Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Esrar-ı Cinayat», страница 3

Шрифт:

6

Adli kanunlar herkese aynı oranda uygulanmazsa ve şahsa göre değişiklik gösterirse, ferdî hakların muhafazası çok zor olur. İşte eski adli usulümüz ile yeni adli usulümüz arasındaki farkı hakkıyla anlamak isteyenler bu noktaya özellikle dikkat etmelidirler.

Adli hukuk üzerine oluşturulan kanunlar gereğince, gazete yazarlarından savcı ve hâkimlere varıncaya kadar birçok memur hep umumi hukukun muhafazacısıdırlar. Öreke Taşı konusu gibi bir cinayet olunca, ortada hiçbir davacısı bulunmadığı hâlde dahi tahkikat memurları, savcılar, filanlar, katilleri mutlaka ortaya çıkararak cezalarını tayin edinceye kadar aynen birer davacı, birer intikamcı gibi hareket ederler. Kendi memurluk namuslarına en uygun tavır ve vazife budur.

Hatta bir katilin pençe-i gadrine düçar olan bir adam dava etmese, davasından vazgeçse, caniyi affetse bile hâkim ve savcılar umumi hukukun muhafazası noktasından da cinayeti işleyenin yakasını bırakmayarak onun üzerinde kanun hükmünü yine icra etmeleri gerekir.

Eski usulde ise umumi hukuku mükemmel icra edilebilmek şöyle dursun, hususi hukuku bile korumak çok görülmüştür.

Zira hâkimler ya katilin düşmanı veyahut dostu olmaktan uzak değillerdi. Katillerden intikam alacak olurlarsa işkencelere kadar kendileri için meydanı açık bulabilecekleri gibi dost oldukları zaman da şahsi hukuklarını mahvedebilirlerdi. Hukuki yargılamalar belli kurallar çerçevesinde yazılıp uygulanmadıkça bu konularda avukatlar bile bir şey söylemekten korkarlar.

Hele bir davada, iddia sahibi kendisi o iddianın taraftarı veya hükûmetin kendisi ona taraftar olursa karşı tarafın hâli ne kadar yaman olacağını “Davacı kadı olursa yardımcısı Allah olsun” atasözü ile aynı anlama gelir. Yeni usulde ise davacı, kadı dahi olsa mahkeme huzurunda kadı ile diğerinin hiç farkı olamayacaktır. Gerek avukatlar, gerek savcılar ve hâkimler, adli vazifelerini tamamıyla icra ederler. Özellikle ki muhakemeler açık olduklarından ve gazeteler de tenkitlerinde serbest bulunduklarından, hangi memur veya hâkim vazifesini güzelce ifa etmez ise umumi nazarlar onu derhâl görür ve onun adaletsizliklerini ortaya koyar.

Bununla beraber yeni adli usulünce de hiç yanlışlık olmaz, hiç zulüm edilmez diye inat da etmiyoruz. Fakat yanlışlık da kayırma da daha güç ve daha nadir olur. Zira verilecek hüküm beş altı hâkimin ittifak veya çoğunluğun görüşüyle verilmesi gerekiyor. Bunların hatası da rüşveti de daha az olduktan başka haksızlığa uğradıklarını düşünen şahıslara bir üst mahkeme olan temyize götürebilme hakları da vardır.

İşte bundan dolayıdır ki bundan önce adalet konusunda Faruk sıfatına layık olan padişahımız efendimiz hazretlerinin, bunca teşekkürü hak eden ıslahatları arasında en mühimlerinden birisi de adliyenin ıslahı olduğunu önceden de ifade etmiştik.

Bizim Osman Sabri Efendi, kendi merakının sevkiyle tüm fıkıh kurallarını, hukuk kurallarını, hukuk ilmini ve onun farklı yönlerini kendi kendisine merak edip büyük kaynaklardan öğrendiğinden şu adli ıslahatın, bizce de uygun olan icrasını, pek ziyadece arzu ediyordu. Dolayısıyla Mecdettin Paşa yanından çıkıp da odasına geldiği zaman hatırından geçen şeyler, gazete yazarı efendinin arabada ve köprü üzerinde düşündüğü şeylere eklenecek olsaydı, vücuda geleceğini evvelce vermiş olduğumuz adli ıslahat makalesi bir kat daha mükemmel olurdu.

Osman Sabri eski olan yazıhanesinin önüne oturarak ve kocaman kafasını iki elleri arasına alarak düşünmeye başladı. Fakat bu suretle başladığı düşünceler artık adli ıslahata dair olan mülahazalarından ibaret değildi. Öreke Taşı Vakası’nı düşünüyordu.

Zeki savcının bu meselede en ziyade merakına sebep olan şey, parmakları kınalı bir Müslüman kızının iki Kefalonyalı arasında katledilmiş bulunması sırrı idi. Kendi kendisine diyordu ki:

“Kız, Hediye Hanım’ın konağına mensup olsun, nereye mensup olursa olsun. Edecek başka sefa bulunamayıp da Kanlıkaya’ya kadar mehtabı seyretmeye giderek, orada da bu kadar feci bir ölüme düçar olmayı icap eden hâl ne olabilir ki? Ben bu sırrı mutlaka keşfedeceğim. Ama mutasarrıf paşa hazretleri menediyorlarmış. İnsanı arzusundan hiçbir mutasarrıf menedemez. İşi resmî hâle koyamayacak bile olsam, hiç olmazsa kendi merakımı def için olsun şu işin arkasını bırakmayacağım.”

Mülahazanın bu noktasına gelince Osman Sabri’nin aklına gazeteci geldi. Kendi kendisine dedi ki:

“Gazeteciler aleyhindeki düşüncem dahi doğru değilmiş. Öreke Taşı meselesi eğer basında hakkıyla neşredilecek olsa Mecdettin Paşa’nın Hediye Hanım’ı muhafazası ve beni tehdidine imkân ve ihtimal düşünülemez. Zira o hâlde tahkikatın neticesi benim tarafımdan resmen ortaya konulmayacak bile olsa, gayriresmi ilan edilerek, elbette birçok yetkili insanın dikkatlerini çeker, elbette işin nihayeti muhakemeye dönüşür… Gerçi bu işte basının yardımına müracaattan beni kimse menetmiyor ya? Dur öyleyse, ben bir aralık gideyim şu yazar efendiye iadeiziyaret ederek aramızda bir dostluk sözleşmesine çalışayım.”

Osman Sabri Efendi bu düşünce ve hayali gereğince derince dalmıştı. O kadar ki bir aralık odanın kapısı açılarak içeriye bir kocakarı girdiği hâlde Osman Sabri asla haberdar olamamıştı.

Kocakarı ta odanın ortasına gelerek “Bu ne dalgınlık yahu!” diye ses verdiği zaman, her ne kadar Osman Sabri gözlerini açtı ve odasına bir kimse girdiğinden haberdar olduysa da gelen kocakarının kim olduğunu pekâlâ bildiği halde henüz teşhis edemeyerek “Buyurunuz hanımefendi, ne istiyorsunuz?” diye büyük bir saygıyla karşılamaya çalışmıştı.

Nihayet kocakarının bir kahkahası üzerine Osman Sabri aklını başına aldı. Kocakarıyı yanına oturtmak istedi. Kadın dedi ki:.

“Hayır, bu hâlde oturacak vakit değildir. Dışarıda kalabalık çok. Durun ben çarçabuk elbisemi değiştireyim.”

Gelen kocakarı uzunca boylu, zayıf endamlı, kaçık benizli bir şey olup, gençliğinden kalma ağzında yalnız dişleri sağlamca görünmektedir.

“Elbisemi değiştireyim.” diye kalkıp da odanın bir tarafındaki dolabı açtığı zaman, içinden çıkardığı diğer elbise bir pantolon, bir yelek, bir ceket ile bir fes, potin vesaireden ibaret birtakım güzelce erkek elbisesi idi.

Acayip, kocakarı kıyafet değiştiriyor ha!

Daha doğrusunu isterseniz geldiği zaman kıyafeti değişmiş iken şimdi asıl kendi kıyafetine giriyor. Zira Osman Sabri “Aman Necmi! Elbiseni değiştirinceye kadar sabredemeyeceğim. Nasıl, bir iz bulabildin mi? Çabuk söyle de meraktan kurtulayım.” demiş olduğundan, bu gelen zatın Necmi isminde bir gizli polis olduğunu orada bulunup da Osman Sabri’nin sözünü işitmiş olsaydınız hâl ve ifade tarzından çarçabuk anlardınız.

Kocakarı kıyafetini değiştirdiği zaman, kendisinde görülen değişiklik yalnız kadın kıyafetinin erkek kıyafetine intikalinden ibaret kalmadı. Bir kere “kocakarı” tabirinden anlaşılabilen ihtiyarlık bertaraf oldu. Zira, Hafiye Necmi ancak otuz beşlik bir adam olup, fakat bu yaştaki erkek yüzünde genç kadınlar kadar tazelik olamayacağından Necmi Bey kendisini kocakarı kıyafetine daha güzel yakıştırabiliyordu. İkincisi, kocakarı iken uzunca görünen boyu şimdi erkek olduğu zaman bir hayli kısalarak âdeta orta boylu bir adam oldu. Kadın elbisesinin insanı daha uzun göstereceği balolara devam edenlerce bilinir. Bazı erkekler balolarda kadın kıyafetine girip kendilerini kimsenin tanıyamamasını arzu ederlerse de en evvel boylarının hemen hiçbir kadında emsali görülemeyecek kadar nispetsiz, uzun olması kendilerini ele verir. Erkekte en kısa boy, kadında ortadan yüksek bir boy olmak üzere görülür.

Necmi’nin getirmiş olacağı haberi bir an evvel arz hususunda bizim mahir Savcı Osman Sabri’nin pek aceleci olmasında elbette bir hikmet olacak ise de biz ondan daha evvel haber verelim ki bu Hafiye Necmi’nin her ne kadar kocakarı olmayıp erkek olduğunu söyledikse de bu söz de tamamıyla doğru değildir.

“Erkek” denildiği zaman ne anlarsınız? Sakallı bıyıklı bir adam mı? Gerçi Necmi’nin sakallı bıyıklı olması kocakarı kıyafetine girmesine mâni olacağından, kendisinde öyle bir şey olmayacağı aşikâr ise de sakal ve bıyığın örnekleri mahirane yapılmış bir usturanın eseri değildi. Bizim Hafiye Necmi yaratılışça da bu mert nimetten mahrumdu.

Köse miydi?

Ondan pek ziyade bir şey. Sakal ve bıyığın hakikaten erkekliğin alameti olduğuna hiç şüphe etmemelidir. Zira doğuşları erkek olduğu hâlde gerek yaratılışça ve gerek hususi olarak bu özelliği yok olmuş bulunanlarda sakal ve bıyık dahi kalmayarak farklı bir görüntü ortaya çıkar.

Yalnız sakal ve bıyık değil. Hz. Âdem’in Hz. Havva’dan farklı bir özelliği sayılan sesi de kalmaz ve incelir.

İşte bizim Hafiye Necmi böyle bir ak ağadır ki kıyafet değişikliğinde dahi mahareti olmakla, kadın kıyafetine girdiği zaman hiçbir kimsenin tanıyamayacağı kadar mükemmel bir kocakarı olurdu.

Hafiye Necmi erkek kıyafetini giyip de Savcı Osman Sabri Efendi’nin yanına oturduğu zaman bir de sigara yaktı. Sonra dedi ki:

“Bir iz bulabilip bulamadığımı soruyorsun ha! Hey kuzum hey! Her tavşan adama iz mi gösterir? Bazı usta tavşanlar vardır ki sağa sola, öne arda, döne döne beş adım sıçrayarak iz kaybederler. Bunlara karşı gayet mahir bir avcı olmalıdır ki iz bulabilsin.”

“Senin işte o mahir avcı olduğuna şüphe yoktur.”

“Benim de yoktu. Ama bu işte biraz şüpheleneceğim geliyor.”

“Ee, nasıl ettin bakalım?”

“Bohçacı Ziynet Kadın bohçasını yakalayarak doğruca Hediye Hanım’ın konağına gitti. Cariyelere güzel mendiller ve Fil de Cos çoraplar filanlar göstermeye başladıysa da bu konak diğer bildiğimiz safderunların mahalli değilmiş. Bize güvenmediler. Bir acuze kâhya kadın var ki polis reisi seçseler layık olur. Hemen beni oraya kimin gönderdiğini sorar. Bir aralık bu suallerden maksat, acaba beni bir fuhuş vasıtası olarak mı kabul etmek istiyor, diye bir düşünce üzerine az kalmıştı ki zihnimden aslı yoktan bir muhabbet ve sevda hikâyesi tertip edeyim de o maksat üzerine geldiğimi söyleyeyim. Fakat kâhya kadının karşısında aşık atamayacağımı anladığımdan hiç de böyle güç bir işe girişemedim.”

“İyi ettin, foyan ortaya çıksaydı konaktan pek fena bir hâlde çıkardın.”

“Ben onu düşünmedim. Biraz avanak görünürsem belki güven kazanırım diye düşündüm. Öyle de hareket ettim. Beni hiçbir kimsenin göndermediğinden ve ben pek işgüzar bir kadın olduğumdan bahisle, büyük büyük hanımların cevahir tellallığında bile istihdam eylediklerini söyledim.”

“Ee, yine haddinden dışarıya çıktın.”

“Yok yok! Dur bak ne oldu, ‘cevahir tellalı’ dediğimde kâhya kadının dikkatli nazarları açıldıysa da inanmak istemedi. Üzerimde cevahir bulunup bulunmadığını sordu. Ben dedim ki ‘Şimdiki hâlde yoksa da gerektiği zaman getirebilirim.’ ”

“Öyle ya! Emanetten, filandan birçok elmas vesaire bulabiliriz.”

“Evet, nihayet kâhya kadın bize anlattı ki o konağın halayıkları, filanları öyle mendil, çorap, eldiven, boyun bağı gibi bohçacıların eşyalarını satın almazlar. Fakat cevahircilik gibi mühim bir ticaretim varsa hanımefendiye kadar takdim olunabilirmişim! Anlıyorsun ya, demek oluyor ki Hediye Hanımefendi hazretlerinin mahrem dairesine girmeye yol bulabileceğiz. Şu kadar var ki bugünlük hiçbir havadis alabilmek mümkün olamadı.”

“Zararı yok dostum geç olsun da güç olmasın derler.”

“Şimdi sen bana bir hayli elmas temin etmelisin.”

“Öyle olacak ama mutasarrıf paşa hazretleri bu işte ilk gösterdiği gayrette devam etmeyecek gibi anladığımdan, korkarım ki mücevheratı tedarikte güçlük çekeceğim. İşin en kolayı bizim için böyle güç olursa artık muvaffakiyetin daha ne kadar güçleşeceğini düşünmelisin. Fakat ümitsiz olma Necmi. Her hâlde Cenabıhak bizim gibi doğrulara yardımcıdır.”

Bugün artık savcı efendi Öreke Taşı Vakası’yla meşgul olmadı. Başka bir işi de olmadığından Feriköy’üne doğru hava almak için gezmeye çıktı.

Akşam hanesine geldiğinde Hafiye Necmi’nin istediği elmasları nereden bulacağını bir hayli düşündü. Gerçi pek çok suretler hatırına geldiyse de hiçbirisini hakkıyla beğenmiyordu.

Bu merakla yatağına yattı. Ertesi günü Galatasaray’a geldiğinde kendisi için gelmiş bir mektup buldu. Hemen açtı. Yeni dostu gazete yazarı tarafından yazılmış olup sureti de şudur:

Azizim Osman Sabri Bey, Vermiş olduğunuz mektubun şifresini açacak olan anahtarı bulmuş isem memnun olur musunuz?

Mâniniz yok ise gazetehaneye teşrif ediniz de size okuyayım.

İKİNCİ KISIM
BEYOĞLU’NDA BİR İNTİHAR

1

İntihar, yani insanın kendi nefsine suikast etmesini ahlak ilmiyle uğraşanlar ittifaken cinayetlerin en büyüğü, en müthişi sayarlar. Acaba hakları yok mudur?

“Can benim değil mi? Vücut benim değil mi? Kendi nefsime kendim kıyarsam kimin ne demeye hakkı olacaktır!” gibi sözler öyle birtakım safsatalar ki ilk anda insana doğru gibi görünürler ise de biraz derince düşünülür ise, tümüyle hükümden düştükleri ortaya çıkar.

İnsan kendisine kıydıktan ve geberip gittikten sonra, gerçi ona artık bir şey diyebilmek imkânı da mahvolmuştur. Hatta bir adam cezası kısas olan bir katletme fiilinde bulunsa da birkaç gün sonra da gelmiş olan eceliyle vefat etse, o katile de kimsenin diyeceği kalmaz. İntihar ise bir katil cinayetidir. Hem de kendi kendisine olan bir katletme işi olduğu gibi kısasa sebeptir. Fakat bu cinayette öyle bir gariplik vardır ki yalnız o gariplik yukarıda beyan etmiş olduğumuz safsatalara yol açar. Zikredilen gariplik ise haddizatında bakınız ne kadar sadedir:

İntihar, kısasa sebep bir katletme cinayeti olup kısas ve idam cezası da o cinayetin kendisinden ibarettir. Bir adam nefsine kıymakla hem bir katletme fiilinde bulunmuş hem de o katletme fiilinin sebep olduğu idam cezasını kendi kendisine icra etmiş olur.

Dünyada hiçbir şey felsefeden, hikmetten hariç olamaz. Hükümlerinin hikmetinden sual edilmeyen yalnız Cenâb-ı ahkâmü’lhâkimîndir. Hâlbuki onun da hükümlerinin hikmetini biraz düşünürsek kendisinden suale hacet kalmaksızın bize verdiği akıl ve düşünceyle bulabiliriz. Her şeyde olduğu gibi bilhassa adli kanunlarda da bu hikmetlere dikkat edilmiştir.

Adli kanunlar, katledeni niçin cezalandırıyor? Sadece bir katletme fiilinde bulunduğu için mi? O hâlde hatayla meydana gelen katilleri de kasten katletmiş gibi saymak gerekirdi. Hâlbuki kasten ile hata arasında büyük bir fark arıyor. Hatayı bir iki sene hapisle cezalandırıp kasti olanı ise kısas ile cezalandırıyor.

Fiillerin ikisi de bir, yani bir adamın diğer bir adam eliyle idamından ibaret olduğu hâlde kaza ile kasten arasında bu farkın bulunması bize gösteriyor ki adli kanunların kısasa şayan gördüğü şey bir adamın katledilmiş olması değildir. Belki katilin kastıdır.

Evet, asıl cinayet kasıttır. Hatta kazada hata nevinden değil; kanunun “haddim olmayarak, istemeyerek” dediği bir katletme ile “isteyerek” tabir ettiği katletme arasında da bir büyük fark görülüyor. O kadar büyük ki evvelkisinin cezası geçici kürek cezası olduğu hâlde ikincisinin cezası idam oluyor.

İsteyerek olsun, istemeyerek olsun, iki katlin ikisinde de bir kasıt olduğu hâlde o kastın yalnız katletme fiili vukuya geleceği esnada hasıl olmuş bulunmasıyla ondan evvel, yani epeyce bir zamandan beri mevcut olması arasında kanunen o kadar büyük bir fark görülüyor ki bu fark ölüm ile hayat arasındaki fark kadar büyük oluyor. Zira birisi katilin hayatta kalmasını, diğeri de öldürülmesini gerekli görüyor.

Şimdi asıl cinayetin ruhu sayılan şey kasıttan ibaret olduğuna göre o kastın da insanın kendi nefsine vuku bulması ondaki dehşeti bir kat daha arttırıyor.

Biraz düşünelim ki her ne surette olursa olsun kasıt niçin bu kadar fena görülüyor?

“Kasıt” denilen şey insanın karşı koyamayacağı bir şey olsaydı, ihtimal ki bu kadar büyük, müthiş ve lanetli bir şey görülmez idi. Zira o melanete “yaratılışı ve fıtratı” gereği gibi bir isim bulunarak mazur gösterilmeye çalışılır idi. Hâlbuki insanın yaratılışında kasıt yoktur. Emniyet vardır. İlk bakışta iki adam arasında hüküm sürecek şey tanışmaktır, yakınlık kurmaktır. Ondan sonra birbirini tanıyıp da nefrete sebep olan bir şey veyahut şeyler görülürse o zaman nefret oluşur. Dolayısıyla beşerin tabiatında ve fıtratında görülmesi gereken ilk şey emniyettir, güvendir. Ondan sonra kasta sebep olacak bir şey ortaya çıkarsa bu kötü fiil ortaya çıkar.

İşte şuraya bir çocuk oturmuş. Yanında bekçisi yok. Etraftan hiçbir nazarıdikkat de o çocuğa çevrilmemiş. Çocuğa her ne yapsanız hiçbir kimsenin görmesi katiyen mümkün değil. Haydi bakalım o çocuğun kulağını kesiniz. Eğer insan tabiatının ilk hükmü kasıttan ibaret olsaydı sizi çocuğun kulağını kesmeden kim menedebilirdi? Aksine insan tabiatının ilk gereği emniyet olduğu için çocuğa öyle bir kasıt hatırınıza gelmesi şöyle dursun, belki yanında bir köpek veyahut bir çukur, bir kuyu gibi tehlike görürseniz yolunuzu değiştirerek çocuğu temine de himmet edersiniz.

Görüyor musunuz ki hâlâ kasıt yoktur. Bir de dikkat ediniz ki çocuğun kulaklarında bir çift güzel pırlanta küpe vardır. En az elli lira eder. Nasıl, hüküm başkalaştı mı? Bu küpeleri şöyle kolayca çıkarıp almaya da hâl ve zaman müsait olmadığından bunları çekince çocuğun kulakları yırtılacak.

İşte kastın kaynağı ortaya çıktı. İşte kanun da böyle insanın fıtratında yerleştirilen asıl emniyeti, ayaklar altına alıp ve kendi nefsini böyle melanet derecesine düşürüp de o kasta mağlup olduğu için insanı cezalandırıyor.

Bir misal daha verelim:

Yolda gidiyorsunuz. Bir kenara bir insan yatmış uyuyor. Nefsini müdafaa durumunda değil. Etrafta görecek hiçbir kimse yok. Haydi bakalım o adamı öldürünüz! Uygun mu? İnsan tabiatının gereği emniyettir. Aksine o adamın örtüsü bir tarafa kaymış da üşüyecek ise gider örtüsünü örtersiniz, öyle değil mi?

Bir de yanına yaklaştınız, baktınız. O adam vaktiyle sizi bir meseleden dolayı aşağılamış veyahut bir muamelede size zarar vermiştir. O zaman intikam hissinin galip gelmesi işin rengini değiştirir. İşte şu fıtratınızın gereği olarak oluşan önceki emniyeti ihlal ettiğiniz için idam gibi cezanın da intikamın da en büyüğü, en sonu olan bir kasta karşı ihlal ettiğiniz içindir ki kanun sizi, yani bu kastınızı cezalandırıyor.

Bir de kastı insanın kendi nefsine tatbik edelim:

Acaba insan kendi kendisine ne kadar fenalık yapabilir ki yine kendi kendisinden intikam için nefsine kastetsin? Veyahut acaba insan kendi nefsine kastetmekte hayattan büyük hangi menfaati düşünebilir ki o menfaat uğrunda bu kastı tercih edebilsin?

Bu ihtimallerin ikisine de mahal gösterebilecek hiçbir intihar meydana gelmemiştir.

İntiharların hemen tümü bir ümitsizlik ve bir pişmanlık neticesidir. Hatta bazı insan intikam alabilmekten ümidini kestiği için sanki kendi kendisinden alacağı intikam ile rahatlayacakmış gibi nefsine kasteder. Aşklar neticesindeki intiharların hemen tümü böyledir. Bundan başka malını, namusunu ve sair aziz bir şeyini kaybedenler güya ölümle bunlar telafi edilecekmiş gibi nefsine kasteder.

Hâlbuki bu kasıtların tümü en kötü kasıtlardır. Âlemde insana kendi nefsi kadar aziz olabilecek hiçbir şey yoktur. Bu kadar aziz olan bir şeye kastı göze aldıran adam da o kadar büyük bir suçu göze aldırmış olur ki kulaklarında bulunan küpeye tam’an çocuğun kulaklarını yırtan veyahut bir intikam hissine mağluben yol üzerinde bir günahsızı öldüren cani bile, o kötü kasta karşı bir dereceye kadar olsun kendisini mazur göstermeye çalışabilir.

Kendi nefsine cidden kastettiği hâlde herhangi bir sebeple canı son kertesinde iken kurtarılan adamı kısasen idam etmeye lüzum gösterilse, bu lüzumu inkâr edecek pek az hâkim olabilirdi. Zira kendi nefsine kastı göze aldırmış olan bir adam için ondan sonra da kendisine tekrar kastedemeyecek hiçbir şey düşünülemeyeceğinden, böyle bir adamı insanların içine tekrar gönderip dışarı çıkarmak lüzumu aşikârdır. Ancak bunların birtakımları da sadece bir cinnet eseri olmak üzere intihara cesaret alıyorlar. Bunlar kurtulduktan sonra o hastalık da bertaraf olması ihtimali üzerine, hâkim ve savcılar onun cezalandırılması yoluna başvurmuyorlar.

Mehmet Ali Paşa merhum Mısır’da askerî nizamını tesis ettiği zaman birtakım Araplar askere alınmamak için sağ gözlerini çıkarırlarmış. Bunlardan birçoğunu Mehmet Ali Paşa dayaktan gebertmiş. Sebebiyse Arap’ın gözünü çıkartmasıyla bir askerden mahrum kaldığı kaziyesi değildir. Zira tek gözlü kalan Arap’ı dayak altında öldürmekle tümüyle kaybetmiş oluyor. Paşa burada sadece kendi gözüne kendisinin kastetmesi fiilinin kötü bir şey olduğunu herkese göstermek için bu cezayı bunlara uygun bulmuş.

İşte kanun nazarında asıl cezaya şayan olan şey kastedildiği ve kasıtlar arasında da insanın kendi nefsine kastının en kötü sayıldığı için nefsine kasıt ile intihar edenler de kanunun hikmeti nazarında en büyük cani sayılmışlardır. Bunlar yalnız kendi cinayetlerinin cezasını yine o cinayetin işlenmesi suretiyle tayin etmiş oldukları için başka bir kanuni mesuliyet lüzumunu göstermemiş olurlar. Şu kadar var ki insanların çoğunluğu bu cinayetin uhrevi mesuliyetinden de yine şüphe etmezler. Zira derler ki “Nefsine suikast eden imansız gider!”

235,29 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6485-86-0
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают