Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Felatun Bey ile Rakım Efendi», страница 2

Шрифт:

Bey belgeleri alıp okumaya başladı, “Bursa eyaletinin .... senesinden kalan borçlarının tahsiline dair Bursa Valisi’ne arz olunan belgelere on, bunun cevabına on, Varna Sancağı’nın, öşür ve diğer hesaplara dair bir senelik muhasebe işleriyle ilgili Maliye Nezaret-i Celilesi adına tutulan defter ki altı sayfa hâlinde düzenlenmiştir. Bu defterin güzel tutulması ve bir de geniş bilgiler içeren şikâyet dilekçeleri ile perakende mektupların kıtasına sekiz…”

Bey, belgeleri bu şekilde okuduktan sonra yine, “Bunların hiçbirisi için para vermeyeceğim. Yalnız Bursa evrakları güzel tanzim edildiğinden tamamıyla tahsil edildi. İşte onun için beş on parayı gözden çıkarabileceğim.” diyerek Rakım’a otuz lira verilmesini yazıcısına emretti.

Vay Rakım’daki sevinç! Vay Rakım’daki teşekkür! Hem de o kısık gözleri yaşla dolarak bir teşekkür etti ama kime? Kendisi gibi bir öksüze bu güzel yolu açmış olan Cenab-ı Hüda-yı Keremkâr’a!

Hakkını aldıktan sonra ikinci işine gitti. Bu ikinci iş, İngiltere’den yeni gelip Asmalı Mescit Sokağı’ndaki bir eve yerleşmiş olan, hayli kibar bir İngiliz ailesinin nezdinde görülecek bir işti. Lakin işin ne olduğunu Rakım da henüz bilmiyordu. Bir dostu kendisi için orada görülecek bir iş olduğunu haber verince gitmişti. Vardığında dostunu da orada buldu. Meğer iş denilen şey, İngiliz’in iki kızına haftada birer gün Türkçe dersi vermekmiş.

Hiç Rakım için iş bulunur da kabul edilmemesi mümkün olur mu? Herif iş makinesi!.. Bunu da büyük bir memnuniyetle kabul etti. Kendisi aylık, haftalık için herhangi bir meblağ söylemeden, dostu her defası için birer İngiliz lirası takdim olunacağını arz ederek kabulü için İngiliz adına ricada bulundu. Rakım utancından kızararak bir şey demedi. Cenabıhakk’ın bu lütfuna da şükür hasebiyle kızarıp işe karar verdikten sonra dört yol ağzından Kumbaracı Yokuşu’na doğru sanki ayakları yerden kesilmiş bir şekilde indi. Tophane’ye, Karabaş’a varıp esirciler kahvesinde Çerkez’e rastlayınca, “Gel baba, gel! Ben borçtan hoşlanmam. İşte paranı tedarik ettim. Bin kere şükrolsun. Cenabıhak hiç ummadığım yerden gönderdi.” diyerek yirmi altın borcunu verip senedini aldı. Hatta gereği bile olmadığı hâlde durumu şahitlere de haber verdikten sonra kalan on altınlık servetiyle evine döndü.

Bu haberi de sadık dadısına söylediğinde vay Fedayi’deki sevinç! Kıza muhabbeti bir kat daha arttı. Vermiş olduğu Canan ismine “meymenetli”4 mahlasını da ekledi.

İşte hikâyemizi kendi isimlerine nispet ettiğimiz zatlardan ikincisi de budur.

Üçüncü Bölüm

Rakım Efendi ile dadısı, Cenabıhakk’ın bir lütf-u ihsanı olarak gördükleri Canan’ı talim ve terbiyeye başladılar. Biçare kızcağızda bazı hastalıklar varmış. Geldiğinin ikinci günü Rakım, Galata’daki doktor dostuna koşup durumu anlatarak Canan’ın hastalığına bir çare bulması için evine davet etti. Bir faytona binerek geldiler. Doktor kızı etraflıca muayeneden geçirdi. Tetkiklerinden sonra, “Kızda korkulacak bir şey yok. Bu hastalığın sebebi Kafkasya’nın iklimiymiş. O soğuk memleketten İstanbul gibi sıcak bir memlekete geldikten sonra kendi kendisine şifa bulmuş. Şimdi ben bir ilaç tavsiye edeceğim. Onu kullanmalı. Her sabah kalktığında yüz elli dirhem kadar halis inek sütünü kaynatıp sıcak sıcak içirmelisiniz. Tozlu topraklı yerlerde gezmemeli. Şarkı söylemek ve benzeri şeyler için kendisini zorlamamalı. Arada bir geniş yerlere götürüp, deniz kenarına çıkarıp hava aldırmalı. Soluk soluğa kalacak kadar yormamalı. Bunları yaptıktan sonra Allah’ın izniyle bir şey kalmaz. Zaten korkulacak bir şey de yok ya! Bunları da tedbir olsun diye tavsiye ediyoruz. Güzel kızcağızdır, Allah’a emanet.” dedi.

Dadı kalfa bunun nasıl bir hastalık olduğunu anlayamadıysa da Rakım her şeyin farkındaydı. Tabibi teşekkürlerle gönderdi. Doktorun tavsiyelerini dadısına itina ile tekrar anlattı. Biçare Fedayi’yi böyle gariplere edilecek hizmet için uyarmaya lüzum var mıdır? Zavallı Arapçık, güya kızı kendi rahatı için istemişti. Fakat şimdi kendi kızının iyileşmesi için gayret edecekti. Bu Arapların iyileri ne kadar merhametli olur.

Canan bir tarafta tedavi görüp eğitiledursun, biz hikâyemizin şu cihetine bakalım:

Asmalı Mescit’teki İngiliz’in kızlarına verilecek ders için cuma günleri belirlendiğinden, cuma gelince Rakım öğleden sonra saat yedide kalkıp oraya gitti.

Bu İngilizlerin kibar bir aile olduğunu söylemiştik. Hikâyemizin başlıca karakterlerinden birisi de bu İngiliz olduğundan, onun durumu hakkında biraz malumat vermeliyiz.

Evet, İngiliz oldukça kibar sınıftandır. Kibardır ama öyle lord, dük falan gibi üst sınıflardan değildir. Kâğıt ticaretiyle sermayesini beş yüz bin İngiliz lirasına kavuşturduktan sonra ticareti bırakarak kalan ömrünü rahat geçirmek için İstanbul’a gelmiştir. Zira herifin erkek çocuğu olmayıp ailesi, bir zevcesiyle iki de kızından ibaretti. Bu kadar servetle kızlarını herkes alabileceği gibi zevcesi de bunlar arasında saadetle yaşayacağını düşündüğünden artık İngiliz’i rahat rahat yaşamaktan hiçbir iş, hiçbir fikir, hiçbir mülahaza menedemezdi.

Ecdadından kendilerine geçen isim Ziklas olduğundan, zevcesine de “Mrs. Ziklas”5 denirdi. Kızları da bu ismi alabilirlerdi ama evin içinde büyük kıza “Can”, küçüğüne ise “Margrit” ismiyle hitap edilirdi. Bu aile Kanterburi6 şehrinden oldukları hâlde çevrelerindeki Fransız ailelerle ticaret yaptıklarından ailenin her ferdi pek güzel Fransızca konuşurdu. Dolayısıyla Rakım ile bu lisan sayesinde anlaşıyorlardı. Böylece Rakım da bunlara vereceği derste başarılı olacağını anladı.

Can ile Margrit hani ya “bir elmanın iki yarısı” demezler mi? İşte bu söz sanki bunlar için söylenmiş gibidir. İkisinde de fidan gibi boy, nahif endam, kıpkırmızı çehre, masmavi gözler, beyaza yakın, açık lepiska saçlar! İngiliz kızları vesselam…

Gerçi tarifimizden bunların yüzlerine bakılmakla kalbe pek de ferahlık gelmeyeceği zannolunur lakin bu zanda acele edilmemelidir. Her güzelin kendine mahsus bir havası vardır, her güzel o kendine mahsus havasıyla karşısındakine kendisini beğendirip sevdirebilir, tecrübe sahibi olanlar bunu bilirler.

Neticede Rakım, bir tabaka güzel İngiliz kâğıdının üzerine kalın kalem ile “elif, be, pe, te, se, cim, çe, ha, hı, dal, zel, rı, ze, je…” ve benzeri harfleri yazıp telaffuzlarını dahi öğretti. Bir hafta içinde bunların şekillerini zihinlerinde teşkil etmeleri tembihiyle kalktı, eve geldi.

Vay yazar efendi! Yalnız bu kadar mı oldu? Aralarında sohbet falan… Hiç olmazsa babalarıyla, analarıyla ilgili, dereden tepeden…

Hayır! O gün iş yalnız bundan ibaret kaldı. Evinde dadısı ile Canan’ı merak ettiğinden hemen Kumbaracı Yokuşu’ndan Tophane’ye inip -parası olduğundan- bir sürücü beygirine binerek Salıpazarı’ndaki evine geldi.

Vay! Artık yaya yürümemeye de mi başladı?

Estağfurullah! Kendisine her ders için bir İngiliz lirasını ayrıca ayak teri ve hayvan kirası karşılığında veriyorlardı. Mademki Cenab-ı Hallak-ı Kerim bu geliri de Rakım Efendi’ye nasip etti, öyleyse artık Rakım Efendi’nin bu nimete şükür karşılığı olarak ders günleri Beyoğlu’na hayvanla gidip gelmesi lazım geliyordu hatta sabahleyin hayvana binmemiş olduğuna pişman oldu. İşte bizim Rakım’ın Allah ile pazarlığı böyle bambaşkaydı!..

Evine geldiğinde onu her zaman dadısı karşılardı. O akşam kendisini karşılayan Canan oldu. Gün geçtikçe kızın tavır ve davranışları, üstü başı düzelmiş ve hatta bunlar yüzüne de yansımıştı. Bunları fark eden Rakım, olanlara bir anlam veremediğinden bu konuda açıklama istemeye mecbur oldu.

“Dadı, ben her akşam geldiğimde ilk önce senin yüzünü görmeye alışmıştım. Bu akşam bu âdetini değiştirdiğini gördüm.” dedi.

Fedayi, “Evladım, beyim! Allah bize güzel bir cariye vermiş, artık akşam gelir gelmez benim esmer yüzümü görmeye ne lüzum var? Ben tembih ettim.” diye cevap verdi.

Rakım koşup dadısının kucağına atılır, boynuna sarılıp şapır şupur öperek, “Yok dadıcığım, yok! Senin yüzün bana validemin yüzü kadar tatlıdır. Cennetten huri çıksa da gelse bana senden güzel görünemez. Ben her akşam senin mübarek yüzünü görmeliyim. Sonra vallahi Canan’ı buradan defetmeye beni mecbur bırakırsın. Hem ona bu emirleri verme. Çocuktur. İhtimal ki bazı ümitlere düşer. Bende ise o gibi ümitlerin eseri bile yoktur.” dedi.

Fedayi, “A beyim, canım, niçin böyle?..”

Rakım, “Sana dedim ya işte! Sen beni evladın gibi seviyorsan o zaman benim arzum üzerine hareket edersin.”

Rakım, dadısına bu nasihatleri verdikten sonra, “Hazır İngiliz kızlarını bugün başlattık ya! Dur bakalım, şu Çerkez’i de başlatalım. Bu mu onları geçer yoksa onlar mı bunu?” diye Canan’ı yanına çağırıp ona da alfabedeki harfleri ezberlemesi için yazıp verdi. Vay kızcağızdaki sevinç! Evet, Çerkez kısmı okumaya pek hırslıdır. Bu Çerkez’i okutmaktan daha güzel bir şey olamaz.

Şu kadarı var ki Canan’ın İngiliz kızlarını geçeceği daha ilk haftasında anlaşıldı. Zira Rakım, her gece Canan’ın yanında olduğundan kız öğrenmiş olduğu şeyleri hemen ona okurdu. Bu da kısa sürede kendini geliştirmesine yardımcı oluyordu.

Öte tarafta İngiliz kızlarıyla derslere başlayalı bir ay olmuş ve bu bir ayda vermiş olduğu dört ders ile kızlara yalnız “elif” ve “be”yi değil, “elif, be, be, be…” gibi çok farklı heceleri de öğretmişti. Ayrıca bu harflerin; kelimelerin başında, sonunda, ortasında nasıl yazılacağını ve okunacağını da anlatmıştı. Bir de “elif, vav, he, ye” gibi harflerin harekeli ve harekesiz olduklarında nasıl okunacağını, “baba, kuzu, küpe, tuti” gibi örneklerle öğretmişti. Ancak Canan bunlarla kıyas edilemez. Bir ay zarfında Canan, dört beş heceden ibaret kelimeleri bile yazabildiği gibi “benim, senin, onun, bizim, sizin, onların” gibi ifadelerle de birleştirebiliyordu.

Demek oluyor ki Rakım, kendine göre bir eğitim öğretim metodu oluşturmuştu.

Evet öyleydi.

Bir cuma günü Rakım yine Mister Ziklas’ın evine gidince kime tesadüf etse beğenirsiniz? Felatun Bey’e rast gelirse beğenirsiniz herhâlde! İşte ona rast geldi. Felatun Bey’i kızlar ile valide ve pederlerinin yanında bulmuştu. O gün ders günü olduğundan Felatun Bey, muallim efendinin gelişini beklemiş ve kendisince kızları aldıkları derslerden imtihana tabi tutmuştu. Felatun Bey, Rakım Efendi’yi görünce ayağa kalktı, İngilizlerin de anlaması için onunla Fransızca konuşmaya başladı.

Felatun, “Ha ha hay! Hanımların hocası sen miydin birader?” dedi.

Rakım mahzun bir ifadeyle, “Evet efendim, bendenizim beyim!” diye cevap verdi.

Mister Ziklas, “Vay!.. Demek oluyor ki önceden tanışıyorsunuz!”

Felatun, büyük bir gururla, “Evet! Kendi haklarında muhabbetim tamdır. O da beni sever zannederim.”

Rakım, “Dünyada benim sevmediğim adam mı vardır? Ben ki herkesin güzel olan düşüncelerine büyük bir ihtiyaçla muhtacım. Herkesi sevmeye bu yönüyle de mecburum.”

Felatun, Rakım’a dönerek, “Mister ve Mrs. Ziklas ile tanışalı iki ay oldu. Sizin de buraya gelip gitmeniz bir ayı geçmiş ama nasıl olmuşsa karşılaşmamışız.”

Rakım, “Kısmet bugünmüş efendim.”

Felatun, “Tanışmamız Peder Efendi vasıtasıyla oldu. Kendilerini benden evvel tanıma şerefine nail olmuşlar. Sonra beni de getirip Mister Ziklas ile eşine takdim ettiler!”

Mister Ziklas, “Evet! Bu iyiliklerinden dolayı Peder Efendi Hazretleri’ne nasıl teşekkür edeceğimizi bilememekteyiz.”

Felatun, vakar ile tevazuyu bir araya getiren bir tavırla, “O sizin nezaketinizin gereğidir efendim.”

Aradan bazı havai sözler geçtikten sonra Rakım, “Beyimiz müsaade buyurur musunuz? Biraz da derse bakalım mı?”

Felatun, hâlâ mübarek tebessümünü devam ettirerek, “Hay hay! Hatta ben şimdi hanımları imtihan ediyordum.”

Rakım, “Nasıl? Bari epeyce gelişmiş buldunuz mu?”

Felatun hâlâ o mübarek tebessümüyle, “Hanımların zekâ ve gayretlerine söylenecek söz var mı? Fakat birader, ben bu derslerde bazı şeyler görüyorum da bir mana veremiyorum. Mesela şu elifbada, bu ‘pe, çe, je’ harfleri var mıydı? Biz mektepteyken ‘elif, be, te, se, cim, ha, hı, dal, zal, rı, ze, sin, şın’ diye öğrendik. Bunları görmedik. Bunlara ne isim vermeli?”

Can, “Evet, muallim efendi! Felatun Efendi öyle söyledi. Bizim zihnimiz karıştı.”

Rakım, “Hayır efendim! Bunda zihin karıştıracak bir şey yok. Felatun Beyefendi daha iyi bilirler ama birdenbire zihinlerine gelmedi. Gerçi beyim, mektepte biz buyurduğunuz gibi okuduk ama bizim okuduğumuz elifba yalnız Arapça içindir. Türkçe için fazladan birkaç harfe ihtiyacımız vardır. Mesela ‘paşa, çavuş, müjde’ yazacağımız zaman nasıl yazarız! Elbette bu harflere muhtaç olmaz mıyız?”

Meğerse Felatun Bey, evvelce bu harfleri gördüğü hâlde eski elifbada mevcut olmadığını düşündüğü için fırsat bulmuşken acemi İngilizlere biraz Felatunluk satmak istemiş. Bunun için öğretmenlerinin asla Türkçe bilmediğini ve böyle adamlara müracaat edilirse kızların hiçbir şey öğrenemeyecekleri gibi konulara değinerek henüz kim olduğunu bilmediği Rakım’ı bir güzel aşağılamış ve alaya almış. Ancak şimdi işin aslını öğrenince yüzü garip bir şekilde kızararak, “Evet, evet! Hakkınız var. Anladım!..” diye cevap verdi.

Mister Ziklas, “Ben de böyle düşünmekteyim. Bizde Türkçe harfleri öğrenmek için bir risale var, onda da bu harfler mevcuttur.” dedi

Felatun, “Benim de aklıma geldi efendim. Bir şüphem daha var ama arz etmek için Muallim Efendi Hazretleri’nin müsaadelerini isterim.”

Rakım, “Estağfurullah efendim! Gayemiz hanımefendilerin istifade etmesidir. Şayet uygun bulurlarsa yaptığınız açıklamalardan biz de istifade ederiz!..”

Felatun, “Estağfurullah efendim! Hatırıma gelen şu ki biz şu ‘be’yi görmüşsek de böyle ‘be, be, be’ler görmemişizdir. Hani ya demek isterim ki efendim böyle karışık şeyler ile hanımların zihinleri bozulmazsa daha iyi olurdu.”

Margrit, “Öyle ama bu harfleri öğrenmeden heceleri birbirine nasıl bitiştirebiliriz? İşte babamın demin bahsettiği risale bizim yanımızdadır. Biz, hoca efendinin verdiği dersleri o risaleye uygun değil, ondan daha güzel bulmaktayız.” diyerek risaleyi açıp bahsi geçen harfleri gösterdiyse de Rakım ona fırsat bırakmayıp bir kalem alarak, “Efendim! Faraza ‘Mustafa’ yazacak olsak ‘mim, sad, tı, fe, ye’ diye yazmayız. Bunları mutlaka birbirine bağlayarak yazarız.” deyince Felatun bunun da farkına varmış ve bu defaki utancı, öncekini de geçmiştir.

Amma yaptınız ha!.. Felatun’un harf ve heceleri bilmemesi söz konusu olabilir mi?

Bilmiyor değildi fakat bazı adamlar vardır ki kendi bildikleri şeyleri nasıl öğrenmiş olduklarını bilmezler! Memleketimizdeki insanların çoğu böyledir. İşte Felatun Bey dahi bildiği şeyi nasıl öğrenmiş olduğunu bilmeyenlerdendi. Pek hayret etmeyiniz. Biz bir efendi gördük ki gerçekten kâtip ve güzel yazı yazan birisi olduğu hâlde; divani kırması7 olarak hepsi bir yerde ve birbirine bitişik surette yazdığı “bulunduğundan” kelimesinin o birleşik şeklinin vasfını, her yönüyle göstermek ve tarif etmekten âciz kaldı.

Felatun Bey, düştüğü mahcubiyet üzerine daha fazla duramayıp biraz sonra kalktı gitti. Rakım ise bey gittikten sonra ne fazileti ne de cehaleti hakkında hiçbir şey konuşmadı. Yalnız kendi işiyle meşgul olmuştu. Fakat akşamüzeri oradan ayrılacağı sırada, kızlar ile valideleri ve pederleri bir aradayken Rakım, “Efendim, böyle haftada bir verilen dersi hanımlar için az ve bana gösterdiğiniz lütfu ise hizmetime nispetle çok görüyorum. Rica ederim dersleri haftada iki defaya çıkarmaya müsaade buyurunuz.” demiş ve bu ricası büyük bir memnuniyetle kabul edilmişti.

Bir ay içinde Rakım Efendi’nin Mister Ziklas’ın evinde kazandığı itibarın derecesini öğrenmek ister misiniz? O kadar ki Rakım, aile içinde sadece hoca sıfatıyla kabul edilmezdi. Belki bir aile dostu, ırz ehli, edip, alçak gönüllü bir âlim, kâmil bir kişi olarak görülmüş ve ona göre davranılmıştı.

O akşam Rakım, biraz erkence döndü ve evinde fevkalade bir şey gördü. Gördüğü şey ise Canan’ın orada bulunmamasıydı.

Rakım, “Dadı! Canan nerede?” diye sordu.

Fedayi, “Buradadır, beyim!” diye cevap verdi.

“Buranın neresinde? İşte evimiz üç oda bir sofadan ibaret, her yere baktım yok.”

Fedayi biraz bozuldu, “Buradadır beyim. Şimdi gelir.”

“Canım neredeyse söyle. Söylenmeyecek bir yerde bile olsa söyle. Benden saklı bir işiniz var diye hakkınızda şüphede mi bulunayım?”

“Vallahi beyim biz bu işi senden gizli yapmaya karar vermiştik ama hata etmişiz.”

Rakım telaşla sorar, “Ne oldu canım?”

“Bir şey olduğu yok. Komşumuz… Beyefendi cariyelerine piyano öğretmek üzere bir madam tutmuş. Biz de heveslendik. Sana söylersek izin vermezsin diye korktuk da!..”

Rakım öfkeyle, “Evet dadıcığım! İzin vermezdim. Hâlâ da iznim yoktur. Canan piyano öğrenme hevesine düşmüşse hiçbir arzumuzu geri çevirmeyen Cenabıhak bu isteğimizin yerine gelmesi için de kolaylık gösterir. Sana fikrimi doğrudan doğruya söyleyeyim mi? Sen yanında olmadıktan sonra Canan’ın sokak kapısından dışarı çıkmasına bile razı değilim. Sen yanında olduktan sonra nereye istersen al götür. Dünyanın hâli acayiptir. Sonra kıza verdiğimiz terbiyeyi kabul ettiremezsek yazık etmiş oluruz.” dedi.

Biçare Rakım bu sözleri öyle edebî, uygun bir dil ve eda ile söyledi ki anlatmak istediği fikri Fedayi fazlasıyla anladı. Aradan yarım saat kadar zaman geçtikten sonra Canan da geldi. Beyi eve gelmiş bulunca huzuruna çıktı. Korkudan titriyordu. Rakım, sert bir söz söyleyecek olsa kıza âdeta bir fenalık geleceğini hâlinden anlamıştı.

“Gel bakalım Canan. Gel, korkma yavrum. İşte ben dadıma tembih ettim. Bundan sonra nereye gitmek isterseniz beraber gitmeye izinlisiniz fakat dadım olmayınca kapıdan dışarıya çıkmana bile rızam yoktur. Sen piyanoya mı heves ettin kuzum? Ben sana piyano alırım. Ben de buraya senin için bir öğretmen getirtebilirim.”

Zavallı kızcağız, efendisinin kendisini tekdir etmediğini ve piyano alacağını da vadettiğini görünce sevincinden efendisinin boynuna sarılacağı geldi. Bu inayete teşekkür edecek oldu ancak Türkçeyi henüz güzel konuşamadığı için söyleyeceği söz ağzında kaldı.

Bundan sonra Rakım kendisini, bir piyano ile piyano hocası bulmaya mecbur hissediyordu. Her akşam eve gelip de Canan’ın yüzünü görünce kızın çehresi sanki, “Hani ya vaadin?” diye sual ediyormuş zannederek mahcup oluyordu. O sıralarda fiyatı yirmi beş otuz lira olan bir piyano almaya durumu müsait değilse de bu uğurda bir borca girmeyi göze almak Rakım için işten bile değildi. Fakat asıl mesele hoca bulmaktaydı ki ayda dört beş lira ücret vermek Rakım için güçtü.

Bir gün Rakım, Beyoğlu’nda Mathev Angel adlı bir Fransız dostunun evindeydi. Salonda bulunan dört beş kadın piyano çalıyorlardı ki bunların arasında Mathev’in zevcesi ve kız kardeşi de vardı. Rakım’ı herkes sevdiği gibi o aile de severdi ve hepsi orada bulunmasından dolayı memnun olmuşlardı. Hatta Rakım’ın ricası üzerine esmer ve güzel bir madam piyanonun başına geçip, “O dökülen kumral saç” ile “Hüsnünde var iken” gibi birkaç alaturka hava da çalmıştı. Oradakiler bu havaların Rakım’ı memnun edeceğini düşünürken onun hüzünlendiğini görünce şaşırdılar. Öyle ki sebebini sormaya mecbur kaldılar. Rakım, “Aman, benim çocuk ruhlu olduğumu bilmez misiniz?” diye kendisini savunmak istediyse de kimisi bu durumu Rakım’ın bir aşk ateşiyle yandığına, kimisi de başka şeylere yorunca Rakım, “Hayır efendim, hayır! Gönlüm gerçi pek hassastır ancak henüz kimseye tutulmuş değildir. İşin içinde başka iş var. Bir cariyem vardır ki piyano çalmaya merak sarmış. Bir beyin evine gelen öğretmenden sair cariyelerle beraber ders almaya gidermiş. Henüz acemi, henüz hayata dair bir şey bildiği yok. Böyle bir kızı her yere göndermek bana göre uygun olmadığı için onu gitmekten menettim. Kendisine piyano alacağıma söz verdim ve aklıma yine o geldi de…” diye durumunu açıkladı. Derken sözü edilen esmer madam, söylediklerini tasdik ederek, “Evet efendim! Siz benim en iyi öğrencimi elimden aldınız. Ben öteki aşüftelere bir şey öğretemiyorum. Beş hafta oldu ki o kızı dersten menettiniz. Şimdiye kadar daha da ileriye giderdi.” diye hayıflanınca Rakım bu rastlantıya hayret ederek, “Demek oluyor ki öğretmeni sizdiniz madam.” dedi.

“Evet efendim, o şerefle müşerreftim.”

“Estağfurullah! Fakat!..”

“Yok, kızı ahlakı için menettiyseniz bu konuda haklısınız çünkü diğer arkadaşları pek şeytan şeylerdi.”

Mathev, “Güzel ama şimdi bunun çaresi ne?” diye sordu.

Rakım, “Vallahi efendim çaresi, madama bizim kız için rica etmektir ama…”

Mathev, “Evet, işte o ‘ama’ fena… Ben de bilirim ki fena… Zira bizim Baba Rakım, öyle bir liraya falan öğretmen tutamaz ki!” dedi.

Esmer madam, “Özellikle de ben Rakım Efendi’ye bir liraya gitmem! Daha yüksek bir ücretle gitmek isterim.” diye araya girdi.

Orada bulunanlar hep bir ağızdan sordular, “Nedir bakalım o yüksek ücret?”

Esmer madam, “Büyüktür efendim büyük!.. Rakım Efendi’nin dostluğu!.. Eğer beni dostu olarak kabul ederse her hafta dersten çıkınca onun cariyesine de giderim.” dedi.

Esmer madamın adı Jozefino’dur. Madam Jozefino’nun Rakım’a bu lütfu vadetmesi yalnız Rakım’ı değil, bütün cemiyet halkını memnun etmişti.

Jozefino koşullarını söyledi, “Bak yalnız bir şey var ki o olmazsa olmaz. Bir güzel piyano isterim. Öyle olur olmaz piyanoya parmaklarımı dokundurmam! En az sekiz yüz frangı gözden çıkarmalısın.”

Oradakiler, “Öyle ya!” diye onayladılar.

Rakım, “Olur olmaz piyanoya parmaklarınızı dokundurmanızı ben de uygun bulmam ancak piyano seçme hususunda fazla bilgim yok. Hangi piyanoyu beğeniyorsanız emrediniz şimdi alayım.” dedi.

“Buradan çıkınca beraber gideriz.”

Rakım, Jozefino’nun sunduğu bu teklife de teşekkür etmişti. Gerçi Jozefino bu iyiliği Rakım’dan ziyade Canan’ın hatırı için yaptığını söylese de biz meselenin içyüzünü biliyoruz. O, … Bey’in cariyeleri pek havai meşrep olduklarından hiçbir şey öğrenemezlerdi. Canan ise kendisine bir kere gösterilen dersi hemen kavradığından ileride … Bey, cariyelerinin hiçbir şey öğrenemediklerini söylerse Jozefino, “İşte falan kızcağıza da onlara verdiğim dersi aynen verdim, o pek güzel öğrendi, bunlarsa gayret etmedikleri için öğrenemediler.” diyebilme niyetiyle işi bu şekle getirmişti. Nemize lazım? Rakım’ın ihtiyacı bir öğretmendi. İstediğinden daha iyisini, hem de bedava olarak buldu.

Mathev’in evinden çıktıktan sonra gittiler. Kulekapısı’nda müzik aletleri satan bir dükkâna girip Jozefino’nun seçtiği gayet güzel bir piyanoyu yedi yüz franga satın aldılar. Rakım, dört yüz frangını peşin verdi. Kalanı için de yine Jozefino’nun tavsiyesi üzerine bir ay mühlet alıp piyanoyu sırık hamalına yükleterek evine götürdü.

Vay Canan’daki sevinç! Kız çıldıracak be! Öteki odada dadısının boynuna sarılmış, yüzünü gözünü öpüyor! Bu hâli Rakım da gördü. Canım ne kadar da duygulandı ya? Kızın bu kadar sevinmesi Rakım’ın hislerini uyandırıp gözlerini yaşla doldurdu. Bu imkânı veren Allah’a, çaresiz kalan bir kızcağızı bu kadar sevindirmeyi nasip ettiği için şükretti.

Üç odadan ibaret bulunan evlerini üç kişinin kalabileceği şekilde düzenledikleri gibi, bir de misafir kabul etmek üzere salonlarını döşetmişlerdi. Madem sözü bu kadar açtık. Geliniz şu evin içine bir göz gezdirelim:

Evceğiz bir katlıydı. Zeminde mutfak, kiler, odunluk ve bodrum vardı. Merdivenden çıkıldığında ufak bir sofaya ve karşıdaki camlı kapı açılınca salona girilirdi. Eskiden üç odanın üç kapısıyla bir de hela kapısı salona açılırdı. Sonradan yaptıkları tadilatla Rakım, birisi karşısına ve ikisi de sağ tarafına gelecek şekilde oda kapılarının önüne bir buçuk arşınlık bir bağdadi duvar çektirdiğinden kapılar bir koridorun içinde kalmıştı. Hela ise karşıya gelen odanın sol tarafındaydı ve bu hâlde gerek odalara ve gerek helaya yol veren koridorun yalnız bir kapısı sağ taraftan tam salonun ortasına açılırdı. Salonun sağ tarafı sokağa baktığından, bu vaziyet gereğince odalar aydınlığını sokak tarafından alırdı. Salonun sol tarafta üç penceresi olup bunların ortada bulunanı onun karşısındaki kapıya uygun gelecek şekilde “yırık pencere” denilen camlı kapı gibi bir şeydi. Yanı başlarında bulunan diğer ikisi de âdeta birer pencereydi. Bu pencerelerin açıldığı taraf dört yüz arşın kadar, ufacık bir bahçe olup zemini sokak zemininden yüksek olduğu için salonun camlı kapısından üç ayaklık bir merdivenle bahçeye inilebilirdi.

Evin şeklini ve düzenini anladınız ya! Şimdi bunun içini güzelce boyayınız, kâğıtlayınız, yerlere güzel kilimler döşeyiniz, salonun içine yarım takım kanepe, bir ayna ve bir konsol koyunuz. Aynanın iki tarafına iki güzel resim dahi asınız. İşte böylece Rakım’ın salonunu teşkil etmiş olursunuz. Hele merdiven yanındaki camlı kapıya karşı, duvar dibine bir piyano da konulduktan sonra o mini mini salon ne kadar güzel olur!

Rakım’ın odası, sağ tarafta, en başta bulunan odadır. Kapısından girerseniz hemen karşınızda pencereleri görürsünüz. Odanın sağ tarafı kütüphanedir. Sol tarafında Rakım’ın karyolası görülür. Kapıdan girildiği zaman iki tarafında kalan boşlukta da birer dolap vardır ki içinde antikalar ve tuhaf hırdavatlar vardır.

Bu odanın yanındaki oda Canan’a tahsis edilmiş. Gerçi Canan’ın kendisine kapı komşusu olmamasını istemiş idiyse de bu odanın yüklüğü olmadığından dadı kalfa burada rahat edemeyeceğini belirterek oranın mutlaka Canan’a tahsis edilmesini istemişti. Odaya girildiği zaman yine sol tarafında bir karyola, sağ tarafında ufak konsol üzerinde güzel bir ayna, yanında iki çiçeklik, kapı civarında bir tuvalet takımı, pencere tarafındaki küçük masanın üzerinde ise dikiş malzemeleri falan bulunurdu.

Bu arada şunu da hatırlatalım ki Rakım’ın sadece bir tuvalet takımı vardı, o da Canan’ın odasında bulunduğundan sabahları orada hazırlanırdı.

Dadı kalfanın odasına gelince, bu odanın penceresi yoktu. Koridorun sonunda bulunan bir pencerenin bahçeden aldığı ışık ile yarım yamalak da olsa aydınlanırdı. Bu oda eski zaman odaları gibi dolaplıydı. Dadı kalfa karyolada yatmadığından alaturka yatak takımı yüklükte dururdu. Bu oda aynı zamanda sandık odası olarak da kullanılırdı. Gerek Rakım’ın gerek Canan’ın sandıkları da yüklükteki özel yerlerine konulmuştu.

Jozefino derslerini perşembe günlerine tahsis etmiş olduğundan ilk geldiği gün Rakım Efendi de evdeydi. Madam saat on civarında geldi. Canan gelen hocanın kendi eski hocası olduğunu görünce madamı kucaklayıp yarı Çerkezce yarı Türkçe memnuniyetini göstermişti. Jozefino bir kelime bile Türkçe anlamadığı hâlde o da kızı kucaklayıp öperek Rakım’a “Mösyö Rakım, şu çocuğun lisanını anlamam fakat bunun gözleri, hâl ve tavrı ne demek istediğini pek güzel anlatıyor.” dedi.

Rakım, Jozefino’nun Canan’a gösterdiği muhabbete memnun ve müteşekkir olmuştu. Bu biçare kızcağızı öğrenci değil de bir kız kardeş olarak kabul etmesini tavsiye etti.

Jozefino, Rakım’ın salonunu pek güzel buldu. Hele salondan bahçeye bakıp da tertip ve düzenini görünce daha ziyade memnun oldu.

“Mösyö Rakım, evinizi pek beğendim. Ne kadar zevk sahibiymişsiniz! Vallahi kutu gibi bir saloncuk! Ancak odalarınızı da görmek isterim.”

Rakım, “Madam, evin diğer bölümleri yalnız yatak odalarından ibarettir.” diye karşılık verdi.

“Çocuk olmayınız be!.. Biz bundan sonra dost olacak değil miyiz? Yatak odası dahi olsa görmek istiyorum. Sizin gibi serbest adamların böyle düşünmesine ancak şaşılır.”

Bu lakırtı üzerine Rakım, yatak odalarını da Madam Jozefino’ya gösterdi. Artık Canan’ın kabiliyetlerinden uzun uzadıya bahsetmeye lüzum var mı? Jozefino odaları tertemiz bir hâlde buldu. Her şey yerli yerinde, her şey intizamlı… O kadar memnun oldu ki böyle bir eve, böyle bir cariyeye sahip olmanın en büyük saadet olduğunu defalarca tekrarladı. Rakım, dadısı Fedayi’yi takdim edip onu validesi olarak gördüğünü belirttiğinde o da Jozefino’nun iltifatlarına mazhar oldu.

Bugün Canan’ın, Rakım Efendi’nin evine gelişinin üçüncü ayıydı. Jozefino bir aydan beri Canan’ı görmemişti. Bu süre zarfında Canan her bakımdan gelişmiş ve değişmişti. Yüzüne canlı bir renk geldiği gibi, güzelliği de artmıştı. Jozefino yarım saat içinde Canan’ın dersini verip bitirdikten sonra Rakım ile Canan hakkında bir iki şey söylemeye mecbur kaldı, “Uzatmayınız Mösyö Rakım! Cariyeniz pek güzel, pek zeki ve pek etkileyici!..”

Rakım, “Daha yavaş yavaş açılır madam!” diye karşılık verdi.

“Onu demek istemiyorum! Siz de gençsiniz, o da! İki genç bir yerde, fena âlem değildir ha?..”

“Yok, işte bu düşünceniz yanlıştır.”

“Niçin yanlış olsun? Sanki ayıp bir şey mi?”

“Niye ayıp olacak? Zaten benim cariyemdir.”

“Öyleyse niye?..”

“Ama ben kendisini kız kardeş gibi seversem daha ziyade memnun olacağım.”

“Durunuz bakalım, o sizi kardeş gibi sevecek mi?”

“Benden kardeşlikten başka bir şey görmezse ne yapacak? Elbet o da beni kardeş gibi sevecek.”

“Onlar bugünkü lakırtıdır kuzum. Durunuz bakalım, biraz daha zaman geçsin de… Siz de melek misiniz sanki? Bir güzelden istifade etmeyi protesto mu ediyorsunuz?”

“Yok, hatta bu istifade için fedakârlık bile ederim ama Canan’ı o yolda terbiye etmek istemem.”

“Neyse, sizi tebrik ediyorum!”

Bu konuşma bittikten sonra saat on bir buçuğa gelmiş olduğundan Jozefino; Rakım’a, Canan’a ve Fedayi’ye veda ederek gitti.

Bu Canan’ın niçin satın alındığını hatırlıyorsunuzdur. Güya ihtiyar Fedayi’yi rahat ettirmek için alınmıştı. Öyle değil mi? Hâlbuki biçare Fedayi hâlâ mutfaktan çıkamamıştı. Canan’ın kendisine yardımı, yalnız üst katın hizmetini üstüne almasından ibaretti. Haftada bir gün çamaşır yıkar, sair zamanlarda ise giyinmiş kuşanmış olarak dersiyle, dikişiyle uğraşırdı. Hele piyano geldikten sonra artık bir dakikasını bile boş geçirmemeye başladı. Dersten usansa piyanoya, piyanodan usansa dikişe otururdu. Sadık Fedayi ise kızcağız ne kadar kendisini eğlendirirse o kadar memnun olurdu.

Fedayi’nin bu kızı Rakım’dan kıskanmadığına hayret eder misiniz? Ne mümkün, Fedayi’nin elinden gelse kızı kaptığı gibi Rakım’ın koynuna sokacağı ortadaydı. Hatta, “Benim beyim melek midir nedir? Karşısında huri gibi kız gezdiği hâlde asla alıcı gözüyle baktığı yok.” diye canı sıkılıyordu. Her ne zaman moda olan bir kumaş çıksa dadı kalfa, Rakım’a rica ederek, “Gençtir, giyinsin kuşansın, karşında temiz gezsin.” diye mutlaka aldırır ve aldırdığı anda nerede güzel biçki biçen bir hanım varsa götürüp rica minnet en yeni modaya uygun olarak kestirir ve kızın kendisine diktirip giydirirdi. Sonra Canan aldığı kumaşları kesmek için dahi kimseye muhtaç olmadı ya! Hangi entari kendisine daha ziyade yakışırsa onu söker ve onun üzerinden yenisini kestirip yeniden dikerek isteğine ulaşırdı. Biçare kızcağız endam düşkünü, güzellik fakiri değildi ki giydiği kendisine yakışmasın. Ne giyerse kendisine kaşık gibi yakıştırırdı.

4.Meymenetli: Uğurlu
5.Mrs. Ziklas: Bayan Ziklas (e.n.)
6.Kanterburi: “Canterbury” diye yazılır. İngiltere’de bulunan bir şehrin adıdır (e.n.).
7.Divani kırması: “Divani” yazısının (süslü bir yazı şekli) bir türü (e.n.).

Бесплатный фрагмент закончился.

176,60 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
11 июля 2023
ISBN:
978-625-6485-49-5
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают