promo_banner

Реклама

Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Ali Akbaş Armağanı», страница 8

Анонимный автор
Шрифт:

Şiiri ve Sanat Anlayışı

Akbaş, bu coğrafyanın çocuğu olduğunun bilinci ile hep bu coğrafyanın, mensubu olduğu milletin ve ait olduğu medeniyet anlayışının şiirini terennüm etti. Onun şiirlerindeki devasa anlatımın mayasını oluşturan sadelik beslendiği zamanla alakalıdır. Yani o bugünün şiirini yazmıştır. Bugünün sesi ile yarına seslenmiştir. Yine onun şiirindeki bu sağlam yapı ise köklerinin güçlü bir şiir geleneğine bağlı olmasından kaynaklanır. Onun şiiri günümüz şairlerinin yaptığı gibi ne sera şiiridir, ne de saksı şiiri… Onun şiiri doğaldır ve bulunduğu coğrafyanın, teneffüs ettiği havanın, yaşadığı iklimin soğuğu, sıcağı, karı, kışı, yağmuru, dolusuna dayanıklıdır. Bu yüzden de solup gidecek, sönüp gidecek bir zayıflıkta değildir. Yine bu özelliği ile kendi insanının kalbinde karşılık bulur, o yüzden de okunduğunda sevilir. Onu suni gündemlerin belirlediği, birbirini yok etmeye memur felsefi telakkilerin sınırlarını çizdiği edebî akımların hiçbirine hapsedemezsiniz. Onun düşünce planında mensubu olduğu İslam Medeniyeti tefekkürünün pörsümez ve eskimez izleri daha belirgindir. Hatta Yıldıray Bulut’a göre o, Türk – İslam sentezinin önemine inanan ve Yesevi’nin ulvi havasından nasiplenmiş olan önemli şairimizdir. (Bulut, 2016: 58)

Şiirlerinde bu kültürün estetik anlayışı hâkimdir ve geleneğin ana damarları üzerinde bugünün şiirini yarınlara söylemek derdinde bir şair olarak kendini ayrıcalıklı bir yere koyar. O yerli ve millîdir ama yerellikle sınırlandırılmış bir kadüklükten de muaf ve müstağnidir. Bu rahatlık ona şiir tekniği olarak da her türlü imkânı kullanmasına vesile olmuştur. Onu kimi zaman güçlü bir hececi, kimi zaman modern bir serbestçi, kimi zamanda gelenekçi bir aruzcu olarak okumak mümkündür.

Akbaş kendi sanat anlayışı hakkında da şunları söyler:

“Bir tabloyu değerli kılan orada kullanılan malzeme ve konu edinilen manzara değil, o konuya giydirilen kompozisyondur. Sanat, reel tabiat değil, sanatçının prizmasından geçmiş tabiattır. Picasso da, amatör bir ressam da aynı boyayı ve aynı tuvali kullanarak aynı manzarayı resmederler ama ortaya başka tablolar çıkar.” Ona göre “herkesin konuştuğu klasik dil, kullanmasını bilenler elinde sonsuz varyasyonlarla dolu ve bin bir oyuna müsaittir. Yerli yersiz dili eğip bükmek güçsüz sanatçıların işidir, göz boyayıcılıktır. İyi mobilya yapamayan usta hep âletlerine takar kafayı… “Vay, çekicim Çekoslovak, testerem Alman” diye.”

Okumaktan bıkmadığı başucu kitapları arasında, Kur’ân-ı Kerim, Dede Korkut Hikâyeleri, Yunus Emre Divânı, Mevlânâ ve Karacaoğlan’ın şiirleri, klasikler, Ahmet Haşim’in nesirleri, Montaigne, Sait Faik, Bahattin Özkişi ve Cemil Meriç’in eserlerinin olduğunu da ekler. Yine bir diğer mülakatta ise “Kerem ile Aslı’yı, Karacaoğlan’ın şiirlerini okudum köyde döven sürerken. Ondan sonra ortaokul başladı. Ortaokulda Feridun Fazıl Tülbentçi’nin, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun kahramanlık romanları… Cantürk diye bir seri vardı, onlardan çocuk hikâyeleri okurdum.” (Oruç ve Günaha, 2019) diyerek bu isimlere başkalarını da ekler.

Ali Akbaş’ın şiir evreninde, insanın özü ve öze dönme isteği, evrensel değerler, modernleşen dünya karşısında kişinin yalnızlığı, doğaya kaçış ve doğanın mükemmelliği, köy hayatının güzelliği, köye duyulan özlem, Anadolu topraklarının güzelliği, Türk birliği, tarih ve gelenek içerisinde Türkler, dünyadaki Türklük ve Türk kültürü, millî ve manevi değerler tema olarak işlenmiştir. (Çelik, 2018: 1)

Ali Akbaş’ın şiirlerinde Türklük ve İslâmiyet bir sentez halindedir. Burada din daha çok kültürel boyutuyla, Türklüğü niteleyen, zenginleştiren ve derinleştiren yönüyle dile getirilir. Mutlu ve yaşanabilir bir dünya için dünya kardeşliğine giden yolda özellikle bu iki değer önemlidir. (Çelik, 2018: 6)

Şairin sanatçı kimliğinde, çocuk şiirlerinden ve çocuk duyarlığından Türklük bilgisi ve kültürüne uzanan bir süreç ve gelişim çizgisi bulunmaktadır. (Çelik, 2018: 3) Bu yüzden onun şiirlerinde kimi zaman hikemi bir tavırla karşılaşırsınız kimi zaman da içinde ölmeyen bir çocuk sesiyle… Ama o hep kendisidir. Özentisiz, mübalağasız, dolaysız, sade…

Prof. Dr. Ersin Özarslan’a göre Ali Akbaş; birinci sınıf bir ‘dilci’dir. Anadolu ağızlarını kullanmada uzman bir kişidir. Kimsenin tercih etmediği konuları işlemiştir eserlerinde. Meftun olduğu bir sanatçı yoktur. Zor yazdığını söyler, ilhamın peşinden koşar. Şiirlerini dostlarıyla paylaşır, kanaatlerini sorar, eserlerini bu şekilde yeniden değerlendirir. Nitelikli dikkatleri, dikkate alan bir tabiatı vardır. Şiir söz konusu olunca tüm değerleri unutur.

Ali Akbaş’ı çocuklara yönelik yazdığı eserleriyle bir çocuk edebiyatçısı olarak görmek onu dar bir alana sıkıştırmak anlamına gelir. O aslında çocuğa seslenirken büyüklere de mesajını aktarmış, bundan dolayı da yetişkinlerin de severek okuduğu bir şair olmuştur. O bu durumu 1996 yılında ikinci baskısı yapılan Kuş Sofrası isimli kitabına yazdığı önsöz de şu şekilde dile getirmiştir:

“Aslında ben bu şiirleri yazarken kimlerin okuyacağını hiç düşünmedim bile. Elimden geldiğince güzel yazmaya çalıştım o kadar. Çocuklar için yazılmış bir eseri büyükler de severek okuyamıyorsa o eser kötü bir eserdir. Unutmayalım ki, çocuklarını aldatanlar, aslında kendileri aldanırlar. Bugün Dede Korkut Hikâyeleri, Don Kişot, Küçük Prens, Kelile ve Dinme, Bin Bir Gece Masalları güzel eserler oldukları için hem çocuklar hem de büyükler okuyabiliyor.”

Akbaş, şairliği dışında resme de ilgi duyan bir sanatçıdır. Resim sanatı gözleme dayalıdır ve tabiattan beslenir. Onun bu yönü şiirine de yansımış ve ustaca pastoral bir söylem ile zuhur etmiştir. Bu pastoral söylem tabiatın birebir yansıması ile değil, yine kadim geleneğin hikemi söyleyişi ile meczedilmiş yeni bir mahiyete bürünmüş şekliyle tezahür etmiştir. Örneğin “Güvercin hû çeken derviş /Yüce ayvalarda/ Semada bir mevlevî” derken bu gözlem ile içindeki inancı buluşturup onu farklı bir söylem ile okuyucuya sunar.

Onun şiirlerinde romantizmin izleri derinden hissedilir. Güçlü bir tabiat duygusu, tarihe ve halk kültürüne yakınlık, duygusal anlatı olarak algılanabilecek unsurlar ile romantizm, şiirlerin atmosferini oluşturur. (Çelik, 208: 4) Ancak Ali Akbaş’ın şiirini tam olarak bir romantizm içine de sığdıramayız. Onun romantizmi edilgen bir nostaljik halden ziyade kayıp bir medeniyete duyulan özlem ile doludur. Evet, o duygulu bir şairdir ama yeri geldiğinde de muhaliftir, zulme boyun eğmeyen bir aksiyonerdir. 28 Şubat’ın en ayazlı günlerinde korkusuzca şunları haykırabilmiştir.

 
“Yemenidir yaşmaktır
Bayraktır başörtüsü
Şimdi öz vatanında
Tutsaktır başörtüsü”
 

Benzer biçimde, şehir hayatından kaçış, doğa ve kır hayatına sığınma düşüncesi de romantik bir duyarlıkla açıklanabilir. Görünüşte köyden uzakta kalan bir kişinin doğduğu yerlere duyduğu özlem, şiirin derinliklerinde güçlü bir tabiat duygusu ile bir arada verilir. Bir anda masallara konu olan çoban, onun sürüsü ve köpeği, şiirlerin kişileri olur. Yaylasının göğü, yurt toprağı, yalçın kayaları, denizi, ormanı özellikle anılır. Pastoral bir atmosfer şiir dünyasına girer. (Çelik, 2008: 4)

Bu bağlamda Ali Akbaş, daha önce kitaplaştırdığı ve dergi okurlarıyla paylaştığı şiirlerinin büyük bir bölümünü 2011 yılında Eylüle Beste, Turna Göçü ve Erenler Dîvânında isimleriyle üç ayrı kitapta toplamıştır. Bu tasnifte şiirlerin edalarının nazara alındığı, kitap isimlerinin de içeriklerle tenasüplü olduğu görülmektedir. Eylüle Beste lirik bir duyarlılıkla örülen, Turna Göçü daha ziyade halk şiiri geleneğine yaslanan, Erenler Dîvânında ise epik duruşun hissedildiği şiirlerden müteşekkildir. Akbaş’ın şiirini, küçükken köy odalarında, tandır başlarında dinlediği türküler, maniler ve masallar; insanda bir “O Belde” hissi çağrıştıran, sini içi gibi mor dağlarla çevrili Elbistan coğrafyası ve mensup olunan milletin değerleriyle harmanlanmış şahsi duyuş ve düşünüşler beslemiştir. (Yanardağ & Durmuş, 2018: 96)

Ali Akbaş şiiri, genellikle iyimser bir bakış açısına sahiptir. Bunun tek istisnası şehir olarak karşımıza çıkar. Şehir kötülüklerin, sıkıntıların, mutsuzlukların beşiği olarak anlatılır. Şair, şehir tasvirlerinde şöyle etrafına bir baktığında dikkate değer hiçbir güzellik bulamaz. Apartmanlar, ur gibi büyüyen şehir, trafik, lağımlar, kirli göletler, sarkan elektrik kabloları ile tasvir edilen şehir, insanı mutsuz eden, onu boğan, ona yaşama alanı bırakmayan bir yerdir. O nedenle dünya üzerinde yaşanan kötülükler, savaşın acılığı, bu şehir sahneleri ile birlikte dile getirilir. (Çelik, 2018: 5)

Bu bölümde son bir anekdot olarak onun bazı şiirlerinde Dede Korkut’a olan hayranlığından dolayı Korkut Akbaş imzasını kullandığını da belirtelim.

Hicran Coğrafyasının Şiiri

Onun şiiri ülke sınırları içine sığmayacak bir soluğa ve nefese sahiptir. O tüm ümmet ve millet coğrafyasını kuşatır. Coğrafyanın vatana nasıl dönüştüğü bilincindedir. Ahmet Kabaklı ’ya göre Ali Akbaş’ın bütün şiirleri için dikkat edilecek nokta, millî duygu ve isteklerin yüksek sesle, iddia ve heyecanla verilmeyip, daha ziyade mecazlar aralığından ve sır verir gibi yumuşak söylenmesidir.

Örneğin Aral Gölünün kuruması üzerine:

 
“Rüyamda gördüm Aral’ı
Aral derinden yaralı
Mağcan gibi Çolpan gibi
Onun da bahtı karalı
 
 
Karada kalan kayıklar
Eski günleri sayıklar
İnci mercan saçan Aral
Nerede o şakayıklar.

 
 
Göl değil kımızdı Aral
Bir iffetli kızdı Aral
Kalınca küffar elinde
Yer altına sızdı Aral.”
 

Diyerek elimizden çıkan coğrafyanın, esir oluşunu, Rusların Aral’ı besleyen Amu ve Siri nehirleri üzerine pamuk tarlalarını sulamak için kurdukları barajlar nedeniyle kurumaya terkedilmesini bu mısralarla bugünün gençliğine aktarır ve onlarda bir vatan şuuru oluşturmaya çalışır.

Tarihini, kültürünü, asırlardır süren bir mücadele ve emeğin sonucu oluşan birikimi unutmaz Ali Akbaş. Bakır döven ustalar, bedesten esnafları kanlı-canlı yaşarlar bu şiirlerde. Bu şiirler aynı zamanda yetimlerin yüzüne konan bir tebessüm, öksüzlerin saçlarını okşayan bir el olur. Uçsuz bucaksız bir coğrafyanın haykıran seslerindendir Ali Akbaş. (Ertürk, 2016)

Sirkeci’den Giden Neydi?

Yazımızın giriş kısmında bir nebze bahsettiğimiz ‘Göç’ şiirinde ülkemizden 60’lı-70’li yıllarda Avrupa’ya işçi olarak giden insanımızın çilesini mısralara döken şair aslında bir nevi göçün şiirini yazmıştır. O günkü şartlarda Sirkeci Garı’ndan kalkan trenlerin sadece insanımızı değil tüm değerlerimizi de oralara götürdüğünü en acı şekilde dile getirir ‘Göç’ şiirinde. Ona göre gidenler arasında töremiz vardı, yaldızlı Kur’an’ımız vardı, gözyaşımız, derdimizdir. Biz trene binip böyle avrat, çoluk çocuk Tuna’dan geçerken biz Tuna’dan utanırız Tuna bizden…

Bu seferki gidiş savaş gibi zorunluluk ve hayatiyet taşımaz; şehitlik gibi mukaddes bir keyfiyete değil, sadece “ekmeğe”dir. İşte böyleydi Sirkeci’den giden tren. Binenin verem olduğu, geride çocukların yetim, gelinlerin dul kaldığı bu tren aslında Avrupa’ya karşı yenilgimizin beratını da götürüyordu. Artık ezan sesine hasret kalacaklar için başlarında uyan uyan diye bağıran çanlar çalacaktı.

Ali Akbaş’ın “Göç” şiirinde “Varım yoğum törem gider” şeklinde terennüm ettiği şiir dizesi farkında olmadığımız bir neslin bizden koparılışının acı bir feryadıdır. Yabancı bir beldede, yabancı bir kültürle karşılaşacak olan yurdumun garip insanlarının o vahşi medeniyete karşı kendini savunacak bir alt yapısı, fikrî birikimi yoktu. Tıpkı cephenin en ateşli yerine silahsız gönderilen ve ölüme terk edilen askerler gibiydiler. İşte şair bunları da gördüğü için bu şiiri kaleme almıştı.

Şairi de şiir boyunca hayıflandıran/hüzünlendiren temel husus; bir zamanlar dünyaya hükmeden, “nizâm-ı âlem” düşüncesine sahip bir milletin evlatlarının şimdi Avrupa karşısında maddi umutlarla işçiliğe can atar hâle gelmesidir. Geçmişte yapılan seferler Tuna nehri üzerinden olurken şimdiki göçlerde de tren Tuna’dan bir daha geçecektir. Ancak bu, ilkinin ihtişamının aksine Tuna’yı utandıracak bir muhtaçlık taşır. (Kaplan, 2018)

Tuna’dan mazide böyle geçmiş bir milletin torunlarının, şimdi fethe çıkılan diyarlar üzerinden kendisine verilecek ikinci sınıf işlere büyük umutlar bağlayarak hatta bunun için evini, ocağını, yurdunu terk etmeyi göze alır bir hâlde geçişi ve “göç”üşüdür. Artık sefer değil, “göç” vardır ve bu göçte insanın sadece maddesinden değil manasından da çok şeylerin “göç”üşü vardır. (Kaplan, 2018: 126,128)

Sirkeci’den giden insanımızla değerlerimizdi. Bu değerlerimiz maalesef o ellerde dışlandı, horlandı. Yetişen nesiller bir yabancılık yaşadı. Kayıp nesiller oldu.

Dağların Ardında Kalan Köy ve Köyde Bekleyen Elif

İşte ilk göç dalgası böyle başlamıştı. Uzun ve mesafeli dalgalarıyla önüne kattıklarını yaban ellerine atarken, sonraki dalgalar yine yurdum insanlarını yerinden yurdundan söküp atarken bu kez vatanın diğer köşelerine serpiştiriyordu insanımızı… İşte bu son dalgada şairin kendisi de bir şekilde gurbet ellere düşmüştü. Köy onun için hasretin bir diğer adıydı.

O köy ile ilgili duygularını bir mülakatta şöyle anlatır: “Ben, etrafı mor dağlarla çevrili, sini içi gibi dümdüz bir ovada doğdum ve ovayı çevreleyen dağlara bakarak büyüdüm. Bu geniş ovaya serpilmiş, ipliği kopmuş tespih taneleri gibi dağılmış yüzlerce köy vardı. Bizim köyümüz işte bu ovanın tam ortasındaydı. Onun için de adına Çatova demişler. Çocukluğumda benim için dünya, işte bu sini içi gibi ovadan ibaretti. Düğün olduğunda davul sesleri, sabahın dingin saatlerinde köpek havlamaları ve horoz sesleri köyden köye duyulurdu. Uzun kış gecelerinde tandır başlarında tatlı dilli ninelerden masallar, maniler dinledim. Ben, o köyün kırlarında kuzu güttüm, tozlu yollarında yalınayak azık taşıdım, beynimi kaynatan temmuz sıcağında döven sürdüm. Şimdi hasretle yâd ediyorum. Orası benim için bir masal ülkesidir. Ovayı dolduran kağnı gıcırtıları hâlâ kulaklarımda…” (Oruç ve Günaha, 2019)

Onun şiirlerinde köy, var olan bütün güzelliklerin merkezi olarak karşımıza çıkar. Şiirlerde, köyün mekân olarak anlatımından çok çağrıştırdığı değerlerin vurgusu ön plâna çıkartılır. Türk kültürünün yoğun olarak yaşandığı, tüm niteliklerinin görülebileceği, tipik özellikler taşıyan köyün dar bir mekân olması var olan değerleri yoğun bir anlatıma dönüştürür. (Çelik, 2018: 7)

Elif şiirinde de bu son dalganın acılarını terennüm eder şair:

 
“Köy dağların ardında kaldı
Bir gün çıktım yel-yapalak
Köy dağların ardında kaldı
 
 
Türküleri unuttum
Gitgide ıradı kağnı sesleri
Bir daha uğramadım
 
 
Hâlbuki Elif’e sözüm vardı
Hiç varmadım
Kız dağların ardında kaldı
 
 
Sanırım;
Özlemiş, özlemiş alışmış Elif
Artık çoluk çocuğa karışmış Elif”
 

O bu göçten mustariptir. Gurbette iken sıladan gelen haberlerin yolunu bekler, sılanın kokusunu ciğerlerinde hissetmek ister. Bu duygu ile bir göçmen kuş olan leylekten bile medet umar. “Leylek benim senden bir sualim var Zeynep’ten bir haber getir leylekler” Bu duygu onda o kadar belirgindir ki: “Leylek/Bir gurbet türküsü gagasında/Her yaz gelir gider/Yemen’de kınalar ellerini/ Beytullah’a yüz sürer/ Kuş değil melek” derken bu duygular hâkimdir yüreğinde…

Sonuç

Çeşitli kurumlar tarafından birçok kez “yılın şairi” ve yılın edebiyatçısı” gibi ödüller almış olan Akbaş, millî ve manevi bilinci kendi fikirleri doğrultusunda şekillendirerek bir potada eritmiş ve halk için halkla beraber yaşayarak yazmış bir şairdir.

Gerek eğitmen yönünün gerekse epik/lirik psikolojik dünyasının ona kazandırdığı pozitif kişilik sayesinde okurlarına vermek istediği mesajı doğrudan verebilmiş, onlara onların anlayacağı dil ile seslenmesini bilmiştir. Bu sayede hem kendi dönemindeki şairlere ilham kaynağı olmuş hem de çocuk şiirleri vesilesiyle kendinden sonraki nesillere de örnek teşkil etmiş bir Türk aydınıdır. (Bulut, 2016: 56,64)

Okunması gereken bir şairdir Ali Akbaş… Edebiyatımızın en önemli isimlerinden birisidir. Kendisi için nice uzun yıllar ve nice eserler vermesini diliyoruz.

Kaynaklar

Akbaş, Ali, 1996, Kuş Sofrası, Kültür Bakanlığı Yayınları No: 1320, Ankara, Akbaş, Ali, https://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3977

Bulut, Yıldıray, 2016, “Ali Akbaş’ın Biyografik ve Sanatsal Yaşamı ile Şiirlerinde Yer Verdiği Temalar”, International Journal of Cultural and Social Studies (IntJCSS) August 2016: Volume 2 (Special Issue 1)

Ertürk, Yavuz, 2016, “Bizim Hikâyemizi Anlatır Ali Akbaş’ın Her Şiiri”, Dünya Bizim, 14 Nisan 2016.

Kabaklı, Ahmet, 1991, “Ali Akbaş’ın Göygöl Şiiri İncelemesi”, Türk Edebiyatı, Ağustos 1991

Kaplan, Fahri, 2018 “Tuna’dan Geçen Atlar ve Trenler: Ali Akbaş’ın “Göç” Şiiri Üzerine Bir Okuma”, İki İstasyon Arası Tren Yazıları, TDEV Yayınları.

Leontik, Mariya, 2017, “Ali Akbaş, Şiiri ve Ben”, Türk Edebiyatı, S. 529, Kasım 2017.

Oruç, Çiğdem, Gülcihan Günana, 2019, “Ali Akbaş ile Söyleşi”, AÇSHB Sevgi Bir Kuş Dergisi, 2019.

Şahin, Mehmet Ali, 2010, “Akbaş ile Ufuk Mülakatı”, Edebiyat Ufku İnternet Dergisi. S. 24, Haziran. 2010.

Tatcı, Mustafa, 2008, “Ali Akbaş’ın Şiir Dünyasında Çocuk”, Türk Halkları Edebiyatı II, Uluslararası Çocuk Edebiyatı Kongresi, Kafkas Üniversitesi, I. Kitap, Bakü 13-15 Kasım, 2008.

Tekin, Aslan, 2005, Edebiyatımızda İsimler, Elips Yayınları, Ankara.

Yalçın Çelik, S. Dilek, 2018, “Ali Akbaş’ın Kuş Sofrası Adlı Şiir Kitabında Milli Değerlerin Çocuk Duyarlığından Dile Getirilmesi”, Stad Sanal Türkoloji Araştırmaları Dergisi, 3, 1: 11-20.

Yanardağ Mehmet Fetih ve Meleknur Özdoruk Özdurmuş, 2018, “Kültürel Bellekteki Yansımalarıyla Ali Akbaş’ın Çiçekler ve Kuşlar Adlı Şiirini Metinlerarası Bağlamda Bir Okuma Denemesi”, Edebi Eleştiri Dergisi, 2, 1, Nisan 2018.

AKSAÇLI BİR ŞAİR: ALİ AKBAŞ
Mehmet GÖZÜKARA

Süleyman Çelebi, merhum dev eseri Seyahatname ’sinde gezip gördüğü yerleri bütün ayrıntılarıyla ele alıp inceler. Coğrafyasından tarihine, camilerinden medrese ve tekkelerine, konaklarından eğlence ve mesire yerlerine varıncaya dek tatlı tatlı anlatır gittiği yerleri. Kılık-kıyafetleri, örf-âdet ve ananeleri… Kısacası bir toplumu var eden bütün değerleri gelecek nesillere de aktararak tarih, kültür ve geçmişin meraklılarına bitmez tükenmez bir kaynak oluşturmuştur Evliya Çelebimiz. Şehirleri, kasaba ve köylerine varıncaya dek bu kadar güzel anlatan başka biri var mıdır bilemiyorum. Düşünüyorum da Elbistan’ımıza gelseydi neler söylerdi acaba? Pınarbaşı’ndan çıkarken Ceyhan’ı görseydi mesela nasıl anlatırdı, şairlerinin bolluğuna karşı neler söylerdi?

Elbistan, Şardağı’na sırtını vererek oturmuş bir dev gibidir. Geniş ve mümbit ovasını gözler sanki asırlardan beri. Çocukları karıncalar gibi koşuşup dururken eteklerinde, o derin derin geçmişini düşünüyordur belki de. Dört bir yanı dağlarla çevrilidir ovasının, geçit vermez dağları vardır. Binboğaların devamı bütün heybetiyle kuşatmıştır etrafını. Başında karı eksik olmayan dağları bile vardır.

Ahir dağlarının arkasında kalan Kahramanmaraş’ın en büyük ilçesidir Elbistan. Bilinen hiçbir güzergâhın üzerinde yer almadığı için uğrak yeri olmayan kuytu bir yerde Türkiye’nin dördüncü büyük ovasına sahip, içinden nehir geçen kadim bir şehirdir. Aynı zamanda Dulkadiroğlu Beyliği’nin ilk başkenti olan bu şehir, tarihimizin aydınlık yüzü Mükrimin Halil Yinanç, bir gönül insanı olan Rahmi Eray, hikâye ve çevirileriyle edebiyatın yetkin ismi Tahsin Yücel’in yanı sıra, hece şiirine yeniden nefes vererek kendilerine has ekollerini kabul ettiren Abdurrahim ve Bahaettin Karakoç kardeşler ve Ali Akbaş gibi söz sultanlarını bağrından çıkarmış şairler şehridir. Görkemli geçmişine karşılık bir dönem unutulmaya terk edilmiş olan, 1970’li yıllara kadar dağlarında eşkıyaların gezdiği bu Selçuklu şehri bir dönem de beylik merkezi olur ve iki yüzyıla yakın bir süre başkentlik yapar Dulkadirlilere. Bu unutulmuşluğun kırgınlığı şehrin insanlarının derdini, kederini, öfkesini, sevincini, üzüntüsünü şiirle dile getirmeye mecbur bırakmıştır. İşte bu sebepten olsa gerek ki; şairi ve âşığı oldukça fazladır. Hemen hemen her köyde bir şaire rastlayabilirsiniz. Bu fazlalık kaçınılmaz olarak kim daha iyi çekişmesine kadar uzamış, zaman zaman birbirleriyle karşılaşmalarına ve şiirdeki yetkinliklerini birbiriyle atışarak karşılıklı sınanmayı da beraberinde getirmiştir. İlk başlarda ümmî bir toplumun temsilcileri olarak irticalen söylenilen karşılaşmalar, okuryazarlık seviyesi arttıkça körleşmiş, bu damar yavaş yavaş kurumaya terk edilmiş bir hale gelmiştir. Buna karşın kalem şairliği öne çıkmaya başlamış ve bu boşluğu bir şekilde doldurarak beklentilere cevap vermiştir. Okuryazar olarak karşımıza çıkan; Ahmet Çıtak, Hayati Vasfi Taşyürek, Hafız Rahmi, Kul Hamit, Abdurrahim Karkoç, Derdiçok (Ömer Lütfü Pişkin), Ali Gözükara, Kâmil Bozkurt, H. Hasan Uğur vs. ilkokulu ancak okuyabilmişler hatta birçoğu bu okulu bile dışarıdan bitirmişlerdir. Bu şairlerin örnek aldıkları âşık ve şairlerse büyük ihtimalle ümmî idiler. Yani sözlü edebiyatın geçerli olduğu bu dönemin şairleri irticalen şiir söyleyemezlerse şair sayılmazlardı. Onların yaptığı karşılaşmalar büyük oranda irticalen idi. Bu atışmalar yöremizde yayınlanan Engizek Gazetesi aracılığıyla atışıyorlarsa karşılıklı birbirlerine gönderdikleri müstakil şiirlerden oluşuyordu. Gazetede bu tür atışmaların olmadığı dönem hemen hemen yok gibidir ve toplumun da son derecede ilgi ve alakasını çekerdi. Her hanede en az bir kişinin şiir defterinin olduğu dönemden geçilerek günümüze gelindiği hakikatini göz önünde tutarsak şiir, bu şehirde yaşayan her ferdin kaderi mesabesindedir. Günlük hayatının âdeta bir parçası gibidir.

Günümüz, yazılı edebiyatın baskın olduğu bir dönemdir. Söylediğini yazarak paylaşmanın zaruretinden dolayı, dinleyenden çok okuyana hitap eder olmuşlardır. Hitap etmeyi, muhatap olma anlamında kullanıyorum. Okumayan insan, çevresinden habersiz yaşadığı gibi elbette yazandan da habersiz, okumadığının-bilmediğinin cahilidir.

Ülkemizin önemli şairleri arasında yer alan Ali Akbaş, Dayım (merhum) Hüseyin Sarı ile çok sıkı arkadaş olmaktan öte, can-ciğer iki dost olmasına rağmen “Göç” şiirini okuyana kadar Ali Akbaş’tan haberimin olmadığını üzülerek itiraf ediyorum.

Oysa Ali Akbaş; Elbistan’da doğup Akdeniz’in topraklarını bereketlendiren Ceyhan ırmağı gibi Türk şiirini bereketlendiren, söze şekil verirken bir kuyumcu hassasiyetiyle çalışarak, lisanı, “şiir dili” haline getiren, bu toprağın değerlerini en gür sesle seslendiren aksakallılarındandır. Ali Akbaş’ı tanıdığım ve aynı zaman diliminde yaşadığım için kendimi bahtiyar hissediyorum.

“Göç” şiiriyle ilk karşılaştığımda beni âdeta çarptığını, alt üst ettiğini söylemeliyim. Şiiri üst üste kaç kere okudum bilmiyorum, okurken gözümden süzülen yaşların dökülmesine sebep olan hissiyatıma tercüman olan Ali Akbaş’ın sözleri miydi, yoksa içinden geçilen sürecin bizden alıp götürdükleri miydi bunun farkında da değildim.

 
“Su serperler ya
Gidenlerin ardından
Dün askere
Hind`e Yemen`e
Bu gün ekmeğe
Yaban ellere
Dönmezler de ondan
Yoksa niye serpsinler
Sirkeci’den tren gider
Ona binen verem gider

Burada ezan var
Orada çan
Uyaaaan
Uyaaaaan
Uyan!’
Sirkeci’den tren gider
Bir yaldızlı Kur’an gider”
 

Bin dokuz yüz atmışların sonu yetmişli yılların başında başlayan Almanya’ya giden işçi akınıyla birlikte, Sirkeci’den giden sadece tren değildi, giden yaldızlı Kur’an’dı. Bizim öz değerimiz, varlık sebebimizdi giden. Ne müthiş ifade, ne çarpıcı tespitti anlayana! Gidenlerin arkasından dökülen de aslında su değil benim gözyaşlarımdı. O gün dökülen gözyaşlarımız… Gidip dönmeyecekler içindi. Hani Kırgız yazar Cengiz Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” isimli kitabında Nayman Ana Destanı’nda Göçebe Türk oymaklarının düşmanı olan Juanjuanları -Türklerin tarihî düşmanları olarak sembolize ederek- anlatır ya. Onlar savaşlarda ele geçirdikleri tutsakları ya uzak yerlerde satmakta veya güçlü-kuvvetli olanları ayırarak korkunç işkencelerle “Mankurt”laştırmaktadırlar. Mankurtlaşan kişi kim olduğunu; soyunun-sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmezdi. O artık kendi öz değerlerine ve mensup olduğu millete düşmandır.

Ali Akbaş’ın “Göç” şiirinde “Varım yoğum törem gider” şeklinde terennüm ettiği şiir dizesi farkında olmadığımız bizim bizden kopuşumuzun bir feveranı, bir çığlığı olarak hâlâ beni çarpmaya devam ediyor. Toplum olarak altımızdan çekip alınmaya çalışılan coğrafyanın şuurunda olan bu ses beni içlendirdi ve karşı karşıya olduğumuz tehlikenin farkına bir kez daha varmamla birlikte aynı feveran ve çığlık bende gözyaşı olarak kendini gösterdi.

Aldığı eğitim ve hayatı tahayyül edişi açısından baktığımızda Ali Akbaş’ın oldukça zarif, hassasiyet açısından abide bir şahsiyet, mensubu olduğu “toplumun vicdanı” vasfedilen, milletinin; tarihini, zaferlerini, ülkülerini, ideallerini, maziyi istikbal bütünlüğü içinde seslendirerek zafer naralarını asırlar ötesine gönderen bir serdengeçtidir.

Orta Asya’nın iki büyük nehri Amu Derya ve Siri Derya, Aral’ı besleyen iki önemli kaynaktır. Ancak Sovyetler Birliği döneminde bu iki nehir pamuk tarlalarının sulanması için kullanılmaya başlandığında bu iki damardan mahrum kalan Aral âdeta küsmüş, yüzde doksanı kuruyup çöle dönüşmüştü. Aral Gölü çevresi beş bin senelik bir devrede Türkler için mühim bir yerleşim merkezi olmuştur. Akbaş, bir zamanlar teknelerin yüzdüğü yerde şimdi çorak toprağın ortasında paslanmış gemi kalıntılarıyla karşılaşınca şair yüreği Aral’a şu ağıtı yakıyor:

 
“Rüyamda gördüm Aral’ı
Aral derinden yaralı
Mağcan gibi Çolpan gibi
Onun da bahtı karalı
 
 
Karada kalan kayıklar
Eski günleri sayıklar
İnci mercan saçan Aral
Nerede o şakayıklar.
 
 
Aral’ın suyu kan gibi
Yaralı bir ceylan gibi
Meğer göller de ölürmüş
Kuğu gibi, insan gibi.
 
 
Ural’dan inen marallar
Aral’da saçın tararlar
Yıkanacak göl mü kalmış
Bilmem ki neyi ararlar.
 
 
Sağım Hazar solum İtil
Benim göbek bağım itil
Hani senin altın çağın
Tükendi yağ, kaldı fitil
 
 
Göl değil kımızdı Aral
Bir iffetli kızdı Aral
Kalınca küffar elinde
Yer altına sızdı Aral.
 
 
Devran geçmiş, kervan göçmüş
Aral’ı bir evran içmiş
Ah neden sonra anladım
Buraları sevmek suçmuş.”
 

“Kalınca küffar elinde/ Yer altına sızdı Aral” diyen Akbaş, yaşadığımız coğrafyanın bize ait olma şuurunu bugünkü nesle ulaştırmaya çalışan bir fikir sahibidir, önemli bir davanın temsilcisi olarak haykırmaktadır aynı zamanda. Bizim derdimiz, bizim sesimiz, bizim çığlık ve feryadımızdır Ali Akbaş. Günlük telaşların içinde, içinden çıkıp geldiği topluma karşı sorumluğunu hakkıyla yerine getirememesinin pişmanlığı içerisinde, zaruretin bağıyla bağlandığının iç geçirmesidir Elif’e verilen sözün yerine getirilemeyişi:

 
“Köy dağların ardında kaldı
Bir gün çıktım yel-yapalak
Köy dağların ardında kaldı
 
 
Türküleri unuttum
Gitgide ıradı kağnı sesleri
Bir daha uğramadım
 
 
Hâlbuki Elif’e sözüm vardı
Hiç varmadım
Kız dağların ardında kaldı
 
 
Sanırım;
Özlemiş, özlemiş alışmış Elif
Artık çoluk çocuğa karışmış Elif
 
 
Bilirim ardımdan atıyorlar
‘İnsanoğlu çiğ süt içmiş emmioğlu
Sözü savı mı olur?
 
 
Mümkünü yok
Dönmez artık
Dönmez o…”
 

Millî duruşun yanı sıra, insani olan her kavram Akbaş’ın şiirlerinde kendine yer bulur. Bize bizi hatırlatır.

 
“Çanakkale bir velvele
Bu velvele gelmez dile
Direndik yedi düvele
Taş üstünde taş kalmadı”
 

diyerek o dönemi bu döneme taşıyan “şuurun” sese bürünüşüdür. Ali Akbaş, sağ-sol mücadelesinin getirdiği kargaşadan geçmiş, gönül coğrafyasına destanlar yazarak Türk illerine şiir güvercini uçuran ak saçlı Ulu Bey’dir. Yazdığı şiir ve yazılarıyla Türk Dünyası tarafından kabul gören söz süvarisi, söz dünyasından ses ipine dizdiği şiirlerle gönül dünyamıza ışık tutan, bize bizi hissettiren derviş gönüllü bir alperendir. Onun şiirlerini “Türkçe’min ses bayrağı” gibi gönlümde dalgalandırıyorum.

Ali Akbaş Hocam, Elbistan’da doğup, bâd-ı sabâ ile söz deryasının ufuklarına yelken açarak, duygu çiçeklerinin açıldığı “Gönül Coğrafyamızın Ak-saçlı Akbaş”’ıdır.

 
“Bin yılda yoğurduk her mısraını,
Yüzüğe kaş ettik Ağrı Dağını,
Dünyaya değişmem bir aksağını,
Gönlüme göredir bizim türküler.


Veysel susar, Davut Sularî söyler
Kırımdan gelirken serdarı söyler
Köylüsü-kentlisi, hünkârı söyler
Fermanda tuğradır bizim türküler.


Bağlama dediğin üç tel bir tahta,
Ne şaha baş eğmiş, ne taca tahta,
Tüm dertleri özetlemiş bir ‘ah’ta,
Bozkırda naradır bizim türküler.”
 

diyen, acıyı-tatlıyı, hüznü-sevinci, elemi-kederi, toyu-düğünü, özlemi, gurbeti, ölümü-hayatı, zulmü-haksızlığı velhasıl bizi biz eden değerlerin formüle edildiği Türkülerimize gösterdiği hassasiyeti hissiyata döken şair, toplumun ortak vicdanıdır.

 
“Ey şiir kanayan yaramsın benim
Göğsümde taşırım, gören gül sanır.
Feryadım, figanım, naramsın benim
Uzaktan duyanlar, bir bülbül sanır
 
 
Söz düşmüş payıma Bezm-i Elest’te
Bir vefasız yâre oldum dilbeste.
Çırpınıp dururum hep bu kafeste
Söylemem derdimi, tahammül sanır.”
 

Akbaş; ruhunun melâl burcunu mesken tutan hüzünlerini, heyecanlarını, hayâllerini, sevinçlerini ve ima yoluyla en mahrem sırlarını gönül teriyle mayalayarak, gönül dilinin tercümanı diye nitelendirdiğimiz, edebiyat dünyasının hakanı, nazım ve nesir ülkesinin sultanı şiir diye anlamını bulan duygu çiçeklerinin elvan elvan açtığı efsunkâr gülistanda bizlere meramını anlatmaktadır.

Ezcümle; Ali Akbaş, insanı insan eden değerleri şahsında toplamış, büyük bir şairdir.

Daha lise öğrencisiyken katıldığı yarışmada birincilik kazanan şiiri, Maraş Lisesi Marşı olarak kabul edilen Akbaş, 1991 yılında, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “Kuş Sofrası” adlı kitabıyla çocuk edebiyatı dalında yılın şairi seçilmiş ve 1993 yılında, Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen “II. Türk Dünyası Şiir Şöleni”nde “Mağcan Cumabayulı Ödülü”ne lâyık görülmüştür.

Şiirimizin en güçlü seslerinden biri olan Ali Akbaş’a yüce Allah’tan hayırlı ömürler dileriz.

Бесплатный фрагмент закончился.

193,22 ₽
Жанры и теги
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
01 августа 2023
Объем:
83 стр. 139 иллюстраций
ISBN:
978-625-6981-43-0
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают

Эксклюзив
Черновик
4,7
226
Хит продаж
Черновик
4,9
530