Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Karnaval», страница 4

Шрифт:

İşte Resmi’nin Zekâyi’yi tanıştırdığı büyük ailelerin birisi şu Arslangözyanlar olup bundan başka Resmi Bey, Zekâyi’yi Cezayirli Bahtiyar Paşa’ya da tanıştırmıştır ki Bahtiyar Paşa haysiyet ve mevki yönüyle Arslangözyanlara hiç benzetilemeyeceğinden fazla, Zekâyi Bey orada Madam Hamparson’dan gördüğü tavrı da görememiş ve aksine şansı, hemen hiç de ümit edemeyeceği kadar ve daha doğrusu istediğinin de üstünde bir bahtiyarlık göstermiştir.

Cezayirli Bahtiyar Paşa Ailesi

Cezayirli Bahtiyar Paşa denilen kişi, aslen Cezayir Dayızadelerindendir. Urban’ın Fransızlara karşı bir isyanında kendisi de taraftar olduğundan Cezayir sınırlarının dışına çıkmaya Fransa hükûmeti tarafından mecbur edilmiş ve böylelikle İstanbul’a gelmişti. Ancak şu göçünde mallarına asla saldırılmadığı gibi Cezayir’de bulunan çiftliklerine de el uzatılmayarak hepsi kendi sahipliğinde bırakıldığından Cezayirli Bahtiyar Paşa demek, birkaç milyon lira ve yüklüce kâr getiren hazinesinin tılsımı demekti.

Bu kişi ne gençtir ne ihtiyar. Yaşı kırk beş ile elli arasında. Fakat Hamparson, Arslangözyan Ağa gibi yaşamış olmadığından, şu yaştayken ihtiyarlığa ne kadar yakın ise Bahtiyar Paşa da gençliğe o kadar yakın sayılırdı. Aralarında olan farkı görmek ister misiniz? Hamparson’un ağzında diş kalmadığı hâlde Bahtiyar Paşa’nın iki tarafında, iki azı dişlerinden başka bütün dişleri sapasağlam durmaktadır. O iki diş de hemen bir kaza cinsinden çürüyüp kerpetenin eline düşmüşlerdir. Hamparson Ağa’nın başında saç kalmadığı hâlde Bahtiyar Paşa’nın fırça gibi olan saçlarında beyaz olan kıllar siyah olanlara oranla yüzde yirmi derecesine varamazdı. Hamparson’da gözler çukura gömülmüş, yüzü katmer katmer buruşmuş ve çehresi bir irin rengi almış olduğu hâlde Bahtiyar Paşa’nın henüz yüzündeki tazelik kaybolmayarak rengi pembe ve vücudu tamamıyla zinde idi. Sözün özü Hamparson Ağa yalnız bir kadınla evli bulunurken alafrangada karı ve kocanın ayrı ayrı odalarda yatmasından pek memnun olduğu hâlde Bahtiyar Paşa’nın dört hanımı olup hiçbir gece yalnız yatmayı da caiz görmezdi.

Gerçekten! Tıp sanatı ve sağlığı koruma bilimi ilerledikçe, kimi insanların daha çabuk çürümekte olduklarını doktor efendiler de inkâr etmemelidirler. Ama “Suistimal erbabına26 tıpçılar ne yapsınlar?” denilecek olursa doktor efendiler ancak yarı yarıya kurtarılmış olurlar. Çünkü suistimal erbabı içinde pek azının kırka elliye varmış olduğunu görmekteyiz. Asıl suistimal etmeyip de elli yaşına gelmiş olanları görmekteyiz ki tıbbın kurallarına uymanın ne olduğunu tanımadıkları hâlde seksenine gelenler kadar da sağlam olamıyorlar.

Temele itiraz ediyoruz sanılmasın. Tıpçıları alaya almaktan hoşlaşan Moliére’e yol arkadaşı olmak gayretinde de değiliz. Fakat insan sağlığını koruma dediğimiz zaman, kendimizi de ona ortak gördüğümüz için konuya karışıyoruz. Çocuklarımızı anasından doğduğu zaman tamamıyla tıp kurallarına uyma çerçevesinde eğitip beslemeye çalışarak, bir de beş yaşına geldiği vakit komşunun yine aynı yaşta bulunan fakir çocuğu ile karşılaştırıyoruz ki bizim çocuğun eğri bacaklarına, cılız vücuduna, sarı benzine nazar değmesin diye korkup dururken, komşunun fakir çocuğu tokmak gibi koşup geziyor. Şu hâlde büyümüş iki delikanlıya bakıyoruz ki tıpçıların elinde beslenmiş olan beyefendi, ılıman bir kışta kendisini üç fanila içinde ısıtamadığı hâlde onun yaşıtı olan fakir genç en şiddetli bir soğuğa karşı fanilası falanı olmak şöyle dursun, kuvvetlice bir paltosu bile bulunmadığı hâlde dayanıyor. Dayanıyor da yine fanilalar içinde bulunan, soğuk almaktan kendisini kurtaramadığı hâlde diğerinden soğuk bile kaçınıyor.

Şöyle iki adam önümüzde iken bir doktor ile konuştuk. Çıplak adamın geleceğinden pek fazla endişelendiğini söyledi. Biz fanilalı bey için, “Şöyle genç ve babayiğit bir hâlde iken kendini ısıtamazsa yarın kanı soğuduğu, damarları küçülerek kan dolaşımı azaldığı zaman bu adam kendisini nasıl ısıtacaktır?” dediğimizde doktor efendi cevap bulamayıp diğer bir doktor ise buna tıbben değil fakat zarafeten bir cevap verdi. Dedi ki:

“O hâlde de arkasına birkaç soba ve ayaklarına birkaç mangal giyer de kendisini ısıtır!”

Gözleri korumak için konserve27 gözlükler ve miyopluğa karşı koymak için kuvvetli camlar falan kullanarak otuz beş yaşında kör olmak derecesini bulanlar ile bir de altmış yaşına vardığı hâlde henüz gözlüğe ihtiyacı olmadığını şükran makamında söyleyenleri incelemeli.

Kısacası tıbbın henüz doğaya üstün gelemediğini ve belki hiç gelemeyeceğini kabul etmelidir. Tıp bilginlerinin sağlığımızı korumak için göstereceği şartlar eğer doğa geneliyle uyuşursa ne âlâ! Fakat economie animal28 bilimi kurallarınca her hareket bir gider ve o hareketi yaptıracak her kuvvet bir gelir sayılarak gelirin gidere üstün gelebilmesi için az kuvvet sarf etmek üzere az da hareket lazım olması öğüdünden, vücudumuzu tam bir adalet içinde çürütürsek tıpçı efendiler bunda da suistimalimizi kanıtlamak için bin delil bulabilirler ise de biz kaybettiğimiz vücudu bir daha bulamayız.

İşte Bahtiyar Paşa vücudunu kaybetmemiş olan bahtiyarlardandı. Evet, bu bahtiyarlardan idi ki evvelce de demiş olduğumuz gibi dört hanımı vardı.

Vay, şimdi okur hanımlarımızdaki gazap! Bir adamın dört karısının olması bahtiyarlık mı imiş? Bu ne yanlış fikir! Bu ne garip düşünce! Yazılacak şeyler bitti de bir de erkekleri dört kadın almaya teşvik mi kaldı?!

Okurlarımız böyle birdenbire hiddetlenmezler ise kendileri ile pek çabuk ateşkes anlaşması yapabiliriz. Biz bu çok hanımla evlilik konusunu pek çok yerde ettik. Mesela bir tarafı Türkçe diğer tarafı Fransızca olarak yayımlanmakta bulunan Osmanlı gazetesinde, ayrıntılarıyla izah edip açıkladık. Onlarda görülmüştür ki fikrimizin temeli çok hanımlı evliliği gerekli kılma yönünde değildir.

Ha şöyle! Ha şöyle! Çünkü toplu iğneye davrandığımız gibi!..

Ancak erkek olmak ve elli yaşına varmış bulunmak noktasında bir adamın evvelce örneği görülen Hamparson Ağa gibi yalnız bir hanımı bile çoğumsanması, o erkek için elbette bahtiyarlık sayılamaz. Belki kadın için bile! Öyleyse, savunulanın tam tersi de kabul edilir; yani o yaşta bulunan bir erkeğin yalnız bir değil dört kadına koca olabilecek kadar genç bulunmasının bir nimet sayılması lazım gelir.

Ya bir erkek bu şekilde dinç ve zinde olur da, “Ben yalnız bir hanımla yetinirim.” derse, bu söze kolay kolay inanmak mümkün olur mu? Dünyanın beş kıtası gözümüzün önündedir. Görüyoruz ki bu sözü söylemeyen erkeklerin hemen yüzde yüzü o söz ile “Ben ihtiyaçlarımı dışarıdan da giderebilirim.” demiş oluyorlar.

Çok hanımlı evlilikten bahseden bir kişi demiştir ki “Genelevler ağırlıklı olarak evli bulunanlar içindir. Bekâr olan gençler ise bu yerlerdeki başarılarını hürmete değer başarı saymazlar.”

İmdi, bir erkek gönlünü, malını, namusunu evinden dışarıda ayaklar altına alacağına, serveti, arzusu hep kendi evine ait olsa daha tercih edilir sayılmaz mı? Dışarıdaki zevk ve eğlencelerin kendisi için ayıp ve rezalet sayıldığı hâlde evindeki çok eşliliği böyle bir ayıp ve rezalet sayılmak şöyle dursun, tam tersine evcillik sayılır.

Bununla beraber bir tanecik hanımıyla yetinen ve ona sadakat eden kocaları kutsamalıdır. Fakat bizim Bahtiyar Paşa, işte bu fikirde bir adam olmayıp konağında dört hanımı vardı. Bizim hikâyemizin geçtiği zamanda Bahtiyar Paşa’nın dördüncü ve üçüncü hanımlarından henüz çocuğu olmayıp, ikinci eşinden bir buçuk yaşında bir kızı ile üç buçuk yaşında bir oğlu ve birinci eşinden, yani büyük hanımefendiden Şehnaz isminde on yedi yaşında bir kızı vardı ki işte Resmi Efendi’nin annesinden kalan Hasna, hikâyemizin geçtiği zamandan üç sene önce, yani Şehnaz henüz on dört yaşında bulunduğu zaman kendisine arkadaş olmak üzere alınmıştır. Cezayirli olmak ve orada Fransız lisan ve ahlâkını hemen tamamıyla öğrenmiş bulunması nedeniyle Bahtiyar Paşa gayet alafranga bir adamdı. Hatta alafrangalığı Avrupa’nın burjuva denilen halk takımının alafrangalığı şekli de olmayıp âdeta kendisini kontlar, dükler derecesinde sayarak konağını bile o kıyas üzre idare eylerdi. Öyle ya! Cezayir Dayısı demek, oranın bir hükûmdarı demek olduğuna göre Bahtiyar Paşa’nın kendisini, Avrupa’da yedi sekiz yüz nüfustan ibaret, çiftlik gibi bir yerin hükümdarı hem de tek sözü geçeni sayan baronlardan, kontlardan, düklerden daha aşağı mı saysın?

Konağı içinde daire müdürü sıfatında görevlendirdiği kişi Konsuş isminde bir İngiliz’di ki hâl ve şanına bakılacak olunsa kendisi bir daire müdürlüğüne değil büyük bir şirketin yöneticiliğine layık görülürdü. Ondan başka zengin evleri için bir süs sayılacak cokeyi Sarafin de binicilikte şöhret yapmış bir adam olup arabacısı Fransız Victor Hague ise arabacılığa tenezzül edemeyecek bir adam ise de nasılsa birkaç defa servet kazanarak zevk ve eğlenceyle batırmış olduğundan şimdi Bahtiyar Paşa’nın yemek içmek, giyim vesaire her şey daireden olduğu hâlde maaş olarak verdiği ayda iki yüz frank Victor Hague’a arabacılık hizmetini kabul ettirmişti.

Konsuş, Sarafin ve Victor Hogue’den başka dairede bulunan Fransız aşçılarının, Türk ve Arap iç ağalarını vesaireyi sayıp dökmeye de kalkışacak olursak şuraya birkaç yüz isim kaydetmeliyiz.

Harem tarafına gelince; hanımların cariyelerinden filanlardan başka Şehnaz Hanımefendi’nin hizmetinde mürebbiye ve öğretmenlik sıfatıyla görevlendirilmiş olunan Madame Mirsak gerçekten kültürlü kabul edilmeye değer bir kadın olup Fransa edebiyatçılarının bütün eserlerini kütüphanesine sadece bir süs olsun diye koymuştur. Çünkü söz konusu edilmiş kitaplar tümüyle ezberinde olup kendi kalemi de şöhret yapmış Fransız hanımlarından Madame George Sand ve Madame Emile de Girardin gibi yazarlardan aşağı kalmaz. Bu kadın otuz yedi, otuz sekiz yaşında, vücutça da alımlı ve hele öğretmenlerin hepsinde görüldüğü gibi elbise ve tuvaletince büyük bir temizlik ve titizliğe düşkün olup şu kadar ki yine o öğretmen ve mürebbiyelerin hepsinde görüldüğü üzere, hâl ve tavrını altmış yaşındaki kadınların hâl ve tavrına benzetmeye çalışıyordu. Madame Mirsak yedi sekiz seneden beri Şehnaz Hanım’ın eğitim ve öğretimiyle meşgul olduğundan, Şehnaz Hanım’a Fransız lisanında iyiden iyiye pay kazandırmış olduğu gibi kendisi de Arapçayı ilerletmiş ve hatta okuyup yazmaya başlamıştır.

Madame Gabat isminde Şehnaz Hanım’ın bir de müzik ve dans öğretmeni vardır. Bu kadın kırkını bir hayli geçmiş ve belki ellisine el uzatmaya yaklaşmışsa da Paris’in en meşhur tiyatrolarında geçirdiği gençlik âlemine nasılsa doyamayarak gerek süsçe ve gerek şuhlukça hâlâ kendisini yirmi altı yaşında zannederdi. Şunu kabul ederiz ki bu kadın genç iken Paris’te pek çok adamın ocağına incir dikmeye yardım eylemiş büyük bir güzelliğe sahip olup şimdi de geçip giden aylar ve yıllarla o güzel binaya gelen yıpranma ve çöküntüyü süs sanayinin yardımıyla tamire çalışarak bu binayı sıvaca, badanaca, nakış ve renkçe bayağı, insanların dikkatlerini çekebilecek bir hâlde korumayı başarmakta idi.

Şehnaz’ın oda hizmetçisi olan Sofi isminde bir Fransız kızını ne Mirsak’a ne de Gabat’a asla kıyas edemeyiz. Bu kız ancak on dokuz, yirmi yaşında, varışlı gelişli dalyanlar gibi bir kız olup çehrece de o kadar güzeldir ki bu büyük güzelliği kendi etkisini meydana koymak için öyle süse müse de muhtaç değildir. Bir oda hizmetkârının sadece elbisesi eğer bir çirkin kadının üzerinde küçük görülmeye neden olabilirse de Sofi’nin üzerinde bulununca kimse elbiseye dikkat bile etmeyip fistanına sığmayan balık gibi sımsıkı bir vücudun kim bilir ne kadar körpe bir şey olduğunu tahmin için insan gözlerini kızın gerdanından, boynundan, yüzünden ayırıp da elbisesiyle uğraşmaya zaman bulamazdı.

Bu yosmanın güzelliğinden kendisinin habersiz olmadığını da özel olarak yazmalı ve uyarmalıyız. Hatta kendisini görenlerce vücudunun ahengi ve yüzünün güzelliğinin ne etki yaptığını kendisi de daima gözler ve her hâl, duruş ve tavrını ona göre düzenlerdi. Hatta bir defa Resmi Efendi, Matmazel Şehnaz Hanımefendi ile birlikte kahvaltı etmek şerefine ulaştığında (Çünkü Bahtiyar Paşa dairesi pek alafranga olduğundan kaç göçe o kadar uyulmaz.) Sofi bu sofrada yemek takdim etmekteydi. Misafirin sol tarafına yemek tabağını uzattığı zaman en usta hizmetçiler için birinci derecede dikkat edilmesi lazım geldiği gibi burnunun solumasıyla yemek alan kişiyi rahatsız etmemek için başını o kişinin tepesi hizasına doğru kaldırınca Sofi o kadar yaklaşmış ve öyle güzel bir duruş almıştı ki kızın gerdanında olan güzellik öyle göz yumulması mümkün olan güzelliklerden de olmadığı için Resmi biraz başını kaldırdığı zaman gözleri kamaşır gibi bir şeyler hissetmiş ve hemen aklını başına alarak kendi kendisine, “Vay canına yandığım yosma şey! Sanki yemek takdim etmiyor! Güya gerdan takdim ediyor!” demiştir. Sofi de Resmi’de olan bu çalkantının farkına vardığından yüzünde o kadar hafif ve anlamlı bir gülümseme görülmüştür ki artık bu gülümsemeyi ne yolda anlamak isterseniz sizi hür ve yetkili bırakırız.

Nasıl? Resmi’nin Zekâyi’yi tanıştırmış olduğu şu Bahtiyar Paşa ailesine tanıtılmak bahtiyarlığını siz de kendiniz için arzu ederdiniz ya!

Bu aileden hikâye kahramanları arasında hemen birincilerden sayılacak kişi hakkında henüz gereken ayrıntıları vermedik. O ise Şehnaz Hanım’dır. Yalnız Şehnaz Hanım’ın bu hikâyenin geçtiği zamanlarda on yedi yaşında bulunduğunu söylemiştik. Bu kadar düzenli bir terbiye içinde bulunan bir kızın ne kadar mükemmel olmasını arzu edersiniz? Vah yazık ki bu arzunuzun yerine geldiğini göremeyeceksiniz. Şehnaz Hanımefendi aslında yüce kudretin o kadar özenerek yarattığı ve süslediği bir sanat eseri olmadığından, kız sekiz dokuz yaşlarına geldiği zaman sanki Yüce Sanatçı Hazretleri bu yarattığını kendisi de beğenmemiş de modelini beğenmeyen ressamların fırçalarını boyaya batırarak çizimlerine doğru serpiverdikleri gibi hatsız hesapsız çilleri ve çiçek bozukluklarını bu kızın yüzüne serpivermişti.

Boy, kısaya yakın orta; vücut, bir iskelet olup yaradılıştaki inada bakınız ki dişler de dudaklarından dışarı fırlamaya her zaman hazır ve tetiktedir. Uzun bir yüze, ufacık bir burun ne kadar yakışmaz ise, bir sivri çene üzerinde ve bir geniş ağzın ipince dudakları arasında bu dişlerin bile o kadar yakışıksız olacağını aklınızda bulabilirsiniz.

Güzel ahlakın en güzel yüzlerde aranılması gerekeceği hakkında verilmiş olan bir karara itirazınız var mıdır? Yok ise Şehnaz Hanım’ın ne kadar hoppa, ne kadar hırçın, ne kadar kıskanç bir şey olacağını da ayrıca anlayınız.

Şu kadar ki kızın zekâsını yüz kadına bölüştürselerdi, o kadınların her birini de başka başka olarak zeki ve fettan birer kadın olmak üzere kabul ederdiniz. Pergel ile resmolunmuş gibi testekerlek ve küçücük açık mavi gözleri, sanki iblisin kör olmayan gözü gibi ekseni üzerinde fırıl fırıl döner, pırıl pırıl parlardı. Bu kız ihtiyar olursa şüphe yok şeytanı bile aldatan kocakarıyı da aldatacak bir acuze29 olur.

Fıkra aklınızda mıdır? Değilse arz edelim:

Bir kocakarı ile şeytan bir salonda düelloya çıkarlar. Silahların birisi gereğinden fazla uzun olan bir tavan süpürgesinin sapı ile diğeri gereğinden fazla kısa olan bir meydan süpürgesinin sapından ibaret olup kocakarı şeytana der ki: “Hangisini istersen al!” Şeytan uzununa göz dikerse de onu elinde evirip çevirip idare edinceye kadar kocakarı kısa sopa ile durmadan yapıştırır. Şeytan birbirini izleyen süpürge sapından kafasını kurtarıp da uzun sırığını kullanamayacağını görünce önceki seçiminden cayıp, “Hayır, hayır! Şu kısayı bana ver de sen uzunu al!” der. Kocakarı buna da razı olur. Bu defa ise acuze, süngü davranır gibi sırığa davranıp aralıksız (şeytanı) dürtmeye başlar. Şeytan için hasmına yaklaşmak bile imkânsız olunca galibiyet meydanını kocakarıya terk ederek kaçar gider.

İşte bizim Şehnaz Hanım, bir kocakarı olsaydı mutlaka şeytanın üstün gelemediği bu acuzeye de üstün gelirdi. Hiçbir şey yapamaz ise bari elindeki kısa sopayı kaldırıp kocakarının kafasına atarak Vodina kavunu gibi kafasını yardıktan sonra kaçardı.

Şehnaz’ın dünyada hiç sevmediği iki insan varsa, birincisi Hasna idi. Hasna’yı nasıl sevebilsin ki kendisi çirkin olduğu hâlde Hasna güzel; kendisi hoppa olduğu hâlde Hasna ağırbaşlı; kendisi kötü huylu olduğu hâlde Hasna melek yaradılışlı bir kız. Bayan öğretmenleri her dersi ona verdikleri hâlde sırf hoppalık ve tembelliği nedeniyle derslerine dikkat etmemesine karşın Hasna, sanki o dersler doğrudan doğruya kendisine veriliyor imiş gibi hepsini alıyor ve ezberliyor. Dolayısıyla Hasna, Şehnaz’a arkadaş değil rakibe sayılırdı. Bereket versin ki Şehnaz’ın haddinden fazla kibirli olması Hasna ile açıktan açığa düşmanca bir rekabete girişmekten kendisini alıkordu. Öyle ya! Bir kontes veya prenses iken, her durumda hizmetçinin bir parmak üst tarafı demek olan bir yoldaşı önemseyip de onunla rekabete kalkışması mümkün olabilir mi?

Sevmediği adamların ikincisi ise Resmi Efendi idi.

Zekâyi Bey bu eve tanıştırıldığı zamana kadar Şehnaz’ın Resmi’yi ne kadar sevmediğini kendisi de bilmezdi. Gerçekten de Resmi’nin kendi huzurunda ciddiyetini korumak suretiyle gösterdiği ağırbaşlılıktan ve doğru sözlülükten nefret eder ve bu davranışların tersini görmeyi arzu eder idiyse de her şey zıddıyla temeyyüz eder30 kavramınca, Zekâyi tanıştırılarak beyefendinin koca bir asilzade olması ve sultana selam vermemek derecesinde kibirli bulunmasıyla beraber, kadınlar ve bilhassa Şehnaz gibi kibar nezdinde yılışıklık yapmama kuralına son derece uygun davrandığını görünce Resmi’nin âdeta katlanılmaz bir edepsiz olduğuna karar vermişti.

Hakikat! Gerçekten büyük olan kibarın dünyada hiç hoşlanmaması ve en fazla nefret etmesi lazım gelen bir şey var ise o da riya ve dalkavukluk olması lazım gelir ve riya ile dalkavukluk yapan soysuzları huzurundan kovması gerekirken tam tersine, genellikle görülür ki o büyükler gözünde en fazla makbul olanlar dalkavuklar ve riyakârlardır.

Dalkavukluk ve ikiyüzlülük ile yaranmak isteyen terbiyesizlere neden hürmet etmelidir? Ki onlar kavuk salladıkları kibarın menfaatini, hukukunu, şanını, şerefini hayal ve hatırlarına bile getirmeyip tam tersine kendi riyaları ve dalkavukluklarının makbule geçtiğini görünce velinimetleri efendileri hakkında alaylara da başlarlar ve kendi kendilerine derler ki “İşte ahmak herifi aldattım! Gösterdiğim tüm yaltaklanmalara inandı.” Bu sözü yalnız kendi kendilerine söylemekle de kalmayıp hatta kendisi gibi kavuk sallayıcı ve riyacı olan kapı yoldaşları arasında da efendilerinin ahmaklıklarını maskaraya alarak eğlenirler. Bunlardan birçoğu, her zaman ortamda görüldüğü ve şu gerçek güneş gibi ortada olduğu hâlde büyükler hep riyakâr, ikiyüzlü, yalancı, hilekâr olan dalkavukları severek kalpleri temiz ve bağlılıkları ciddi ve hakiki olan hizmetkârlarını daima üzerler.

Besbelli bu durum da en temiz kalpli, en doğru özlü ve doğru sözlü adamların kıymetlerini bilen kibarın bir kat daha büyüklüklerini yüceltmek için yaradılışın kurallarının arasına konulmuş bulunmalıdır.

Resmi, Şehnaz Hanımefendi’nin kendisini sevmediğini önceden bildiği gibi Zekâyi Bey daireyle tanışıklık peyda eyledikten sonra hanımefendi hazretleri artık Zekâyi’nin ikiyüzlü yaltaklanmalarından açıkça hoşlandığını ve kendi hoşsohbetinden açıktan açığa hoşlanmadığını görünce nefretinin derecesini bir kat daha anlamış idiyse de Bahtiyar Paşa, kendi annesinden yadigâr kalan Hasna’nın velinimeti olduğu ve bu durumda Şehnaz Hanımefendi de velinimet-zadesi bulunduğu nedeniyle Şehnaz’ı yine takdir eder, yine sever ve tüm bu nedenlerle mesut ve bahtiyar olmasını can ve gönülden arzu ederdi. Eğer onun mesuliyeti kendisince büyük büyük fedakârlıklara muhtaç ise elinden gelen her fedakârlığı yapmaya daima hazır ve hazırlıklı bulunurdu. İyi ahlak ve fazilet erbabı için bittabi ortaya çıkan görev bu değil midir? İnsan, bir efendinin minnettâr kalınacak hediyeleri ve ihsanı olduğu zaman, şu kutsal göreve halel bile getirecek olursa, artık o durumda riyakâr ve dalkavuk olan yalancılardan daha kötü bir mel’un, bir hain olur kalır. Minnettarlık mutlaka ve ister istemez hayırseverliği gerektirip Resmi Efendi ise yalnız minnettar olduğu kişinin değil kendi minneti altında bulunanların bile hayırseveri olmak derecesinde yüksek ahlak sahiplerinden idi.

Bir yalancı riyakâr ile riyaya inanıp rağbet eden kibar arasında en parlak bir örnek vermek lazım gelir ise işte yine Şehnaz ile Zekâyi’yi gösteririz. O ikiyüzlü dalkavuk, biçare Şehnaz Hanım’ın huzurunda kendisini şöyle güzel bulduğuna ve her hâline hayran olmak lazım geldiğine dair nice dilbazlıklar ettiği ve her sözünü zarafetin ta kendisi saydığı hâlde, bazı kere Hasna ile iki dakikacık kadar yalnız bulunabilmek fırsatı ele geçtikçe, “Acaba Şehnaz Hanım’a söylediğim sözlere kendisi gerçekten inanıyor mu? Hiç sizin kadar güzel bir kişi kendi karşısında iken kendi güzelliğine bu kadar mağrur olmalı mıdır? Zarafet zanneylediği arsızlıkların nasıl farkına varamıyor ki sizin güzel terbiyeniz, zekânız ve zarafetiniz, onun zevzekliğini, çılgınlığını ve âdeta terbiyesizliğini kendi gözünde bile kanıtlamalıdır!” gibi sözler ile Şehnaz’ı alaya alır ve küçümserdi.

Hâlbuki Şehnaz Hanımefendi, kendisine edilen ikiyüzlülüklerin ve yaltaklanmaların doğru olduğuna o kadar inanıyordu ki Zekâyi’ye olan duyguları âdeta muhabbet ve aşk derecelerine varıp, bazı kere bu sırrını Hasna’ya da açar ve Hasna’yı kendisine dost bildiği için değil, belki, “Bak, ne kadar güzel, nazik ve sevimli bir hanımefendi hazretleriyim ki Zekâyi Bey gibi güzel ve terbiyeli bir kibarzade bana âşık olmak derecelerinde davranışlar gösteriyor!” tavrıyla sohbetlerde bulunurdu. Hasna ise Zekâyi’nin kendi hakkında söylediği sözleri doğru olarak görmekte haklı iken bile o sözlerin hiçbirisine inanmayıp “Bunun gibi ikiyüzlü ve alçak bir herifin yaltaklık ve riyalarından Allah cümleyi esirgesin!” diye Cenab-ı Hakk’ın ulu koruyuculuğuna sığınırdı.

Şimdi biraz düşünelim ki ikiyüzlülük ve dalkavukluktan hoşlananlar, bundan ne fayda ümidiyle hoşlanırlar? İşte Şehnaz Hanım, Zekâyi Bey’in riya ve yaltaklanışlarına önem vermekle, kendi kendisini o dalkavuğa alay konusu ettirmekten başka bir şey kazanamamış ve fazla olarak habise gayet müthiş bir şekilde aldanmıştır da. Çünkü bir kız, hakikatte sevilmediği bir adam tarafından “seviliyorum” inancına düşerse, bu aldanışın onun için pek müthiş bir aldanış olacağına şüphe yoktur. Yalnız bir kızın değil en büyük adamların bile riyakâr ve dalkavuklara aldanması daima müthiştir. Tarihin sayfaları karıştırılacak olursa bundan dolayı meydana gelmiş o kadar facialar görülür ki insan onları okuyarak üzülür ve üzüldüğü zaman riyakârları herkesin gözü önünde asacağı gelir. Çünkü efendisinin en büyük bela ve felaket günlerinde, hâllerine ağlayacak iken gülmek gibi bir lanetlenesice davranış, daima ikiyüzlü ve dalkavuklarda görülmüştür.

Zekâyi Bey tarafından gösterilen yaltaklanmaları, Şehnaz Hanımefendi’nin tamamıyla ciddi olarak kabul etmesini gerektiren bazı sebepleri de okuyucularımız bilmelidir. Ta ki biçare kızın Zekâyi hakkındaki duygularının çabucak bir aşk derecesine varmış olduğunu görmekle hayrete düşmesinler.

Malumdur ki alafrangada kızlara roman okutmak yasaktır. Bu yasağın nedeni, kızlara zevk ve şehvetin ne olduğuna dair örnekler göstermemek konusu olacak ise de söz konusu yasaktan hiçbir memlekette, beklenen fayda elde edilememiştir. Çünkü bu hâl, bu yasaklama tam tersine, kızların romanlar için daha fazla hırs ve düşkünlük göstermelerine neden olduğundan, piyasada gezen romanları noksansız olarak okumaya yol bulduktan başka, kadınlar ve hatta erkekler için bile yasak olan birtakım zararlı kitapları da ele geçirip büyük bir hırs ve hevesle okurlar. Pek çok kızın en gizli yerlerinde öyle kitaplar bulunmuştur ki bunlar bir kızın değil, hatta bir erkeğin bile elinde görülse içeriğini okumak değil, resimlerine göz gezdirmek bile o erkek için pek büyük ayıplardan sayılır.

Aslında Şehnaz Hanım’ın öğretmeni Madam Mirsak da öğrencisine roman ve tiyatro gibi eserleri asla göstermezdi. Ancak kütüphanesinde türlü türlü romanlar ve tiyatrolar mevcut olduğundan, Şehnaz habersizce bunları çalıp gece odasında okurdu. Bu hırsızlıkta Hasna’nın da suçsuz olduğunu iddia edemeyiz. Şu kadar ki Şehnaz’ın okumasıyla Hasna’nın okuması arasında büyük bir fark vardı. Bu farkı görmek için Hazret-i Sadî’nin beytini araştırmalıdır. Hakikaten bitkilerin tümü için selamet nedeni ve bereket olan yağmur, hep o yağmurdur. Ancak, lale ve sümbül tohumunu içeren bir bağda lale ve sümbül bitirdiği gibi diken ve çalı kökleri ile dolu olan bir yerde de bunları yeşillendirir. Yaradılışında kötülük tohumu olan Şehnaz için okuduğu romanlar, kendisinin de o romanlarda gördüğü olay kahramanlarından birisi olma istek ve becerisine güç verirdi. Hasna ise yaradılışında zaten saf iyilik olduğundan, okuduğu romanlarda durumu beğenilemeyecek olan olay kahramanlarının her birini birer ibret numunesi olarak algılamış ve şu âlemde henüz aşkın ne olduğunu kendi şahsında tecrübe etmediği hâlde zevk ve şehvet âleminin olanca tehlikelerini romanlarda okuyup öğrendiği için o olay kahramanlarına benzemeyi değil benzememeyi asıl kahramanlık olarak görmüştü.

İşte bu hikmet nedeniyle Şehnaz, Zekâyi’nin ikiyüzlü davranışlarına kapılmakta idi. İşte bu hikmet nedeniyle idi ki Hasna, Zekâyi’nin ikiyüzlülüklerini nefret gözüyle görmekte idi.

Bahtiyar Paşa familyası hakkında buraya kadar aldığımız bilgiler, Zekâyi Bey’in, bu aile içinde Hamparson Ağa’nın hanesindeki gibi yıldızı düşük olmadığını ispat eylemiştir ya! Çünkü burada makbul ve mukbil31 olmaktan fazla bir nimet daha vardı ki o da Şehnaz Hanımefendi’nin gözünde Resmi’nin menfur,32 Resmi’nin müdebbir33 olmasından ibaretti.

26.Suistimal erbabı: Burada, sağlık ve sıhhatlerini hor kullanarak vücudunu gereğinden fazla yıpratacak davranışlarda bulunanlar anlamında.
27.Konserve: Burada koruyucu anlamında.
28.Economie Animal: Hayvan bilim.
29.Acuze: Kocakarı.
30.Her şey zıddıyla temeyyüz eder: Her şeyin üstün ve iyi tarafı, ona zıt olan değerlerle kıyaslandığında ortaya çıkar.
31.Mukbil: Mübarek, mutlu, mesut, bahtiyar.
32.Menfur: Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç.
33.Müdebbir: Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören.
158,84 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
1 стр. 2 иллюстрации
ISBN:
978-625-6486-36-2
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают