Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Gönüllü», страница 2

Шрифт:

2
ARNAVUTÇA BİR TEFEÜL

Bego’nun ziyafetindeki misafirler, kuşluk yemeğine oturmuşlardı. Sofrayı alafranga kurulmuş zannetmezsiniz ya? Yere seccadeler serilip onun üzerine büyük bir sofra bezi yayıldıktan sonra ekmekler, kaşıklar, falanlar da bunun üzerine konulmaktan ibaret bir sofra ki misafirler de bunun etrafına yere oturup sofra bezinin birer kenarını da dizlerinin üzerine alırlar.

Malum ya? Baş yemek kuzu, hindi ve kaz dolmalarıdır. Hele kuzu mevcut iken bu şerefi başkalarına bırakamaz. Bu gün mevsim gereği misafirler kuzuyu beklemediklerinden, uşaklar kocaman bir bakır tepsi üzerinde arka arkaya konulmuş iki kuzudan müteşekkil bir yemeği getirdikleri zaman “O! O! Bu mevsimde kuzu ha! Boşuna Kahramanoğlu Mehmet Bey dememişler.” gibi alkışlar ile kuzuyu karşıladılar.

Arnavut ziyafetlerinde kuzunun büyük bir ehemmiyeti vardır. O da sekiz on el birden kuzu üzerine hücum edip de ikinci üçüncü hamlede biçareyi tarumar ettikleri zaman meydana çıkan kürek kemiğini, hane sahibi eline aldığında bunu kime vereceği kaziyesidir. Zira o kemiği kime verir ise o adamda bir büyük ehemmiyet var demektir. Hem bu ehemmiyet öyle rütbece, servetçe falanca bir ehemmiyet değildir. Mana ve irfanca bir ehemmiyet! Öyle ya! Bu kürek kemiğini dişleri ve dili ile yalayıp temizledikten sonra onu bir aydınlığa doğru tutup aydınlatırdı ve kemik içinde görebileceği kan lekesi gibi şeylerden manalar çıkararak meclis ehline bunları anlatacaktır. Arnavutlar nezdinde bu, bir faldır. Hem de ne kadar mühim bir fal ya? Bu tefeülde adam her ne söyler ise onun gerçekten çıkacağına kimse şüphe edemez.

Bunları yazdığımız tarihlerde buna dair bir şey görememiş isek de zannedebiliriz ki bu âdet pek çok eski tarihlerden kalmıştır. Âdeta putperestlik zamanlarından kalmıştır. Buna dair olan şeyleri ne İslamiyette ne de Hristiyanlıkta görebiliyoruz. Bunları putperestlik arasında görüyoruz ki o da çok eski tarihlerdeki putperestlerin mabutlara kurbanlar kesip takdim ettikleri zaman, onların mabut tarafından kabullerine dair manalar çıkarmaları meselesidir. Kurbanların bir kısmını yakarlar, bir kısmını kuşlara, kurtlara terk ederler, bir kısmını da pişirip yerlerdi ki bu âdetlerin her birinde de kendilerince kabul alametleri arayarak ve o kabul alametlerinden de türlü türlü manalar çıkarırlardı. Bazen böyle kurban takdim olunan yerlerde bir de gayptan haber veren hatif bulundurulurdu. O hatif tarafından kendilerine gelecekle ilgili haberler verilirdi. İşte Arnavutların kuzu yedikleri zaman kürek kemiklerine bakarak ondan manalar çıkarmaları da eski putperestlerin bu âdetlerini hatırlatıyordu. Yine bunların Büyük İskender ile bunca fetihlere mazhar olmuş bulunan Makedonya kavminin asıl devamı oldukları da tarihin en ziyade kabule şayan rivayetlerinden bulunduğundan, şu münasebetle zannediyoruz ki bu âdet kendilerine İslamiyet ile değil; Hristiyanlıktan bile evvelki hâlleri olan putperestlik zamanlarından kalma bir âdettir.

Bu yoldaki tefeüle, Arnavutların pek büyük ehemmiyet verdiklerini söylememiştik. Bu ehemmiyetin derecesini de buna dair mevcut olan hikâyelerden çıkarıyoruz. Bu hikâyeler pek çoktur. Mesela falan vakit, falanca yerde bir kuzu yenilip falanca kimse o kuzu kemiğine bakarak valinin görevden alınacağını ve yerine ak sakallı bir adam geleceğini haber vermiş de üçüncü günü vali görevden alınarak iki hafta sonra da ak sakallı vali gelmiş. Kuzu yemek çoğunlukla bahar mevsimine denk geleceğinden o yaz yağmurlar yağacak mı, yağmayacak mı, mahsulat bereketli olacak mı, olmayacak mı, dolu vesaire semavi afetler vuku bulacak mı, bulmayacak mı, hangi tür mahsul daha iyi olup hangisi o kadar iyi olmayacağına kadar kemiklerden edilen tefeüllere Arnavutlar pek ziyade ehemmiyet verip inanırlar ve bunların birer birer vukusunu beklerlerdi.

Bu konuda edilen hikâyelerin en latiflerinden birisi olmak üzere şunu da işittik ki:

Haydutlardan bir çete, bir ormanda kuzu yiyorlarmış. Kuzunun kürek kemiği ortaya çıkarak haydutlardan birisi ona baktığında “Aman arkadaşlar, çabuk olunuz! Yarım saate kadar bölükbaşı buradadır.” demiş. Haydutlar hemen kuzuyu yiyip alelacele kalkmışlar, bir tarafa savuşmuşlar. Hakikaten yarım saat sonra bölükbaşı tüm askerleriyle oraya gelmiş. Ziyafetin kırıntıları içinde malum kürek kemiğini bulmuş. Bir küçümseme tavrıyla haydutları cahillik ve ahmaklıkla suçlayarak “Hay eşek herifler hay! Şu kemiğe bakarak benim buraya geleceğimi anlayıp bildiğiniz hâlde o kemiği meydana niçin bıraktınız? Benim gibi bu tefeülde mahir olan bir adamın eline bu kemik geçtiği hâlde artık sizin benden yakanızı kurtarabilmeniz mümkün olur mu? İşte kemikte görüyorum ki siz bu akşam falan ormanda, falanca kaynağın yanında geceyi geçireceksiniz. Sizi tam uyku hâlinde bastırıp kafalarınızı keseceğim.” demiş. Hakikaten o akşam, o ormana gidip o kaynak başında haydutları uyur bulmuş ve bastırıp tümünün kafalarını kesmiş.

Şimdi siz bu hikâyeye gülersiniz, değil mi? Ben de gülerim. Hatta bu hikâyeyi ilk işittiğim zaman da gülmüştüm ama Arnavutların bu tefeül hakkındaki itikatları o kadar kuvvetlidir ki böyle bir habere inanmamak âdeta evliyadan bir adam hakkında rivayet olunan keramete inanmamak derecesinde meclis ehlini üzdüğünü görünce, kendimi toplayıp güya sonradan inanmışım gibi görünmeye mecbur oldum. Bu yoldaki fıkraların kendi sıhhatlerini arayıp hele bunları tenkit etmekte fayda yoktur. Bunlar ait oldukları ahalinin o olay hakkındaki itikat derecelerini göstermesi bakımından çok ehemmiyetlidirler. Bu ehemmiyeti takdir edebilmek de kâfidir.

Bugün Kahramanoğlu Mehmet Bey kuzunun kürek kemiğini eline aldığı zaman evvel be evvel onu kendisi temizlemeye başlamıştı. Fakat bundan maksadı onu kime vermeye karar vermek için zaman kazanmak olduğu apaçık görülüyordu. Dişleriyle, diliyle, dudaklarıyla hem kemiği yalıyor hem de misafirleri birer birer gözden geçiriyordu. Nihayet ipince, upuzun, temiz sakallı, hâlâ sakalsız, avurdu avurduna geçmiş fakat gözleri parıl parıl parlayan bir Arnavut’a uzatıp:

“Ömer Ağa! Bunun erbabı sensin.” diye Arnavut’un eline verdiği gibi diğer ahbaplara da:

“Beyler! Ağalar! Böyle şeyde darılmak olmaz, değil mi? Ömer Neşo içimizdeyken hiçbirimiz bu kemiğe el süremeyiz!” dedi ki güya sunduğu şey hikmetli bir kitap ve Ömer Neşo da benzeri olmayan bir faziletli adam imiş de Bego’nun söylediği şu söz ise asla itirazı kabil değilmiş gibi misafirlerin tümü de önlerine bakarak hâlleriyle, tavırlarıyla tam bir teslimiyet gösterdiler.

Evet! Ömer Neşo, asıl Debre ahalisinden bir Kiğa’dır ki bir taraftan Niş’e, diğer taraftan İşkodra’ya kadar cihanı gezmiş ve on seneden beri Serfiçe’de ikameti tercih ederek kürek kemiği falındaki maharetini de cihana teslim ettirmiştir. Böyle Niş’ten İşkodra’ya kadar olan gezmelerine nazaran Ömer Neşo’nun kendisini büyük ve dünya çapında bir seyyah saydığına gülüyor musunuz? Gerçi bu zamanda elli beş günde dünya seyahatini icra eden seyyahları görerek buna gülersiniz ama korkarız ki haklı çıkamazsınız. Ömer Neşo, İstanbul’a da birkaç defa gelip kış mevsimini bozacılık, salepçilik ile geçirmiş ise de bunu seyahatten saymıyordu. “Bir taraftan Niş’e diğer taraftan İşkodra’ya kadar cihanı gezdim.” dediği zaman bu memleketleri karış karış gezip bilmediği bir dağ, bir dere, bir köy, bir çiftlik olmadığını haber veriyor demekti.

Sirkeci’den eksprese binerek üçüncü günü Paris’e giden bir adam, İstanbul’dan Paris’e kadar memleketleri gezmiş, görmüş sayılabilir mi? Jean Jacques Rousseau zamanında trenler yokken posta arabalarıyla edilen seyahatleri bile seyahatten saymıyordu. Her akşam bir köyde bir handa yalnız bir gececik geçirmek ile o gezilen yerlerin görülmüş olmayacağını iddia ediyordu. Hakkı da vardı. Yalnız hayvanla edilen seyahate sıcak bakıyordu ama yine de asıl seyahat için de ‘‘yürüyerek yapılanlar seyahattir” diyordu. İşte bizim Ömer Neşo, kendi kavlince “çarıklarına binerek gezmiş” bir adam olduğu için tam Jean Jacques Rousseau’nun kabul ve tasdik edeceği seyyahlardandı. Serfiçe’den mesela Kalkandelen’e giden bir adam kendisine veda edecek olursa uğrayacağı her menzilde birer ikişer ahbap ismi vererek:

“A be şunlara benden selam götür. Kendileri ölmüşler ise de bir şöyle oğulları falan vardır ya! Selamı onlara da deyiverirsin.” der idi. Arnavutluk’ta gezginciliği bu yolda etmiş çok adam görmüşüzdür. Bunların sohbetlerine doyulamaz.

Ömer Neşo, bu işe yegâne ehil olduğunu hem iddia hem tasdik edici bir tavırla kemiği eline aldı. Yaptığı fotoğraf klişesinin inceliğini, saffetini ayarlamak için karanlık oda içinde camı, mum ışığına karşı tutup bakan bir fotoğrafçıda da o derecesi görülemeyecek olan bir dikkat ile bakmaya başladı. Kemiği kâh gözlerine yaklaştırıp kâh uzaklaştırıyor, kâh elini gözleri üzerine tutup güneşten gözlerini korumaya çalışan bir adam vaziyetini alıyordu. Sofra halkı şu falcının ne diyeceğine dikkat kesilmişlerken bir de Ömer Neşo’nun yüzünde çirkin bir ekşitme görünce meraklarını daha da arttırmaya başladılar. Dünyanın falcısı henüz tek kelime dahi söylememişken kemikte gördüğü şeylerin hiç de hayırlı olmadıklarını anlamaya, hükmetmeye başladılar. Gerçi algılarının bu kısmı, doğru çıktı. Zira Ömer Neşo dedi ki:

“Arkadaşlar, savaş var. Hem de ne savaş? Kemikte pek de fena görüyorum.”

Sözün bu derecesi, misafirler üzerinde o kadar büyük bir tesir oluşturamadı. Zira o zamanlar Yunanlılar Girit’e asker dökerek kırk elli bin zorba adam ile birleşip köyleri basarak ve kadın, çocuk fark etmeyerek türlü türlü lanetli işlerin icrasına koyuldukları gibi kara hududu üzerinde de iki askerî kışla tayiniyle muntazam, muntazam olmayan gönüllü, gönülsüz birçok asker yığmaya başladıkları zamandı ki Hükûmet-i Seniyye-i Osmaniyye de ihtiyati bir tedbir olmak üzere Yanya ve Alasonya taraflarında gerekli hazırlıkları yapmıştı. Dolayısıyla böyle bir zamanda bir kuzunun kürek kemiğine bakmaya gerek kalmaksızın “savaş var” sözünü bir Ömer Neşo’nun da söyleyebilmesi yeni bir fal ve keşiften sayılmazdı. Fakat Ömer Neşo, tefeülün bu derecesinde de kalmadı. Kendisinde görülen korku ve endişe tavırları arttıkça artmakta olduğu hâlde dedi ki:

“Ya ben hiçbir şey bilmiyorum veyahut bu muharebe pek fena olacaktır. Huduttan bu tarafa doğru ahali kaçan kaçana. İnsan, hayvan, asker, başıbozuk, karı, kız, çoluk çocuk karmakarışık! Bir bozgunluk, bir bozgunluk ki tarif edemem. Bu bozgunluğun arkasından düşman askeri muntazaman yürüyor. Önüne geçip de durdurmak mümkün olamıyor. Nerede biraz karşılık verilmeye kalkışılsa gelip, çiğneyip geçiyor. Hemen Allah encamını hayreyleye!

Her söylediğini doğru olarak kabul etmeye mecbur olan bu adamlar ne kadar endişeye düşeceklerini tafsile lüzum var mıdır? Herkesin lokması boğazına tıkandı desek yeridir. Gerçi bu adamlardaki saflığa bedel kalplerinde kahramanlık ve cesaret de bulunduğundan bu yoldaki sözlere mağlup olacak değiller ya. Böyle bir savaşta fiilen ve maddeten bulunmak bile metanetlerini ihlal edemeyeceği aşikâr ise de Ömer Neşo’nun geleceği felaket olarak yorumlaması hepsinin neşesini kaçırdı. Bundan sonra birbirini takiben gelen o nefis yemeklerin hemen hemen lezzetini bulamıyorlardı.

Hazır bulunan cemaatten bazıları diğerlerine teselli vermek için:

“Adam sen de! Bizim Ömer Ağa’nın dediklerine bakmayınız. Ufacık bir kemik üzerinde bu kadar şey yazılı olamaz ya!”

Yollu sözler söylüyorlar idiyse de bu sözlerden diğerleri müteselli olabilmek şöyle dursun söyleyenlerin kendileri bile içlerindeki endişeyi gideremiyorlardı. Ömer Neşo, bu yoldaki düşüncelerini pek de kabul etmeyenlerin cehaletlerine gülümseyerek diyordu ki:

“Niş’ten İşkodra’ya kadar bir köy, bir kaza yoktur ki Ömer Neşo’yu bilmesin. Bunların her birinde kuzu yedim. Her kuzunun kemiğine ben baktım. Hiçbir vakit bu kemik bana yalan söylememiş ve söyletmemiştir. Haber verdiğim şeylerin tümü gelmiş, çıkmıştır. Beni dinlerseniz hora tepen kızlar için boşuna barut, kurşun telef etmeyiniz. Bunlar size lazım olacaktır.”

Eğer bu sofrada Recep Köso bulunmasa ve bu tefeülün hakikatini bu adam şerh ve izah etmeseydi ziyafetin bundan sonrası hakikaten pek neşesiz geçecek ve evvelce demiş olduğumuz gibi öyle gece yarılarına kadar devam edemeyecekti. Bu Recep Köso, otuz beş, otuz altı yaşında kadar bir adam idiyse de diğer misafirler gibi saflığını, cehalet hâliyle bir daha karartmış kimselerden de değildi. Gereği gibi tahsil ve terbiye görmüş, hatta mürekkep yalamış ve epeyce de kâğıtlar karalamış bir adamdır. Öyle bir kemikten gelecek hadiselerin hâllerini çıkarmanın mümkün olabileceğine kanaat getiremiyor idiyse de bu yoldaki yorumların, dinleyicilerin kalbinde meydana getireceği tesiri de ehemmiyetsizlik ile telakki edemezdi. Recep Köso, farz etti ki Ömer Neşo’nun tüm haberleri tümüyle doğrudur. Fakat hatırına bir şey geldi. Kahramanoğlu Mehmet Bey’den sordu ki:

“Bey birader! Sayenizde şu kuzuyu büyük bir iştahla yedik. Ömer Ağa’nın verdiği haberleri de büyük bir dikkatle dinledik. Fakat şu mevsim bizim buralar için kuzu mevsimi değildir. Siz bu kuzuları nereden tedarik ettiniz?”

Mehmet Bey, bu sualin ehemmiyetini takdir etmek şöyle dursun o takdirin ehemmiyetini lüzumunu bile hissetmeksizin büyük bir saffetle:

“Her sene bıçak silimi ziyafetinde kuzu bulundurmak âdetimiz değil mi? Geçen sene olduğu gibi bu sene de bizim kuzular yenecek hâlde olmadıklarından Yenişehir’de bir dosta yazdım. Dört kuzuyu analarıyla beraber birer küfeye koyup iki beygire yükleyerek göndermiş.”

Cevabını verince Recep Köso:

“Öyleyse hiç merak etmeyiniz arkadaşlar. Ömer Ağa’nın verdiği fena haberler bize ait değil; Yunanlılara aittir.” diye herkesin dikkatli nazarını kendi tarafına çevirdikten sonra bu görüşünü izah etmek için de dedi ki:

“Kürek kemiğine bakarak haber verilen şeyler doğrudur. Hele Ömer Ağa gibi erbabı olur ise doğruluğuna hiç şüphe etmemeli. Fakat şunu da muhakkak bilmeli ki her kuzu nerede doğmuş, büyümüş ise onun kemikleri üzerine yine o yerin geleceğiyle ilgili olan olayları yazılı olur. Dolayısıyla huduttan beri insan, hayvan, asker, ahali birbirini çiğnercesine vukuya gelecek olan bozgunluk, bizim tarafta değil, Yunan tarafında olacaktır. Çünkü bu kuzu buralı değil Yenişehirlidir. O bozgunluğu takiben yürüyüp karşılık vermek için her önüne çıkan kuvveti çiğneyecek, geçecek olan asker de bizim Osmanlı askeridir.

Recep Köso’nun şu tevili üzerine herkesin yüzünde bir ümit tebessümü görülmeye başladı ise de ilk merak, herkesin yüreğine o kadar tesir etmişti ki bu tevil ve cihetin makbul olup olmadığını soruyorlarmış gibi birbirinin yüzüne bakışıyorlardı. Bu tefeül sanatında kuzunun doğup büyüdüğü yere göre böyle bir tesir bulunup bulunmadığına dair hiçbirisi bir söz işitmemiş bulunduğundan işin bu kısmını merakla incelemeye lüzum görüyorlardı. Herkes bir şey söyledi. Kimi bu tevilin lehinde kimi aleyhinde konuşuyordu. Ömer Neşo bir meclise riyaset eden reisin en son sözünü kendisi söylemek için evvel be evvel herkesin söz söylemesi müsaadesini verdiği bir tavırla ve sessizlik hâliyle herkesin konuştuğunu büyük bir dikkatle dinliyordu. Herkes konuşmasını bitirdikten sonra o meşhur ihtiyar zat dedi ki:

“Evet! Bir on yedi on sekiz sene evvel Elbasan taraflarında bir manastırda misafirdim. Orada bir ihtiyar pop vardı. Kuzu yedik. Kemiğe baktık. Vali paşanın azledileceğini gördük. Hâlbuki vali azledilmedi. Sırp valisi değişti. Kemiğin verdiği haberin doğru çıkmadığına şaştık. O zaman pop dedi ki: Bu kuzunun anası gebe olduğu hâlde Sırbistan’dan gelmiştir. Bu haber anasının karnındayken orada kuzunun kemiğine aksetmiş. Evet, evet! Bu kemik meselesi pek mühimdir. Recep Efendi’nin dediğine benim de aklım eriyor. Doğrudur.”

Hiç Ömer Neşo bir şeye doğrudur der de bir kimse ona muhalefeten yanlış diyebilir mi? Böyle şeylere inanmak için bu adamlardaki saflık derecesinde bir saflık gerekir. O saflık ile Ömer Neşo gibi bir adama inandıktan sonra cihanın ulemasını getirip de aksini söyletseniz kulak bile vermezler. Bir ulemaya kulak verecek olsalardı Recep Köso o tevili ettiği zaman, onun sözlerine kulak verirlerdi. İleriye doğru ayrıntılı ahvalini öğrendikçe teslim olunacaktır ki Recep Köso, bu adamlara nispetle hakikaten bir ulemadır. Hele yorum tarzı tam da böyle akıl ve fikirleri sınırlı olan adamlara söylenmesi lazım gelen yoldadır. Çünkü herkesin itimat ettiği Ömer Neşo’nun yorumlarını esasen ret ve inkâr etmiyor. Haber verilen olayları muhakkak olarak reddetmiyor yalnız meydana geldiği yeri değiştiriyor. Bu yer değiştirmeye de çok uygun ve güzel bir yorum getiriyor. Yenilen kuzu Serfiçeli olmayıp Yenişehirli olduğunu ortaya koyuyor. Bununla beraber dinleyiciler onun yorumunu derhâl kabul edemiyorlar. Yine Ömer Neşo’nun tasvip ve tasdikine lüzum görüyorlar.

Elinde kalem tutanlar bu gibi ahvalden pek büyük ibret almalıdırlar. Ne söyleyeceklerini, ne yazacaklarını düşünmeden evvel kimlere hitap edeceklerini düşünmelidirler de ne söyleyeceklerini de ona göre güzelce kararlaştırmalıdırlar. Eğer dinleyici ve muhataplarının kabiliyetlerinden hariç söz söyleyecek olurlar ise kaş yapalım derken göz çıkarırlar. Kalem bir kılıçtır. Maksadına uygun kullanıldığı zaman insanlar üzerinde kılıçtan daha ziyade etki bırakır. Fakat Mesnevi sahibi Cenâb-ı Celaleddîn-i Rumi’nin buyurdukları gibi o kılıcı hakkıyla kullanmaktan âciz olanların ellerine vermemeli. Onu güzel kullanmaları için lazım gelen talim ve terbiyelerini güzel şekilde tamamlayan adamların eline teslim etmeli ki hizmetlerinden istenen güzel neticeler alınabilsin.

Recep Köso’nun yorumu ve Ömer Neşo’nun tasdiki üzerine bu bizim işret ahalisi, güya olayı gerçekleşme mertebesine varmış olan bir beladan Hızır Aleyhisselam’ın imdadı gibi bir manevi yardımla kurtulmuşçasına sevindiler. Şevk ve neşeleri evvelkinden birkaç kat daha arttı. Çingene kızlarının oyunları, kadın, erkek köylülerin horası, hatta bilfiil kendilerinin sirto oyunu defalarca tekrar ederek akşama ve akşam yemeğinden sonra da gece yarılarına kadar sürdü ve o kadar yenildi, içildi, gülündü, oynandı ki iş âdeta tarif imkânının dışına çıktı. Öyle ya? Ramazan geliyor. Bıçak silinecek. Bayrama kadar büyük bir açlık ve susuzluk ile ibadet ve itaat edilecek. Öyle bir hâle girmek için sanki gözleri arkada kalmamak üzere işret ehli böyle bir bıçak silimine kendilerini muhtaç görüyorlardı.

İhtimale pek yakındır ki insanlar arasındaki cahilce olan bu bıçak silimi âdeti de Rumeli’nin Rum, Bulgar ve Ulah gibi Hristiyanlarından ve özellikle Rumlardan intikal etmiş olsun. Gerçi buralarda ve özellikle Avrupa’da ve Avrupa’nın da bir zaman Venedik şehrinde görülen karnavalları derecesinde eğlenmek Rumeli için her zaman mümkün olamaz idiyse de büyük oruca başlanacağı zaman bir hafta kadar evvel vur patlasın, çal oynasın âlemlerine girmekten ibaret bulunan karnaval âdetleri her yerin kabiliyetlerine göre tüm Hristiyan ahali arasında az çok vardır. “Karnaval” ismiyle bir vakit yazmış olduğumuz büyük bir romanda, buna dair gereken tarihî tafsilatı vermiştik. Okuyucularımızdan arzu edenler, muhtaç olanlar, zikredilen tafsilata müracaat edebilirler. Güya büyük açlığa girileceği zaman, iki aya yakın bir müddet zarfında her türlü eğlenceden nefislerini mahrum edeceklerinin peşin bir mükâfatı olmak üzere Hristiyanlar, bu âdete riayet ettikleri gibi zamanla ve din değiştirmenin de tesiriyle zikredilen âdetin bir parçası, Rumeli ahalisine de intikal etmiş olması gerektir.

Hâlbuki halis ve muhlis Müslüman olanlar için Ramazan-ı Şerif’in yaklaşması münasebetiyle böyle oyunlara ve uygun olmayan eğlencelere bir kat daha revaç vermek değil, cehaletleri sonucu sene içinde işlemiş oldukları küçük ve büyük günahlardan tövbe ve istiğfar ile Ramazan-ı Şerif’e hazırlanırlar. Bu gibi hâllerin ve kötü âdetlerin bu kavimler arasında taklit edilip sürdürülmesi kendi cehaletleri sonucu olduğundan, bilinmelidir ki mevcut Osmanlı hükûmetinde eğitim öğretim geliştikçe halkın gözü de açılacaktır. Bu kavimler de üzerlerindeki cehaleti atacaklardır. İslami olan dinî bilgileri de tamamlandıkça böyle fena şeyleri kendi kendilerine terk edeceklerdir.

3
BİR KÂBUS

Gece yarısı yaklaştığı zaman, bizim işret ehlinin neşeleri artık ekşiyip cıvımaya başlamıştı. Her işretin neticesi zaten bu değil midir? Misafirlerin her biri bir köşede bozulup sızmak istidatlarını göstermeye başladıkları zaman Kahramanoğlu Mehmet Bey, Çingene takımını köylüler ile beraber köye gönderip misafirlerden her birini evvelce tertip edilmiş bulunan yataklarına gönderdi. Bunlar arasında en uslu akıllısı Recep Köso sayılabilirdi. Evvelce de demiş olduğumuz gibi bu adam, nispeten tahsil ve terbiye görmüş olduğu gibi geçimi ve yaşantısı da epeyce akıllıca ve hikmetliceydi. Mesela işret ve eğlence için kendine bir had tayin etmiş olduğundan, en büyük eğlencelerde bulunduğu zaman da o haddi mümkün değil geçmezdi. Midesinden rahatsızlığı nedeniyle yemek hususunda da itidali elden bırakmazdı. Hem kendisi iyi bir adamdır. Akran ve emsaliyle beraber her türlü eğlencelerde bulunduğu hâlde iffetini asla ihmal etmezdi. Dindardır da. Nasıl bir hâl ve mahalde bulunur ise bulunsun namazını terk etmez. Gerçi böyle eğlence âlemlerinde Recep Köso gibi zevatın bu perhizkârlıkları genel olarak eğlence ehlinin pek de hoşlarına gitmez. Bu konuda onu kendilerine yabancı görürler ise de Recep Efendi’nin hâli böyle de değildir. Kendisindeki züht ve takva eserini kimseye göstermez ki kimsenin zevkine mâni olmaz ki hiçbir münasebetle hikmetsiz hareket etmeye kalkışmaz ki bu gibi işret meclisindeki varlığı başkasını rahatsız etsin de istenilmeyen bir adam olsun. Küçük ile küçük, büyük ile büyük, sarhoş ile sarhoş, ayık ile ayık bulunmak bu hoş tavırlı zatın asıl özellikleriydi. Dolayısıyla kendisini herkes severdi. Hem de Recep Efendi’yi herkes hürmet ve saygı ile sever. Bu adam şu yoldaki istidatlarıyla eğer İstanbul’a düşmüş ve medrese ve ilim meclislerinde muntazam bir talim ve mükemmel bir terbiye görmüş olsaydı kim bilir ne mükemmel bir adam olurdu. Rumeli kasabasında kendi kendisine demek olacak bir şekilde tahsil gördüğü hâlde böyle mükemmel bir zat olmayı da başarmıştır.

İşte bu imtiyazına binaen Kahramanoğlu Mehmet Bey, kulenin en üst katındaki dünyaya değer odasını Recep Köso için hazırlatmıştı. Yani halis yapağıdan bir döşek, ev kadınlarının elinden maharetle işlenmiş pamuk bezli çarşaflar ile kaplı yorgan ve onun üzerine yünden bir örtüden müteşekkil yatak, yanı başına leğen, ibrik ve ipek işlemeli havlu ve seccade gibi abdest, namaz levazımı da hazırlanmıştı. Diğer işret erbabını birer birer yerlerine kadar götürüp yatırtmak ve zıbartmak gibi zor işlerde Recep Efendi de Mehmet Bey’e yardım ettikten sonra birbirine veda ettiler. Sonra da Recep Köso dünyaya değer odasına çekildi. Soyunup dökünerek ve abdest tazeleyip yatsı namazını kılarak yatağına girdi ki havanın fazla soğuk olmamasına nazaran örtüyü fazla bulmakla yorgan üzerindeki örtüyü kaldırıp bir tarafa yığmış ve aydınlıkta yatmak âdeti olduğu gibi pamuktan bükülüp sivriltilmiş ve bir tabak zeytin yağı içine konulmuş bulunan idare kandilini yakarak mumunu da söndürmüştü.

Eğlencenin bitmesinden sonra yatağına girdiği zamana kadar Recep Köso’nun beyan etmiş olduğumuz şu hâl ve hareketinden de anlaşılmış olacağı gibi bu adam sarhoş değildi. Tamamıyla aklı başındaydı. Hatta biraz sonra düçar olacağı çirkin ahvale nazaran şu anda sarhoş bulunması temenni de edilebilirdi. Zira diğer sarhoşlar gibi o da sızarak horultularıyla kuleyi doldurmak derecesinde bir derin uykuya dalar, giderdi.

Heyhat! Recep Köso uyuyamadı. “Yerini yadırgadığı için” diyemeyiz. Çünkü o yadırgamaktan dolayı uyuyamamak bizim gibi şehir ahalisine ve onlar arasında da daima kendi yatağında yatmaya alışkın olanlara mahsustur. Haftada beş kapı dolaşanlarda bu endişe olmadığı gibi Rumeli’de daima köylerde kırlarda gezip tozmaya alışkın olanlarda bu hâl hiç yoktur.

Gerçi Ömer Neşo’nun tasvir etmiş olduğu savaş hâli Recep Köso’nun aklına gereği gibi tesir ettiğinden yatağına girdiği zaman zihni zikredilen savaş hâlleriyle gereği gibi meşgul idiyse de bu meşguliyet Ömer Neşo’nun kemik falını tamamıyla desteklediği tarzındaki bir meşguliyet de değildi. Recep Efendi’nin hâl ve şanını epeyce öğrendik ya? Bu yoldaki cahilce tefeüle kapılmamak için kendisi teselliye muhtaç olması şöyle dursun, başkalarını kendisi teselli ve tatmin ederdi. Bu adam vilayet gazetesinden başka, İstanbul gazetelerine de abone olarak dünyanın ahvalinden daima haberdar olur. Hatta Rum lisanını ana lisanı olmak suretiyle bildiği gibi bilahare biraz da okumuş yazmış bulunduğundan Atina’dan da bir gazeteye abone olarak oranın ahvaline de mütemadiyen vâkıf bulunur. Dolayısıyla Recep Köso Yunanlıların Girit’e tecavüz suretinde gösterdikleri küstahça cüreti bir kara savaşına kadar vardıracaklarını kesine yakın bir öngörüyle tahmin ediyordu. Hem bu tahmin güç bir şey de değildi. Her gün bir kahvede bir meyhanede bir meydan yahut bahçede binlerce sarhoş Yunanlının: “Zito polemos!” yani “Yaşasın Savaş!” naralarını ayyuklara çıkarmışlardı. Etniki Eterya denilen fesat cemiyet de bu yolda propagandalar yapıyordu. Onların gazeteleri de tüm bu faaliyetleri övgüyle yazıyorlardı. Bu şekilde Osmanlıları şevklerini kırabilirlerse muhakkak muharebeye girişeceklerini ve ilk darbeyi Manastır’a ve ikinciyi Selanik’e vurup üçüncüde ise Edirne’ye varacaklarını mecnunları bile güldürecek bir yaygara ile neşredip duruyorlardı. Bu velvelelerin önü alınmaz ve halk da buna inandırılacak olursa bu işin mutlaka bir muharebeye kadar vardırılacağını tahmin etmekte Recep Köso için zorluk mu görülür? Bu muharebenin neticesi, gereği gibi zihnini yoruyordu. Zira daha buracıkta haber verelim ki kendisi aslen Yenişehir ahalisindendi. Bir kere göç hicret sıkıntılarını çekmiş bulunduğundan dolayı onun tekrarından ne kadar korksa mazur görülebilirdi. Fakat Yunan içinde görülen galeyana karşılık mevcut Osmanlı hükûmetinin de büyük bir dikkat ve tedbirle hududa doğru akın akın asker sevk etmesini de büyük bir gelişme olarak görüyordu.

Taşra ahalisinden bulunması ile beraber fikrini ve nazarını bu derecelerde aydınlatmaya muvaffak olmuş bulunan Recep Efendi, özellikle her işinde hikmetle hareket eden Cenâb-ı Abdülhamit Han Gazi’nin elinde bulunan memleketleri muhafaza için gösterdiği gayretleri biliyordu. Onun bu konudaki muvaffakiyetlerini bildiğinden de ümitvardı. Dolayısıyla siyasi hâlleri ve onun savaşla ilgili tedbirlerinden haberdar olduğu hâlde yine de uyuyamıyordu. Uykusu gelmiyordu. Niçin? Onu kendisi de bilemiyordu.

Aşağıda değirmende ve ahırlarda yanaşmaların son hizmetini görmek için vukusu tabii olan gürültüler, patırtılar da yarım saat zarfında sükûta erdiler. Yalnız değirmenin üç taşı birden çalışmakta bulunması sebebiyle, olukların çağıltılarıyla taşların gırıltılarından oluşan bir uğultu uzaktan uzağa, derinden derine gelmekte idiyse de biraz zaman zarfında kulaklar buna da alıştıktan sonra bu da gecenin sükût ve sükûnetini ihlal edemiyordu. Aradan bir hayli zaman daha geçti. Recep Köso, yatağı içinde kâh sağdan sola ve kâh soldan sağa birkaç nöbet döndükten ve bazı nöbetleri de arkası üstü yatarak geçirdikten sonra yine uyuyamadı. Uyuyamadı ama… Evet! Henüz uyumuyor ama… Hâlâ uyanık ama o ne? Gözleri önünde bir şeyler belirmeye başladı.

Yattığı oda, Kahramanoğlu Mehmet Bey’in kulesinin en üst katındaki dünyaya değer odası. Bu odada bin defa yatmış. Aşağıdan dik bir merdiven ile doğrudan doğruya odanın içine çıkılıyor ki merdivenin kepengi kapandıktan sonra o kepenk de odanın döşeme tahtalarına bağlanıyor. İşte odanın dört duvarında dört pencere. Recep Köso’nun da gözleri açık olduğundan bu pencereleri ve hatta demincek yatmadan evvel bir köşeye asmış olduğu silahlarını bile görüyor. Görüyor ama bu müşahedesiyle beraber kendisini bir kalabalık şehirde buluyor. Karmakarışık bir hâl içinde. Muharebe hâli gibi bir hâl! Kulağına çığlık nevinden fena fena sesler geliyor. Fakat adamcağız uyumuyor. Gerçi yatağı içinde sanki buz gibi donmuşçasına hareketsiz yatıyor. Ama uyumuyor. O kadar uyumuyor ki işte değirmen tarafından bir iki horoz, sırayla ötmeye başladıkları hâlde kulakları bu horoz seslerini de işitiyor. Evet, horoz seslerini işitiyor ama o canhıraş çığlıklar da kulağına varıyor. Hem pek yakından. Âdeta oda içinden! Daha tuhafını mı istersiniz? Bu çığlıklar bir kadın çığlığı, hem de sesi kendisine pek malum olan bir kadının çığlığı! Bu çığlık kendisine hitaben koparılıyor. “Köso! Yetiş! Oğlumu kurtar…” diye haykırıyor. O aralık Recep Köso bu çığlığı koparan kadını da gözleri önünde gördü. Hem de ne zor, ne müthiş bir hâl içinde ya? İzbandut gibi bir herif, elinde kocaman bir bıçak olduğu hâlde saldırıyor. Kadının arka tarafında kendisini kurtarmaya çalışan bir delikanlıyı vurmaya çalışıyor. Kadıncağız kendi cismini bu delikanlıya siper ederek hem katil ile uğraşıyor hem de Recep Köso’dan o feryatlar ile yardımda bulunuyor.

Ne acayip hâl! Recep Köso, bunları ayan beyan gözleri önünde görüyor da yerinden kımıldanamıyor. Kalbinde gümbür gümbür bir heyecan ki âdeta çatlayacak. Fakat bu hâl bir rüya değil. Çünkü uyumuyor. Gözleri açık. Güzel odasının dört duvarını, dört penceresini ve duvarlardaki asılı olan şeyleri tamamıyla gördüğü gibi bu duvarların içinde kendisine şöyle bir hâl, şöyle bir âlem daha görünüyor. Bunun daha garibini mi istersiniz? Bir aralık Recep Köso, bu kadının da bu katilin de kim olduklarını bile anladı. Kadın Filomene’dir. O sevgili Filomene. Katil de Andrea Kostopolo’dur. O hain Andrea Kostopolo! Yalnız Filomene’in müdafaası uğrunda böyle fedayı canı göze aldırmakta bulunduğu delikanlının kim olduğunu bilemiyor.

Durumu olduğu gibi tasvir için söylemeye mecbur olduğumuz şu sözler, epeyce bir zamandır söylenip duruyorlar idiyse de Recep Köso’nun, gözleri önünde peyda olan bu hayallerin o kadar geniş bir zamanda geçtiğini zannetmeyiniz. Gerçi geçen bu zaman Recep’in de o hâline göre bin yıllık bir zaman imiş gibi geliyorsa da hakikatte bu hayaller iki üç dakika kadar ancak sürebilmiştir. Zira değirmen tarafında ötmeye başladıklarını haber verdiğimiz horozlar henüz ötmelerini bitirmemişlerdi ve hâlâ ötmeye de devam ediyorlardı. Bu hâle mukabil Recep4 Köso’dan başka birisi olsaydı kim bilir ne kadar korkardı. Bunu cin veya şeytan hareketlerine yorarak ihtimal ki aklını bile bozardı. Emsali de nadir değildir ya? Ne başkalarına bu gibi olayların emsali nadirdir ne de bunların mahiyetleri ne olduğunu bilemeyip de türlü dertlere düçar olmuş bulunanların emsali nadirdir. Özellikle Rumeli’de ki bizim buralarda mevcut olan cin, peri, evliya falan rivayetleri tamamıyla mevcut olduktan fazla, oralarda bir de “vampir” evhamı hüküm sürer. Güya vefat edenlerden birisi kabrinde cadı olurmuş. Bu cadılık hâli etsiz, kemiksiz, yalnız içi kan dolu bir tulumdan ibaret kalmak gibi bir hâlmiş. Geceleri cadı kabrinden çıkarak evleri dolaşır, türlü zararlar verirmiş. Bu cadıları tekrar öldürmek sanatına vâkıf adamlar da bulunarak mahallelinin müsaadesi veyahut cemaatlerin muvafakati ile bunlar o vefat edenin mezarlarına giderler ve kıpkırmızı kızarıncaya kadar kızdırılmış olan uzun bir demir çubuğu mezara saplayıp, içindeki cadıyı bu suretle bir daha öldürürler de halkı bunların eza ve cefasından kurtarırlar.

4.Orijinal metinde “Ömer” şeklinde yazılmıştır.
183,43 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6485-78-5
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают