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Soğuk Rüya», страница 2

Шрифт:

O gece tanıyorum Mir Seyit’i. Nöbetçi olduğum geceler bir bahane bulup odama geliyor. Konuşuyoruz. O kestirme yoldan köye gidiyoruz. Kuzuları, köpekleri seviyor; tayları, kara batan keklikleri kovalıyor; çiçek toplayıp kuşları seyrediyoruz. Sonra o bisikletine biniyor, ben de babasının atına… O pedal çeviriyor telaşla, ben atı mahmuzluyorum. Aşağı Civanlı’dan dereye inen bir yol var, o tozlu yolda yarışıyoruz.

***

Mart ayının başları… Hava ılık, bir cuma günü… Nöbetçiyim. Ovadaki badem ağaçları, kayısı ağaçları kırmızı tomurcuklarını yarıp bembeyaz çiçeğe durmuş. Esen yelde bir bahar kokusu var. Rüzgârın yönü değişmiş, artık salkım söğüt, akasyaya doğru eğiliyor.

Akşam etüdünden biraz sonra zil sesiyle koğuşlara çekiliyor çocuklar. Gelir diye bekliyorum ama o gece gelmiyor Mir Seyit. “O da alıştı” diyorum, gülümsüyorum.

Cumartesi sabahı erkenden kalkıyorum. Pansiyonun bahçesi her zamankinden daha kalabalık. Her on dakikada bir, pansiyon binasının bahçe kapısına bir köy dolmuşu duruyor. Dolmuştan inenler, yüzlerce çocuğun içinde kendi çocuklarını arayarak bahçeye doğru yürüyor, dolmuşlardan inenleri tanıyan çocuklar ise kapıya doğru sevinçle koşuşuyor. Her kadının, her adamın başında onlarca çocuk…

“Dağların karı sökmüş, yollar açılmış,” diye geçiriyorum içimden.

Pansiyon binasının kenarındaki lojmanda oturan öğretmenlerin çocukları da bahçede. Nazan Hanım’ın oğlu Tunç, bisiklet sürüyor, sekiz-on çocuk da bisikletin arkasından koşuşturuyor. Mir Seyit’i arıyor gözlerim. Az ileride, ziyaretçisinin gelmeyeceğini biliyor. Duvarın dibine çökmüş, elini yanağına dayamış, gözünü kırpmadan bisikleti izliyor.

Pansiyondaki çocuklardan bir bölümüne izin veriyorum, anneleri babaları ile birlikte, salıverilen birer mahkûm sevinciyle uzaklaşıyorlar. Kalan çocuklar, bahçede gezinip duruyor. Tunç, bisikletini bırakıp diğer çocuklarla birlikte koşup oynamaya başlıyor. Mir Seyit, oturduğu yerden kalkıp bisiklete doğru ilerliyor, bisikletin yanına çömelip oturuyor. Dokunmaya başlıyor bisiklete; direksiyonunu tutuyor, eliyle pervanesini döndürüyor, pedalını çeviriyor, seviyor, okşuyor bisikleti. Az sonra lojmanın penceresinden sarkan Nazan Hanım’ın sesi yükseliyor:

“Heeey! Çekil oradan geri zekâlı! Bırak o bisikleti! Tuuunç, Tuuunç! Bisikletini al ve çabuk eve gel, çabuk! Bir daha görmeyeceğim seni o çocukların içinde!”

Mir Seyit az önce oturduğu yere doğru yürüyor, Tunç direniyor, omuz silkiyor, gitmek istemiyor ama annesinin tehdit dolu sözlerine daha fazla dayanamıyor. Bisikletine binip lojmana doğru sürüyor. Mir Seyit duvarın dibine oturup Tunç’un arkasından uzun uzun bakıyor…

Akşamüstü, Cumartesi günü nöbetçi olan öğretmenler geliyorlar. Sıraya dizip sayıyorum çocukları, izin kâğıtlarını da… Eksik yok, nöbetçi öğretmenlere teslim ediyorum çocukları…

Pazartesi sabahı…

Öğretmenler odasında bir hengâme. Konuşulanlardan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum.

“Duydunuz mu?”

“Neyi?”

“Pazar günü, pansiyondan bir öğrenci kaçmış.”

“Çocuğu bulamamışlar!”

“Jandarma, köylerinin yakınlarına kadar gitmiş, her tarafı aramışlar, iz bile yokmuş.”

“Belki bulunur diye ailesine haber vermemişler.”

“O çocuğu tanıyorum, ziyaretine hiç kimse gelmezdi.”

Bu sözlerden sonra bir korku kaplıyor içimi, pencereden Tekelti Dağı’na doğru bakıyorum ve telaşlı bir soru dökülüyor dudaklarımdan:

“Hangi çocuk kaçmış, kim kaçmış?”

“Nazan Hanım’ın sınıfından…”

“Kim?”

“Herhâlde köyüne gitmek istemiş, adı da Mir Seyit imiş.”

“Mir Seyit mi?”

Pencerenin ağzında donup kalıyorum. Dilim tutuluyor, konuşamıyorum. Duyduklarım yalan olmalı ya da soğuk bir rüya…

Her kafadan bir ses geliyor ama artık konuşulanları duymuyorum. Okulun bahçesindeki yüzlerce çocuğu tek tek süzmeye başlıyorum. Hiçbiri Mir Seyit’e benzemiyor. İnanmıyorum. Sanki o öğrencilerin içinden çıkıp gelecek, sanki sınıfta adı okununca “Burada!” diyecek.

Okul müdürü geliyor. Yüzünde felaket habercisi bir ifade…

“Mir Seyit’i bulmuşlar.” diyor, “Donmuş.” Müdürün son söylediği kelimenin harfleri, birer bu kalıbı gibi tek tek dökülüyor ağzından.

Ben de donuyorum o an. Hiçbir baharın çözemeyeceği bir buz kütlesi oluyorum. Sanki binlerce insan var öğretmenler odasında. Sesler birbirine karışıyor. Kaçmak istiyorum odadan, kaçmak… Sınıfın duvarları üstüme üstüme geliyor. Ne kara tahta, tebeşir, kitap, defter, kalem ne de çocuklar… Sınıfta bir tek ben varım, bir de Mir Seyit’in hayali. Pencerenin önüne dikiliyorum, gözlerimi Tekelti’ye çevirip umutsuzca bakıyorum dağlara…

Tekelti’nin ak döşünde bir karartıya takılıyor gözlerim. Mir Seyit! Kestirme yoldan dağa doğru tırmanıyor. Güneş bulutların arasından sıyrılıp ölgün ışıklarıyla gülümsüyor ve hemen kayboluyor. Yukarı doğru çıktıkça, köye yaklaştıkça yüreği büyüyor Mir Seyit’in. Adımlarını sıklaştırıyor, daha hızlı yürümeye başlıyor.

Ak Toprak, Boğum Deresi, Tek Söğüt… Bir bir geçiyor Mir Seyit. Soğukbulak’a bir varsa, köy görünecek. Soğukbulak’ta, Kız Kayası’na çıkıp bağırsa, köye duyulur.

Hava kararmaya, rüzgâr ulumaya başlıyor aniden. Kar sepeliyor. Mir Seyit, bir karşısındaki dağa, bir de dönüp arkasına bakıyor. Ne şehir, ne okul, ne koğuşlar… Ellerini ağzına götürüp nefesiyle ısıtmaya çalışıyor ama nefesi de üşüyor Mir Seyit’in. Yüzüne kar taneleri savruluyor durmadan, yanakları acıyor.

Kız Kayası birkaç yüz metre önünde. Karlara bata çıka yürüyor ama dizlerinin dermanı kesiliyor o sıra. Ayaklarına tonlarca yük asılıyor sanki. Güçlükle Kız Kayası’nın dibine varıp kayanın duldasına sığınıyor. Ellerini, ayaklarını aramaya başlıyor. Elleri ayakları yok sanki. Hava iyice bulanıyor, kararıyor dört bir yan. Artık etrafındaki kayaları, ağaçları seçemiyor Mir Seyit. Uzaklardan köpek sesleri geliyor ve korkuyor, ağlamaya başlıyor. Yönünü köye doğru dönüp son bir umutla bağırıyor sonra:

“Anneee! Anneeeeee!”

Uğuldayan rüzgâr, Mir Seyit’in sesini de yutuyor. Mir Seyit’in boğuk sesi, tipiye karışıp kayboluyor. Korkuyla çıkıyor kayanın kovuğundan. Bir an önce köye varmak için karların içine atıyor kendini. Birden ayağı tökezliyor ve göğsüne kadar kara saplanıyor. Kanatları ıslanmış bir keklik gibi çırpınmaya, karın içinde debelenmeye başlıyor. Ayak parmaklarına, ellerine ılık bir su dökülüyor sonra, ısınıyor elleri ayakları. O sıcaklığı bütün vücudunu sarıyor sonra, hiç üşümüyor. Bir yaz günü, derenin kenarında çıplak ayaklarla koşuyor ve yorulup yemyeşil çimenlere uzanıyor. Ağır bir uyku basıyor gözlerini. Birden, çok uzaklardan gelen babasını fark ediyor Mir Seyit. Babası, elinde bir bisikletle ona doğru geliyor.

Kalkıyor yerinden Mir Seyit, babasına doğru koşuyor, koşuyor, koşuyor…

KARABAĞ KAÇKINLARI

Öğretmenevinin salonundan tar sesi geliyordu. Yürüsem, ana caddeye çıksam, uğultular içinde kaybolacaktı bu ses. Dalları, sokağa eğilmiş salkımsöğüdün altında durdum. Bu ses, bütün seslere hükmetti biraz sonra ve bütün sesleri tek tek sildi sokaktan. Önümde uçsuz bucaksız bir düzlük uzadı ve sisler, dumanlar içinde kayboldu şehir.

Kim bilir, hangi âşık yüreğinin yanık nağmelerini dökmüş bu tara, hangi yürek tutuşturmuştu bu nağmeleri. Bir yürek sızlaması bu ses ve binlerce feryat… Öylesine yanık, içli, ölgün öylesine bezgin, dertli… Dinledikçe, beni kendine çekti bu ses, dev bir dalga gibi yuttu beni ve ıssız bir sahile sürükledi. O sahilde bir tek ses vardı: Bu tarın sesi…

Dar sokaktan hızla geriye döndüm. O ahenkli ses, ılık bir rüzgâr gibi kuşattı tüm bedenimi, içimi delip geçti. Lodos değmiş kara döndüm, eridim. Sonra ateşler, alevler, korlar döküldü üstüme. Sesin geldiği yere doğru, bir yitiğini bulmuş gibi telaşlı adımlarla yürüdüm. Geç kalsam, çok ötelerden gelen bu ses bitecek, kaybolacak, eriyecekti. Dumanlar çekilecek, birbirine geçmiş şekilsiz, iğreti binalar, eğri büğrü yollar tekrar yığılacaktı önüme.

Basamakları ikişer ikişer çıktım, merdivenin başında durdum. Şah perdede titreyen, çırpınan bir mızrap, her makamda ayrı bir kedere batıyor, Şur, Segâh, Mugam makamında hüzünler, yürek zarında inleyen bir sese dönüyordu. Bu ses, yaylalardan ansızın inen bir sel gibi çağlayıp doldu içime. Sonra, tara eşlik eden, ince bir ses kolumdan tutup çekti. Salonun kapısına dayandım, içeri girmeye çekiniyordum.

Tar, ağır, hüzne batmış bir taksim yaptı ve bir mahnıya ses vermeye başladı. Tara eşlik eden o ince ses, tellerin yangınını, tellerde büyüyen, çoğalan hüznü söze dökmeye başladı. Tar, o sözlerin her bir hecesine eşlik ediyordu:

“Dost baaağıııııındaaa açılııııpdı güüüül, Güleee sarıııılıpdıı bülbül…”

Tar sustu. Salondan taşan yüksek ritimli bir nağara sesi, akordeonun ince, kıvrak sesine karıştı. O hüzünlü ses de coşkun bir aşk nağmesi oldu, bir çağrıya dönüştü:

“Mehribanım, Mehribaaaan gel oynaaa gül oynaaa. Gözeeel oğlan, göözel gıııız çal oyna…”

…Ve bütün sesler sustu. Bir anlık sükût kapladı salonu. Sonra, sitem dolu bir ses parçalayıp dağıttı o sükûtu:

“Olmur, e! Olmur! Olmuuuur!” Ay Özge! Bes, sen neynirsen? Oyuna hardan giripsen? Tamer! Hemişe sene demirem? Niye gızın gabağına varanda kollarını aşağı salırsan? Budu, bak, belece edeceksen.”

Kapıyı biraz daha aralayıp, ayaklarımın ucuna basarak içeri süzüldüm. Salondaki gençler pür dikkat, sitem eden sesin sahibini dinliyordu. Ufacık boylu bir adam… Sesi öyle buyurucu ki, birden “Sen ne geziyorsun burada, çık dışarı!” dese, hiç itiraz etmeden çıkıp savuşacağım. Salondaki o hüzün, o yangın, coşku, davet… Büyülü bir perdenin ardında kaldı. Salondakilerin hepsi, âdeta kendini parçalayan adamı dinliyordu. Bütün gözler ondaydı.

Sessizce çalgıcıların yanına iliştim. Akordeon çalan adam ayakta, akordeonu da boynundaydı. Nağaracı, nağarasını kucağına almış bekliyordu. Tar, onların yanındaki sandalyenin üstündeydi. Gövdesi sedef işlemeli bu tar, az önceki seslerin sahibi olmalıydı. Garip, melül, mahzun yatıyordu sandalyenin üstünde, bir uzak diyarda, gurbetteydi sanki. Galiba o ufak boylu adam çalıyordu bu tarı. Ya o hüzünle dolup sonra sokağa taşan yanık ses? Akordeoncu ve nağaracı da can kulağıyla, bu ufacık adamın söylediklerini, dinliyorlardı. Ufak boylu adam, gâh kızlara seslenip bin bir nazla, işveyle salınıyor; gâh erkeklere seslenip sert ve kıvrak hareketlerle alıcı kuşlar gibi dönüyor, kanatlanıyor, süzülüyordu. İlerlemiş yaşına rağmen işini samimiyetle, aşkla yapıyordu.

Başlarına siyah kalpaklar giymiş, deri çizmeleri diz kapaklarına kadar çıkan ve belleri hançerli delikanlılar, rengârenk ipekli şallar içinde, gözleri sürmeli, ceylan gibi genç kızlar… Hepsi bu adamın etrafında halka olmuştu.

Boylanıp bu adama baktım. Üzerinde uzunca bir ceket vardı. Ceket, adamın üstünde palto gibi duruyordu. Ceketinin kollarını, bileklerinden geriye doğru katlamıştı ama ceketin kolları hâlâ uzundu. Adam kollarını aşağı indirdiğinde birden elleri kayboluyor; bu uzun ceket, onun küçük kollarını yutuyordu. Sağ yanağında derince yara izleri vardı. Belki bu yüzden hafifçe uzattığı ve iyice ağarmış sakallarını kesmemişti. Sağ gözü, diğer gözünden epeyce iri gözüküyordu, sanki biraz dışarı doğru fırlamıştı. Beyaz saçları geriye doğru taranmıştı ve ikide bir kolunu çemreyip bir elini alnına götürüyor, saçlarını arkaya doğru sıvazlıyordu. Yüksek sesle bir şeyler anlatırken ağzının sol yanında altın bir diş parlıyordu. Bu altın diş, neredeyse siyahlaşmış, seyrek, dokunsan düşecekmiş gibi duran diğer dişlerinin arasında çok garip duruyordu. Yüzündeki ve alnındaki derin çizgiler, bu adamın dünyayı kaç yıldır adımladığından haber veriyordu.

Adam, herkesi uyarıp neler yapmaları gerektiğini bir bir anlattı:

“Yahşı? İndi baştan.” dedi yüksek sesle. Oturuşumu değiştirdim, toparlandım. Sanki bana da bir şeyler söylemişti bu adam. Sanki ben de bir şeyler yapacaktım.

Genç kızları, delikanlıları yeniden sahneye dizdi. Arkasına bakarak hızlı hızlı gelip tarı eline aldı ve oturdu. Sağa sola bir daha baktı, birden gözlerini bana dikti, bakışlarını üstümde gezdirdi bir süre. Yuvasından fırlamış iri gözünde, bir felaketin izleri vardı. İçim titredi. Sonra dönüp nağaracıya başıyla işaret etti ve tarı göğsüne bastırdı. Tara öyle bir sarıldı ki, bu adamla, bu tar arasında anlaşılmaz bir yakınlık, bir aşk, bir bağlılık vardı.

Herkes hazırdı, ben de… Nağara “düm tek, düm tek” bir ses verdi, adamın küçük elleri, tarın tellerinde dolaşmaya başladı. Akordeonun sesi çok derinden geliyordu. Yine o ağır hüzünlü parçayı terennüm etmeye başladılar.

Tar çalan adama daha yakından baktım. Dışarı doğru fırlayacakmış gibi duran gözü, boş anlamsız bakıyordu, o gözünün görmediğini fark ettim. Yakından bakınca, yüzündeki yara izlerinin çok derin olduğu anlaşılıyordu.

Sahnede ipekli giysiler içindeki kızlar, sahnenin ortasında, bir başka kızı daire içine almışlardı. Erkekler de onların çevresindeydi. Müzik başlar başlamaz kızlar, duru bir suda, kamışların arasında salınan sunalar gibi âdeta kayarak kenara çekildiler. Ortada ince, zarif, dal boylu bir kız kaldı. Birden, seri hareketlerle sahneye gelen delikanlı, o kızın etrafında dönmeye başladı. Yalvarırcasına hareketler yapan genç, bir şahin gibi kollarını iki yana salıp kızın etrafında kur yapıyordu. Kız, mavi ipekler içinde bir gök kumru, bir güvercindi. Öyle bir nazlanıyordu ki, erkek oyuncu, etrafına bakıp ellerini iki yana açıyor, bir çare arıyor, ara sıra ellerini yukarı kaldırıp Tanrıya yalvarıyordu. Kız, başından salınan tülün bir kenarı ile ağzını kapattı, eliyle oğlana “Git!” işareti yaptı. Oğlan kızdan uzaklaştı, hayalî bir aynaya bakıp süslendi, saçını başını düzeltti ve çevik hareketlerle yeniden kızın etrafında dönmeye başladı. Kız, duvağını açtı, güldü. O anda tarın hüzünlü sesi kayboldu, nağaranın ritmi hızlandı, akordeon coştu. O küçük adamın sesi de, coşkulu, davetkârdı:

“Mehribanım Mehribaaaan, gel oynaaaa, çal oyna. Gözeeel oğlan göözel kıııız çal oyna!”

Sahnede bir toy başladı. Delikanlı, nazlanan kızın elinden tuttu, diğer oyuncuların alkışları arasında sahnenin dört bir yanını dolaştılar. Sanki birlikte toya gelenleri selamlıyorlardı. Genç kızlar, delikanlılar, sahnenin dört yanından rengârenk bir sel olup aktılar, aktılar, aktılar…

Tarı bıraktı ufak boylu adam. Sahneye geldi.

“Besdi, yahşı!” dedi. “Yahşı, belece ey!”

Gençler, dışarı çıkarken uzun boylu, şık giyinmiş biri girdi içeri. Cebinden üç tane onluk çıkardı, çalgıcılara dağıttı. Tarcı boynunu eğip:

“Uşak hestedi.” dedi. “Derman alıp aparacağam, iki lira daha ver. Gelen hefte eksik verersen de.”

“Bana söylenen bu.” dedi adam. Başka para vermedi…

***

Sabah erkenden kapı zili çaldı. Hanım, mutfaktan bağırdı.

“Kapıya baaak!”

Kalktım, aceleyle kapıyı açtım. Yaşlı bir kadın, yanında da on yaşlarında bir kız çocuğu… Kız, -anası mı, ninesi mi- kadının eteğinden sıkıca yapışmıştı. Ben kapıyı açtığımda küçük kız, yüzünü kadının eteğine iyice gömdü. Uzunca bir beliği, beliğinin ucunda da rengi belirsiz bir kurdele… Kadın, buğulanan gözlerini kaçırdı benden. Gözlerinde anlaşılmaz bir tedirginlik vardı. Yazmasının ucunu, eliyle gözlerine götürdü. İnce, esmer, zayıf elini uzattı, boğulan bir sesle:

“Oğul” dedi, “Oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!”

Bu sözler, bir bıçak gibi saplandı yüreğime. Kanım içime aktı.

“İçeri gelseydin teyze!” dedim. “Gel, soğuk, çocuk da ısınır biraz.”

“Yoh, balam!” dedi. “Çoh sağ ol, gedek!”

İnce, zayıf, esmer elini kapatıp, apartman boşluğunun yarım aydınlığında, bir gölge gibi geriye döndü kadın. Kız da eteğe bağlıymış gibi, kadının savrulan eteğiyle birlikte dönüverdi. Kızın yüzünü hiç göremedim. Bir bahaneyle bu kızın gözlerini göreyim istedim, kapıdan sarkıp, ardından umutsuzca çağırdım.

“Küçük kız, adın ne senin?”

Kız dönüp bakmadı bile, kadının eteğine iyice sokuldu. Kadın, birkaç basamak aşağıdan seslendi, sesi bana kadar zor ulaştı ve soğuk duvarlara çarpıp kayboldu:

“Pünhane, balam.” Dedi. “Pünhane.”

Günlerce, gecelerce kızı düşündüm, geceler boyu konuştum o kızla:

“Pünhane! Gözlerin ne renkti senin? Ya ellerin, ellerin? O küçücük ayaklarınla mı kaçtın kurşunların, bombaların önünden? O küçük adımlarınla mı aştın dağları? Üşümedin mi Pünhane? Üşümedin mi? Yüzün niye çocuk yüzü değil, niçin bu kadar yanmış? Bombaların, kurşunların sesini duydu mu kulakların? Ya gözlerin, gözlerin ne renkti Pünhane? Akan kanı gördü mü o gözlerin? Kanlar sıçradı mı evinizin duvarlarına? Kanlar? Duvarların dibinde ağlayıp kaldın mı hiç? Bir ceylan gibi korkulu gözlerle kan içen sırtlanlara baktın mı? O zaman kaç yaşındaydın Pünhane? Okula gidiyor muydun? Ya kalemin, defterin, boyaların? Çizgi oynarken mi, tek ayağının üstünde sekerken mi düştü bombalar? Arkadaşların, arkadaşların öldü mü hiç Pünhane? Kana battı mı oyuncakların?”

Hiçbir gece, hiçbir soruyu cevaplamadı o kız, hiç bakmadı yüzüme, hiç görmedim gözlerini…

Gece, sulu sepken bir kar yağıyordu. Pencereden dışarı baktım. Gök gürledi, şimşekler çaktı ardı ardına. Belki şimşek değildi, uzak şehirlere, köylere bombalar yağıyordu. Ortalık önce aydınlandı ve tekrar zifiri bir karanlığa gömüldü. O bir anlık aydınlıkta, ışıklarla birlikte bir kız gelip karşımda durdu. Uzun bir beliği vardı, beliğinin ucunda da bir kurdele. Cama yaklaştıkça kayboldu yüzü. O uzak şehirlerden kaçmıştı belli. Islanmıştı, perişan, yorgun, korkulu, ürkek. Uzansam kızın ellerini tutacaktım. Ellerimi uzattım ama ellerim boşlukta asılı kaldı. Elimi tutmadı, elleri yoktu kızın. Kaşları, gözleri, ağzı, burnu, yanakları yok. Bir belik ve bir kurdeleden ibaretti bu kız. Kurdelesi kana batmıştı, kıpkırmızıydı. Yüzünde bir ışık parladı, beyaz bir ışık. Ve o belik de, o kurdele de eridi, kayboldu bu ışığın içinde. Kızın ardından, esmer, zayıf, bir el uzandı cama. O el, uzadı, uzadı, camı delip gözlerimin önüne kadar geldi. O kadının eliydi. O esmer, zayıf elden kan akmaya başladı. Sonra bu elin arkasında bir kadın silüeti belirdi. Karanlığın içinde koyu bir gölge gibi duran kadının da yüzü yoktu ama sesini duydum. Sesi çığlıktı:

“Oğul!” dedi. “Oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!”

***

Uyuyamadım, erkenden kalktım. İşe giderken apartmanın aksakalı Kelbayı kesti yolumu.

“Hoca!” dedi. “Apartmanın gapıcısı çekip gedip, daha gelmir, ca-van bir uşak tapmışam, indice bura gelecek. Sen danış onunla, apartmanın idarecisi sensen de hoca. Heberin yokdu? Dünen men yandırmışam gazanı.”

“Tamam, gelsin Kelbayı.” dedim. “Gelsin bakalım!”

Apartmanı, güya Kelbayı ile birlikte yönetiyorduk. Ben hesap işlerine bakardım, o da odun, kömür, temizlik, tamirat. Her ay bir bağırtı çökerdi bizim apartmana. Asansör bozulur, sular kesilir, elektrik tesisatı yanar, yakıt donar, kanalizasyon tıkanır, kapıcı parası ödenmez.

“Temeli bozuk bu binanın?” dedi, Kelbayı, “Bu sakalımdan utanıram, yoksa bunların hamını vereceksen gılıcın gabağına.”

“Az kaldı, bu kışı da atlatsaydık.” Dedim. “ İlk işim, başka bir yere taşınmak olacak.”

Biz Kelbayı ile konuşurken, ince, kara kuru bir genç yaklaştı.

“Gününüz heyr!” dedi.

“Uşak geldi hocam, bu uşak…” dedi Kelbayı.

Gelen, on beş on altı yaşlarında bir delikanlıydı. Sabahın seherinde gelip dikilmişti kapıya. Gözlerinden uyku akıyordu. İkide bir esneyip gözümün içine bakıyordu. Ben şaşkın süzüyordum çocuğun gözlerini. Birden kömür torbaları bindi sırtıma. Koca kovalarla, kazan dairesinden kül çıkarırken dizlerimin dermanı kesildi. Yığıldım kaldım bodrumun karanlık basamaklarında. Kazanı yakarken boğuldum isten, dumandan, azarladılar beni, kızdılar, sövdüler.

Dünyanın her hâlini görmüş koca Salman Dayı, dayanamamıştı bu apartmanın kahrına. Şerul’a gitmiş olmalıydı. Hep Şerul’dan bahsederdi. Üstelik her iş gelirdi Salman Dayı’nın elinden. Elektriği, suyu, kazanı kendisi tamir ederdi. Bu çocuk, daha yeni yetme bir delikanlı. Nasıl yapacaktı? Daha ana kuzusu bu çocuk! Soğuk sabahlarda nasıl uyanacak erkenden, nasıl yakacak kazanı, o ağır kovaları nasıl kaldıracak? Nasıl?

Umutsuzca sordum:

“Sen… Sen, yapabilir misin? Zordur.”

Çocuktan önce Kelbayı cevap verdi.

“Beli, cavan uşakdı de hoca, nece yapamaz? Men bu uşak kimin cavan olsam, taşı sıkıp un eyliyerdim ahı.”

“Daha çok genç Kelbayı, daha çocuk…”

Sözümü tamamlayamadan atıldı çocuk:

“Men bacararam abi!” dedi. “Ahı, bundan gabak başka binalarda da işlemişem.”

Olmaz deyip geri döndüremedim çocuğu. Bodruma indik. Her taraf is pis, kömür kokusu, nem kokusu… Köşede kapıcıların kaldığı derme çatma bir kulübe… Çürümüş, su sızdıran borular, birbirine eklenmiş, nerden gelip nereye gittiği belli olmayan elektrik kabloları, bir köşeye yığılmış büyük kömür torbaları, iri odun kütükleri…

Kelbayı’nın “taşı sıksa un eder, cavan uşak.” dediği çocuğa sordum.

“Adın ne delikanlı?”

“Seyfettin.”

“Seyfettin, sabah saat altıda kazanı yakacaksın! Odun, kömür burada.”

“Beli.”

“Saat yedide sıcak suyu vereceksin, su vanaları işte orada.”

“Beli!”

“Aman, dikkat et, yapamayacağın bir iş olursa elini sürme sen!”

Yapacaklarını anlattım, yüzlerce emir sıraladım Seyfettin’e:

“Yapacaksın, edeceksin, gideceksin, geleceksin, tutacaksın, atacaksın, yatacaksın, kalkacaksın! Tamam mı?”

“Beli, beli!”

Seyfettin kalacağı kulübeye baktı. Salman Dayı’dan kalma eski bir yorgan, tahta bir sedir, bir küçük tüp, iki bardak, isli bir tencere… Bir köşede el feneri, tornavida, yanmış elektrik sigortaları, pense, çekiç…

Seyfettin kalacağı yeri düzenlemeye koyuldu. Ben, insanı boğan, ezen, acı acı kokan bodrum katından yukarı çıktım, derin bir nefes aldım, Kelbayı’ya “Allahaısmarladık, çocuğa yardımcı ol!” deyip işyerine doğru yürüdüm.

***

Akşama doğru, evden aradılar.

“Çok soğuk, kaloriferler yanmıyor, elektrikler de kesik, nerdesin?”

Hava kararıyordu, kaloriferler çoktan yanmış olmalıydı. Acaba Seyfettin, daha ilk günden çekip gitmiş miydi? Acaba Seyfettin? İçime bir tedirginlik çöktü. Hemen arabaya binip eve geldim. Apartmanın girişinde Hacı Sevim Nene karşıladı beni, şikâyetlerini sıraladı:

“Ay oğul, donmuşuk ahı? Niye yanmır bu viran olası kalofer?”

“Bakarız Sevim Nene, yakarız şimdi, kapıcıyı yeni işe aldık, daha çok genç, belki yakamamıştır. Sen merak etme, hallederiz. Ben aşağı inip bir bakayım…”

Bodruma doğru birkaç basamak indim, yoğun bir küf kokusu vurdu yüzüme. Kapıyı iteledim, gıcırdayarak açıldı. İçerisi zifiri karanlık. Bir iki basamak daha indim. Bağırdım:

“Seyfettin! Seyfettin!”

Ses yok. İçerde hiçbir şey çalışmıyor. Ne hidrofor sesi, ne su sesi… “Seyfettin çekip gitmiş, haklı çocuk.” dedim içimden. Burada kim kalır ki? Eve çıkıp el fenerini aldım, tekrar aşağı indim.

“Seyfettin! Seyfettin!”

Kalorifer kazanına doğru birkaç adım attım. Kazan yanmıyordu ama kazanın önüne odun ve kömür yığılmıştı. “Yakacakmış ama vazgeçmiş, çekip gitmiş.” dedim içimden. Kulübeye yöneldim, feneri içeri tuttum. Kimse yok. Fener ışığını sağa sola çevirip etrafıma bakarken birden yan tarafımdan can havliyle inleyen, yalvaran, boğuk bir ses geldi. Ürperdim, geri çekildim.

“Abiii!”

Elimdeki feneri sesin geldiği tarafa tuttum. Karanlıkta parlayan iki göz… Boylu boyunca serilmiş çocuk. Sol elini ileri uzatmış, yardım diliyor. Güçlükle “Abiii!” dedi tekrar. Yerde yatıyordu Seyfettin. Sürünerek kapıya doğru gelmek istemiş, takati bitince de öylece kalmıştı. Az önce oradan geçerken nasıl fark etmemiştim? Seyfettin’in az ilerisinde yılan gibi kıvrılmış bir elektrik kablosu duruyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. Seyfettin’i kucakladım, sağa sola çarparak dışarı doğru fırladım. Zavallının cılız bedeni, yarı canlı, iki büklüm sallandı omzumda. Eli yüzü, üstü başı kömür karasıydı. Sırtımdan düşmesin diye iki elinden sıkıca tuttum. Sağ elinde garip bir soğukluk vardı, yüzünün sağ tarafı büzülmüştü. Bir şeyler demek istiyor ama konuşamıyor, inliyordu:

“Abiiii!”

Sevim Nene: “Ay guzum buna ne olup, e?” diye dizlerine vurarak geldi. Arabanın kapısını açıp bindirdim çocuğu. Bir çuval gibi yığıldı arabaya, başını tutamıyordu, koltuğa devrildi Seyfettin. Sevim Teyze:

“Cavan uşakdı, ay Allah sene tafşırmışam!” diye dualar döktü arkamızdan. Sevim Teyze’nin bağırtısına toplanan komşuların arasından hızla sürdüm arabayı.

Nereliydi bu çocuk? Hangi tipi savurmuştu buralara? Nerden gelip nereye gidiyordu? Kimin nesiydi? Cavan mıydı, çocuk muydu? Anası, babası kimdi?

Sabah dipdiri olan çocuğun şimdi yarı canlı bedeni ve bir de adı vardı: Seyfettin. Arabanın arkasında can çekişen bu yeni yetme, Allah’ım! Yaşayacak mı? İkide bir dönüp arkaya bakıyordum. İki kilometrelik yol uzadıkça uzadı. Yanlış mı gidiyordum? Hastane ne yandaydı? Bu şehir niye bu kadar değişmiş?

Hastaneye ne zaman vardım? Seyfettin’i nasıl kucaklayıp sedyeye attım? Serumu kim taktı? Hastane niye karanlıktı, hâlâ bodrumda mıydım? Bilmiyorum.

Nefesi tıkanıyordu, biraz sonra solunum cihazına bağladılar. Gözlerini açtı bir ara, uzaklara daldı önce, sonra, usulca kapattı gözlerini. Uyumuş muydu?

Ayakkabılarının biri siyah, biri kahverengiydi, hastanede fark ettim. Boynunda, siyah iple bağlanmış bir muska vardı. Elleri, yüzü, üstü başı, kömür karası, Yüzü… Allah’ım bir yanağı niçin böyle küçülmüş? Sağ yanağı zayıflamış, kurumuştu sanki. Doktor, “Ceketini çıkarın!” dedi. Hemşireler ceketini çıkardılar. Ceketin iç cebinden bez bir cüzdan ve cüzdanın içinden de bir kaç kâğıt parçası ile bir fotoğraf düştü yere. Seyfettin’e benzeyen bir gencin hafifçe gülümseyen siyah beyaz fotoğrafı… Uzaklara bakıyordu fotoğraftaki genç. Uzaklara, çok uzaklara… Cüzdanı, resmi ve üstünde adresler, numaralar yazılı kâğıtları topladım.

“Sağ yanı felç olmuş.” dedi doktor. “Şokta, kendine gelebilir ama zor…”

Neden sonra kıpırdadı, gözlerini açtı Seyfettin. Sağ eline baktı, sağ ayağına… Gözleri yaşardı, sessizce ağladı. Sağ yanı tutmuyordu fark etti bunu.

“Düzelecekmiş, doktor öyle söyledi.” Dedim. “Korkma!”

“Abiii!” dedi. “Atam… Atama heber veresin!”

“Burada mı baban! Nerede kalıyor? Eviniz nerde?”

“Valilik yolunda… Mektebin gabağında… Yaşıl bina, zirzemi…”

“Seyfettin, Seyfettin…”

Duymadı. Ancak birkaç kelime konuştu, nefesi kesildi, gözleri kapandı yine. Odadan çıktım. Söylediği adresi düşünüyordum. Tarif ettiği yerde bir tane okul vardı zaten, o büyük bina olmalıydı. Arabaya doğru yürüdüm. Arkamdan bir ses:

“Beyefendi bunun masrafları? Kaydetmemiz gerekiyor, adı soyadı ne bunun?”

Sadece adı vardı bu çocuğun, adından başka hiçbir şeyi yok. Kendi adımı söyledim. Bir serum parasıydı hayat. Tutmayan kol, bacak, bir muayene pahası… Hemşireye kimliğimi uzattım, “Sen kaydet, ben geliyorum.” dedim.

Sırtımda kara haberin tonlarca ağır yüküyle Seyfettin’in tarif ettiği yere geldim. Karşıma çıkan adama ne diyecektim? “Seyfettin’i elektrik çarptı, felç oldu. Zor!” Nasıl diyecektim? Ben nesi oluyordum bu insanların? Az sonra kapısını çalacağım insanlar kimdi?

Binaya girdim, ışığı yaktım, bodruma doğru inen basamaklardan yavaş yavaş aşağı yürüdüm. Üstten sızan sular duvarlarda kireçlemiş, beton duvarlar yer yer beyazlamıştı. Aşağıda eski püskü eşyalar, karton kutular, kırık koltuklar, sandalyeler… Işık söndü, ayaklarım bir şeylere takıldı, elimi duvara sürerek ilerledim. Az ötede tahta kapının aralığından cılız bir ışık sızıyordu. Kapının önüne dikildim. Kapıyı çalmaya korkuyordum, birkaç kez elimi uzatıp vazgeçtim. Acaba geri mi dönseydim? Ya çocuk uyanmazsa? Sonra tüm cesaretimi toplayıp kapıyı çaldım.

İçerden ayak sesleri geldi, kapı açıldı. Küçük bir kız açtı kapıyı. Odanın kapısı da açıktı ve odanın karşı duvarı görünüyordu. Kız, şaşkın şaşkın gözlerime baktı. Birden kayboldu kızın gözleri. Eli, ayağı, yüzü, tüm bedeni kayboldu. Kapıda eriyip kaybolan kızın beliği ve kurdelesi kaldı gözlerimin önünde. O anda bir kadın çıkıp geldi odadan. Esmer, zayıf bir kadın… Elleri tanıdık kadının, elleri, yorgun, elleri muhtaç… Bana baktı ve esmer, zayıf elleri iki yanına düştü. Küçük kız geriye dönüp yüzünü korkuyla gömdü bu kadının eteğine. İki suçlu gibiydik. Kadın da konuşamadı ben de… Odanın karşı duvarına ilişti gözüm. Duvarda, gövdesi sedef işlemeli bir tar asılıydı. Tarın yanında, ortasında ay yıldız olan mavi, yeşil, kırmızı renkli bir bayrak ve siyah beyaz bir fotoğraf… Seyfettin’in cüzdanındaki fotoğraf! Bir adam sesi geldi karşı odadan, az sonra, o ufak boylu, yüzünün bir yanı yaralı, bir gözü kör, tar çalan o adam çıktı. Adam odadan çıktığında küçük bir çocuk ağladı arkasından.

Söyleyeceklerim boğazıma dizildi. Kekeledim, yutkundum, konuşamadım.

“Seyfettin.” dedim. “Seyfettin, basamaklardan düşmüş, yaralanmış, korkmayın, hastanede şimdi.”

Yüzümdeki endişeden bir felaket sezdi kadın, iki elini havaya açıp yalvardı:

“Seyfettin! Seyfettin! Düzünü de, ay oğul! Ne olup e?”

Adam söylediklerime inanmak ister gibiydi, kadına döndü:

“Bir şey olmayıp deyir, işitmedin? Tez ele, gıza heber ver, gelsin uşakların başında dursun!” dedi.

Kadın:

“Birini Garabağ’a bastırdım, ay Allah! Bunu mene bağışla!” dedi, sinesini döverek çıktı.

İçeri girdik. İçerdeki çocuk sürekli ağlıyordu. Herhâlde bu çocuğa ilaç alacaktı tar çalan adam. Kurdeleli kız, küçük kardeşini avutmaya çalışıyordu. Bir ateş kütlesi geçmişti kızın yüzünden, yanmıştı yüzü, yüzü yoktu. Adam çaresiz dolanıyordu odada.

“Gideceği yer uzak mıydı? Keşke arabayla götürseydim teyzeyi?” dedim.

“Irak değil, yakındı.” dedi. “Kızımı burada ere vermişem, indi geler.”

O soğuk, o perişan odanın duvarları üstüme üstüme geldi. Oda çöküyor, duvarlar üstüme yıkılıyordu. Duvarda, fotoğraftaki genç, uzaklara dikmişti gözlerini. O genç, birden o resim çerçevesinden ellerini çıkardı, ellerini görüyordum. Yanı başına asılmış tarı aldı, tar acı acı inlemeye başladı. Tarın sesi, ağlayan çocuğun sesi, yıkılan duvarların sesi… Duvardaki bayrağın renkleri, eridi, sarardı, soldu. O bayrak, tutsaktı, kıpırdayamıyordu, sanki bir rüzgâr bekliyordu. Tarın sesinde, çok uzaklardan gelen bir Karabağ Şikestesi vardı, duyuyordum.

Adam bana hiçbir şey sormuyor, ben hiçbir şey söyleyemiyordum. Zaman durdu, saatler dondu kaldı, her dakika bir yıl oldu.

Koridordan telaşı sesler geldi, kapı açıldı. Odaya kadın girdi önce, ardından iri gözleriyle dünyalar güzeli bir genç kız ve iri yarı, kırk-kırk beş yaşlarında bir adam… O iri yarı adam bu kızın ‘eri’ olmalıydı. Birden o genç kız, bir ormanda sırtlanların kovaladığı bir ceylan oldu, kayalardan koyaklardan sekerek can havliyle koştu, koştu. Kurtuldu sırtlanların elinden. Adım atacak takati kalmamıştı ki, bir kurt peyda oldu başucunda ve ceylan kurdun ayakları altına yuvarlandı, teslim oldu çaresiz.

Genç kız ağlayan çocuğu bağrına bastı. Diğer kız, ablasının eteğine sarıldı. Duvarlar hâlâ çatırdıyor, tar hâlâ çalıyordu. Bayrak ‘ne ise’ bir şeyleri bekliyordu.

Бесплатный фрагмент закончился.

76,46 ₽