Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Eski Mektuplar», страница 3

Шрифт:

Beşinci Kısım

Ay, o Şark’ın bütün aşklarının ilham kaynağı olan ay yavaş yavaş batıyordu. Cana can katıp esen hafif bir rüzgâr da ağaçlara dokunarak insana bir ayrılık hüznü veriyordu. Batmak üzere olan Ay’ın vermiş olduğu aydınlıktan faydalanan bir kuşcağız ağaçların birinden çırpınarak daldan dala uçuyordu. Konduğu dallarda da hüzün veren nağmelerle ötüyordu. Denizden kopan acı bir feryat o kuşcağızın garip ötüşüne karışıyor, aks ede ede uzaklardaki ormanların içinden kaybolup gidiyordu.

Deniz, o parlayan ayna ise asumana âdeta ışıklar saçıyordu. Esen hafif rüzgârla cezbeye gelen dalgacıklar da sanki âşıklar gibi sarmaş dolaş olarak sahile vurarak kaybolup gidiyorlardı.

Başkalarının gizli sırlarını açığa çıkarmak için değil; hemen hemen Ay’ın aydınlığını bile gölgede bırakacak surette, tavanı yabani güllerle örtülmüş bir kameriye içinde sakin, berrak bir havuz kenarında oturan ve sevdayla birbirine sokulmuş iki âşık, tabiatın hem bu güzelliklerini temaşa ediyor, hem de yavaş yavaş konuşuyorlardı. Biri diğerinin sinesine iltica eylemiş, diğeri de yârinin cemalini Ay’dan bile kıskanıyormuş gibi, sırma saçlarını sevdiğinin gül yüzüne dökmüştü. Biri bazen havuz içinde bir mehtabın, bir de Ay yüzlü sevgilisinin güzelliğini temaşa ediyor, ona nispeten mehtabı pek de parlak görmüyordu.

Biraz sonra kalktılar. Güllerden, yaseminlerden teşekkül etmiş olan kameriyenin küçücük kapısı önüne geldiler. Oradan deryayı temaşaya başladılar. Kız uzakta, denizin ortasında bir şey görüyordu. Birdenbire gözleri karardı. İçeriye girdi. Hazin hazin ağlamaya başladı.

Ümitleri gibi, denizde tufana doğru akıp giden ve siyah dumanları püsküren bir vapur, güzergâhında parlak izler bırakarak ve de başından nurlar yağdırarak ilerliyordu. O vapurun güvertesinde ayrılığa, hicrana mahkûm olmuş da yavaş yavaş sönmeye, nazardan kaybolmaya başlayan noktaya hasretle bakan bir biçare, bu umutsuz levha içinde kim bilir neler düşünür, neleri tefekkür eder, içinden ne tesirli sahifeler ve kalbi derinden etkileyen ne hazin satırlar geçer.

Ufkun son noktasında, o ışık saçan büyük Ay’a karşı iştiyakla kucağını açan deryaya binlerce rengi yağdıran, pembe, şeffaf bulutlar arasında nazarı okşayan dağlar, bu letafet bahşeden manzarayı temaşa için insana, renkli libaslarla bezenmiş birer deniz perisi hissini veriyordu.

Ay batmaya yaklaşıp da ayrılmaya hazırlandığı anlarda âdeta her dakika ona nazar edenlere hüzün veriyordu. O anlardaki sevgililerin hüznünü hiçbir şey gideremiyordu. Ay’ın zaman zaman bulutların arkasına saklanması bir taraftan sevgililerin hüznünü arttırırken, diğer taraftan tabiat da onlarla birlikte âdeta bir yarı zulmete boğuluyordu. Bazen matemlilerin yüzleri gibi sönük ve nursuz görünüyordu, bazen de henüz yeni inkişafa başlayan saadet ümitleri gibi etrafına ışıklar saçıyordu; kısa bir müddet sonra ise yine kayboluyordu.

Öyle bir zaman geldi ki âlem bütünüyle zulmet içinde kaldı. İşte o esnada dünyadan bütünüyle alakalarını kesmiş zannolunan iki sevdalıyı gayrın nazarından koruyan kameriye üzerinde bulunan ve en katı kalpleri bile rikkate getiren kuşcağız son terennümlerini tamamlıyordu. Kuşun bu son sedası o mutlak sükûnet içinde duran ve sevda peşinde koşan iki ruh üzerinde büyük tesir uyandırmıştı. Bu seda onları ayrılık acısı ile titretmiş, yekdiğerinin cemalini seyretmekle meşgul olan ve tam bir aşk sarhoşluğuyla kendilerinden geçmiş kalan ruhlarını bir anda aslına çevirmişti.

Artık orada duramadılar. Zira gece zulmetiyle etrafı istila eden dehşet, âdeta cehennemden nişan verecek bir derece idi. Kenan bu anın tesiriyle Meliha’nın yanından bir anda hareketlendi. Büyük bir ümitsizlik içinde titreyen o nazenin Meliha’yı bağrına basarak ateşin dudaklarına -kim bilir nasıl bir hırs ve arzuyla- ilk defa olmak üzere bir veda busesi kondurunca, onları seyreden bir baykuş onların bu hâlini küçümseyen bir nazarla kahkahaya boğulmuştu.

Kalktılar. İnce çakıl taşlarıyla mefruş yollar içinde kimseye görünmemek için ağaç gölgeleri içinden gidiyorlardı. Meliha bu buluşma ve görüşmenin son olduğu hissine kapılıyordu. Bu his ile gözlerini arkadan ayıramıyordu. Meliha aşklarını sanki ilk defa birbirlerine itiraf etmişler gibi, altında buluştukları kameriyeye nazarını çevirdikçe kirpiklerinden gayriiradi yaşlar parlıyordu. Selamlıkla harem dairesini ayıran alçak duvarın tam ortasından açılmış olan kapı önüne geldikleri zaman… Ah o zaman! Meliha bir türlü gözyaşlarına muvaffak olamayarak ağlamaya, Kenan’a hitaben “Muhabbetinin ciddi olduğuna itimat edeyim mi? Acaba bundan böyle görüşmek nasip olacak mı? Bana her zaman mektup yazacak mısın?” yollu sözler söylemeye başlayınca, zavallı Kenan onun ümitsiz bakışlarından şaşırmış, yalnız: “Mümkün mü, hiç mümkün mü Meliha? Benden böyle bir alçaklığa ihtimal veriyor musun?” cevabıyla, boğula boğula mukabelede bulunmuştu.

Gecenin zulmeti tabiatın sükûnetiyle karışarak, ortalıkta derin bir sükûnet hüküm ferma olduğu sırada, yalının büyük salonuna asılı olan saat gece yarısını gösteriyordu. İşte o hazin sükûn ile o iki sevdalı ayrılmaya mecbur oldular. Meliha selamlığa doğru teveccüh ederek, gecenin karanlığı içinde hayal meyal görünmeye başlayan Kenan’ı nazardan kayboluncaya kadar temaşa etti. Sonra odasına çekilerek yatağına girdi. Orada sabahı bekledi.

Kenan ise zihni gibi perişan olan selamlıktaki dairesine çekildiği vakit, tam bir ümitsizlik içinde donakaldı. Hemen masasının önünde duran koltuğa yaslanmıştı. Mazide yaşadıklarını bir rüya gibi tekrar görebilmek adına gözlerini kapadı. Ancak maziden ziyade gelecekte neler yaşayacağı gibi konular zihninden geçti ve onlarla meşgul olmaya başladı. Dolayısıyla geleceğe dair umutlarını kaybeden kalbi ateşler içinde yanıp kavruluyordu.

Feleğin başına yüklediği ıstırapların ağırlığına artık tahammülü kalmayan dermansız vücudunu koltuğun içine bırakarak ilk hayatının ilk sahifelerini gözden geçirirken -kalbinde içtima ede ede gözlerine kadar geldiği hâlde bir türlü icrasına muvaffak olamadığı- o yaşlar ateşler saçar gibi bir anda gözlerinden boşanmaya başlamıştı. İnsan o teessürün o hüznün nasıl bir etkisinin olduğunu anlamak için yalnızca bir damlasını dahi anlamaya gayret sarf edip yaşamaya çalışsa, o derece esrarengiz vakalar ve hakikatler görür ki, hayretten kendini alamaz.

İşte bu düşünceler ile meşgul olarak âdeta kendini kaybeden Kenan, ayrılık acısını bütün hissiyatıyla yaşarken fecir zamanının yaklaştığını anladı. O anda gayet kuvvetli bir elektrik bataryasına temas etmiş gibi şiddetli bir heyecanı yaşadı. Onu müteakiben kendine gelmiş, heyecanını teskine vesile olur mütalaasıyla bir sigara alevlendirerek geniş adımlarla oda içinde dolaşmaya başlamıştı. Fakat iki, üç geceden beri uyku ve istirahat görmeyen vücudu o akşamki hengâme ile büsbütün sarsılmış olduğundan, yürümeye değil bir tarafını kımıldatmaya bile mecali kalmamıştı. Dişleri arasında sıkışıp kalmış olan sigara şerareler saçarak bir, iki dakika zarfında mahvolduktan sonra Kenan kendini olduğu gibi yatağın içine atmış ve uyumuş kalmıştı.

Sabah olmuştu. Tabiat henüz uykudan uyanıyordu. Semayı yavaş yavaş yaldızlayan güneş dağlar arkasından nurlar saçıyor, fakat daha görünmüyordu. Yeşil çimenler üzerinde parlayan jaleler henüz mahvolmamış. Bazı tarla kuşları o yeşil çimenler içindeki renklenen sulardan jaleleri içerek hem kendilerinden geçiyorlar, hem de güneşin doğuşunun verdiği neşe ile her biri birer gazelhan gibi farklı terennümlerle sesler çıkarıyorlardı.

O esnada bir araba şehre doğru koşuyordu. İçinde bir delikanlı vardı. Baştanbaşa siyahlara gark olmuş, başını hazin bir surette sağ cihetine meyletmiş, simasını matemli bir renk bürümüştü. Sadece düşünüyordu. Kirpiklerinin üzerinde sanki birer gülle oturmuştu. Bir türlü açılamayan gözleri bin ıstırap ile dolmuş gibiydi. Bu delikanlı Kenan idi. Yalıdan çıkmış, rıhtımda buluşmak üzere eniştesinden ayrılmış, Meliha’nın yalnız hazin bir ahını işitmişti. Şimdi ise validesinin mezarını ziyarete gidiyordu.

Araba o güzel caddeyi bir müddet takip ettikten sonra durdu. Kenan kabristana girip yaldızlı harflerle bezenmiş bir taş dibinde oturmuş, titrek ellerini dergâh-ı izzete doğru kaldırmıştı. Gözlerinden yuvarlanan yaşlar öyle bir derecede idi ki görenler onun yine kendi yaşları içinde boğulacağına hükmederlerdi. Yarım saat kadar devam eden bu münacat son bulunca Kenan yine arabaya binerek o yol ile şehre dâhil olmuştu. Ahbabı, dostları ziyarete gidiyordu. Bunlar arasında onun pek kıymetli, hakikatli bir dostu, bir kardeşi vardı. Onu belki kendinden ziyade severdi. Bu genç Sabit Bey’di. Kenan bilhassa onunla uzun uzadıya görüştü. Zaten Kenan’ın Sabit’ten gizli bir sırrı yoktu. Hatta gerektiğinde ondan fikir sorar, o suretle hareket ederdi. Buna karşılık Sabit’te de Kenan için kalben fevkalade bir uhuvvet, bir muhabbet mevcut idi. Ne kadar tehlike mevcut olursa olsun, âlem ne türlü hezeyanda bulunursa bulunsun, o, bunların hiçbirine ehemmiyet vermeyerek daima arkadaşının hukukunu muhafaza ve müdafaa ederdi. Müşkül bir mevkide bulunan ahbaplarına -küçük dahi olsa- daima yardımda bulunduğundan, yani bütünüyle hayır hasenat sahibi olduğundan onu çok kişiler çekemezler ve her zaman aleyhinde bulunurlardı. Fakat Sabit bunları basit şeyler kabilinden addederek, zerrece fikrinden dönmez, bu doğru bildiği hareketlerini değiştirmezdi. İşte Kenan için bu âlemde en mükemmel istinatgâh; en büyük teselli veren arkadaş Sabit idi.

Hatırından çıkamadığı bazı ahbapları şöylece bir ziyaretten sonra Kenan uzun uzadıya görüşmek için, arkadaşının hanesine gitti. Sabit zaten Kenan’ın geleceğini bildiğinden sabahtan beri kendisini bekliyordu. İki samimi dost hayli zaman görüştüler. Kenan bu defa her şeyi ortaya dökmüş, her hakikati itiraf etmişti. Meliha’yı bütün aşkı, bütün kalbiyle sevdiğini, bu seyahati sadece ona malikiyetini temin için gerçekleştirdiğini arz etti. Oradan uzaklaştığı esnada şayet Meliha’ya bir hain el uzanırsa ve eğer eniştesinin hastalığı şiddetini arttırırsa, hiç zaman geçirmeden kendisine malumat vermesini istirham eyledi. Sabit bu teklifi kabul etmekle kendisine çok önemli bir vazife addettiğini, en müşkül, en zor zamanlarda bile bu vazifeyi ifadan geri durmayacağını temin eylediği zaman iki arkadaş yekdiğerini kucakladılar. Sabit, Kenan’ı vapura kadar yolcu etmek istedi. Fakat Kenan mâni oldu. Mümkün değil tahammül edemeyeceğini söyledi. Sabit ısrar etmedi. Çünkü Kenan’ın ne kadar hassas ve asabi olduğunu biliyordu.

İki, iki buçuk saat kadar devam eden bu samimi ziyaret dahi son bulunca Kenan yine arabasıyla iskeleye inmiş, orada kendisini bekleyen eniştesi Saim Bey’le yola koyulmuştu.

O gün İstanbul’a doğru posta olarak Messagerie Maritime Kumpanyası’nın Kuvadiyyül Kebir namında gayet büyük bir vapurunun alaturka saat altıda hareket edeceği ilan olunmuştu.

Kenan eniştesiyle beraber o civarda olan lokantaların birinde hafif bir kuşluk kahvaltısı ederek birinci kamara yolcularına mahsus yemekli bir bilet alıp, birlikte vapura gittiler. Kenan yalnız bir sandık ve birkaç kitaptan ibaret olan eşyasını kamarotun gösterdiği kamaraya yerleştirerek eniştesiyle birlikte güverteye çıkmış, kendi durumuna mahsus meseleyi konuşmaya başlamıştı. O esnada vapurun hareket etmek üzere bulunduğunu ilan eden düdüğün acı acı sesi Saim Bey’i sohbeti sonlandırmaya mecbur bırakmıştı. Saim Bey mahzunane bir tavır ile ayağa kalkarak Kenan’ı öptükten ve işlerinde muvaffak olmasına dair sözlerinden sonra cebinden bir mektup çıkarıp:

“Evlâdım, bu mektup İstanbul’da nüfuz sahibi ve her cihetle itibar edilen Faiz Bey’e mahsustur. Kendileriyle hukukum pek kadim olduğundan seni sühuletle mektebe kaydettireceğine eminim.” diyerek kâğıdı verdi. Tekrar sarılıp Kenan’ı öptü. Gözlerinden durmadan hüzün yaşları dökülüyordu. Bu hâli gören zavallı çocuk metanetini kaybetmemeye pek çok çalıştığı hâlde muvaffak olamamış, âdeta bayılma derecesine gelmişti.

Saim Bey’i ikametgâhına doğru sürükleyen araba nazardan kayboluncaya kadar Kenan oradan ayrılmadı. Sonra kamarasına indi. Vapur hareket etmişti.

Altıncı Kısım

Kenan İstanbul’a vasıl olmuş, eniştesinin verdiği tavsiyenameye hacet kalmayarak parlak bir imtihan ile Mülkiye Mektebine kabul olunmuştu. Bu muvaffakiyeti telgrafla bildirdiği zaman Saim Bey de, Meliha da ne kadar memnun olmuşlardı artık düşünün. Şimdi artık her şey yoluna girmişti. Kenan’ın kısmen istikbali temin edilmişti. Meliha’nın süruruna, neşesine artık diyecek yoktu.

Mektebin başlamasına daha bir hafta kadar vakit vardı. Kenan bu bir haftayı nasıl geçireceğini düşünüyordu. İstanbul’da tanıdığı kimse yoktu. Daha önce eniştesinin verdiği tavsiye ile Faiz Bey’in hanesinde birkaç gece misafir kalabilirdi. Lakin Kenan, bundan hazzetmiyordu. Daha çocukluğundan beri başkasına yük olmaktan ya da misafir kalmaktan nefret ediyordu. Bu sebepten Saim Bey’in tembihinin hilafına olarak İstanbul cihetindeki otellerden birine inmişti. Geceleri uyku zamanının başlamasına kadar okumayla yazı ile vakit geçirirdi. Gündüzleri ise şehrin görülmeye değer mahallerini ziyarete ayırıyordu. Bu hayat Kenan’a pek ıstıraplı geliyordu. Ne okuduğu kitaplardan bir şey istifade ediyor, ne gezdiği yerlerden bir letafet hissediyordu. O zannediyordu ki İstanbul’a, o gönül alan şehre giderse bir şey düşünmeye vakit bulamayacak. Hiç hasret, hüzün çekmeyecekti. Ne kadar yanılıyordu! Daha vapurdan kayığa binip bin korku ve heyecan ile Sirkeci’ye çıktığı zaman manzara büsbütün başkalaşmıştı. Büyük bir iştiyakla nazar ettiği çehreler ona pek soğuk, pek yabancı görünüyordu. Eşyasını alıp gideceği mahalle götürmek üzere etrafını alan hamalların, arabacıların bağrışmalarından, hele kayıkçıların müşteri almak için ettikleri büyük vaveylalardan âdeta alıklaşmış, ne yapacağını, nereye gideceğini şaşırmıştı. Bir müddet yevmiyelerini tedarik için canavarlar gibi birbirlerine saldıran bu herifleri hayretle temaşa etmişti. Artık duracak dermanı kalmamıştı. Seyahat yorgunluğuna denk gelen, can sıkan bu gürültü ve patırtılar onu perişan etmişti. Etrafını sarmış gözlerini gözleri içine dikerek ufak bir işareti bekleyen arabacılardan nispeten daha sessiz bekleyen bir arabacıya: “Civardaki güzel otellerden birine!” demişti. Asıl kıyamet o zaman kopmuştu. Zavallı çocuk bu gürültüden kurtulup da otele girdiği zaman geniş bir nefes almıştı.

Bir, iki saat kadar istirahat edip sevdiği kahvesini aldıktan sonra hem gazete okumak, hem de etrafı temaşa etmek üzere otelin altındaki kıraathaneye inmişti. Üzerine teveccüh eden nazarlar hep yabancı idi. Kenan hiçbir tarafa bakmayarak, hatta aşağı indiğine pişman olarak bir köşeye çekildi. Gözlerini yerden ayıramıyordu. Bir müddet bu hâlde kaldı. Nihayet masa üzerinde duran gazetelerden birini alabilmişti. Okuyordu. Gözüne ilişmiş olan bir ilan onu telaşa düşürmüştü. Çünkü o ilan, Mülkiye Mektebi kaydını yapma arzusunda bulunanların o günden itibaren Maarif Nezaretindeki hususi birime müracaat etmelerini ve buraya kayıt başvurusunu bir hafta geciktirenlerin müracaatlarının geçersiz sayılacağı bildiriyordu. Kenan hemen yerinden kalkıp yukarıya çıkmış, çantasından şahadetnamesini alıp bir arabaya bindikten sonra Maarif Nezaretine koşmuştu. Müracaatı alan hususi salon hıncahınç doluydu. Ve bunların hepsi mektep efendileri idi. Kenan bu kalabalığı görünce canı sıkıldı. Zira bunların hepsinin mektebe kabul olunmayacağını ve dolayısıyla bir müsabaka imtihanının yapılacağını anlamıştı. Aradan bir buçuk saat geçer geçmez, orada bu gibi meselelere bakan memur olanlardan biri bu seneki taliplerin çokluğundan müsabaka imtihanı icra kılınacağını ve bugün isimlerini kaydettirenlerin üç gün sonra imtihana girmek üzere burada hazır bulunmaları gerektiğini hatırlatıyordu.

Kenan bu üç günü fevkalade bir ıstırap ve intizar içinde geçirdi. Zira imtihanların ne suretle icra olunacağını bilmiyordu. İstanbul’da kabul imtihanlarının kendi memleketinde verdiği imtihanlar gibi belki onlardan daha kolay olacağını bilseydi bu kadar gam yemez, büyük bir tevekkülle vaktin gelmesini beklerdi.

Vakit geldi. Kenan o sabah eski mektebe mahsus olan resmî elbisesini giydi. Kalbinde muvaffak olacağına dair tatlı bir heyecan duyuyordu. Daire önüne geldiği zaman nezaret daha resmen açılmamıştı. Bir saat kadar Divanyolu’ndaki kıraathanelerin birinde oturdu.

İmtihan başlamıştı. Evvela usulü gereği İstanbul rüştiyelerinden mezun olanlar kabul olunuyordu. Bunlar tamamlandıktan sonra sıra taşralılara gelmiş, diploma başarısı gereği arkadaşları arasında Kenan önde gözüküyordu. O kadar parlak bir imtihan vermişti ki jüri heyeti kendisini alenen tebrike mecbur olmuştu. Arkadaşları Kenan’ın gayet iyi bir çehreden yetiştiğini gördükleri, hele jüri heyeti tarafından nail olduğu tebrik ve teveccühü işittikleri zaman kimisi gıptadan, kimisi de hasetten kaynaklanan bir hisle, hayretler içerisinde çocuğu baştan aşağı süzdüler. Bu muvaffakiyetini hâliyle tavrıyla hiç münasip bulamadılar.

Kenan daha o gün göstermiş olduğu başarısını tafsilatıyla eniştesine bildirmişti. Artık mektebin açılışına kadar istediği gibi gezip eğlenebilirdi. Hâlbuki kendisine yol gösterecek kimse yoktu. Bilmediği yerlerde yalnız başına gezmeyi hem terbiyesine, hem de yaşına pek uygun bulmuyordu. Bundan başka taşralıların cehalet saikasıyla İstanbul’da uğradıkları zor durumları daha memleketinde iken hikâye suretinde dinlemişti. Dolayısıyla bu kadar garip hadiselerin meskeni olan şu İstanbul’u görmeyi merakla arzu ederdi. Kenan İstanbul’u letafet cihetiyle tasavvurunun kat kat fevkinde bulmuştu. Yalnız küçükten beri ülfet, ünsiyet peyda ettiği sakin hayattan birdenbire bir gulguleye, bir şamataya bir ticaret merkezine tesadüf edince canı sıkılmıştı. Geçim noktasında da İstanbul’u emellerine pek muvafık bulmamıştı.

Mevsim, haziran öncesi olması münasebetiyle Boğaziçi’nde, Kadıköy’de, Şişli’de tiyatrolar ve çalgılar başlamıştı. Kenan bu eğlencelere, mesirelere ne vasıta ile gidileceğini bulunduğu otel sahibinden istemişti. Onun verdiği bilgiye göre Boğaz’a ve Kadıköy’e vapurla gidiş ve gelişin mecburi olduğu, ancak son vapura yetişilemediği zaman orada kalmak lazım geleceği, Şişli’ye ise herhangi saatte olursa olsun gidip gelmek mümkün bulunduğu cevabını almıştı.

Kenan can sıkıntısından Bahçekapısı’nın bitmek tükenmek bilmeyen hayhuyundan çatlamak derecelerine gelmişti. Hâl böyle iken müsabaka imtihanları münasebetiyle mektebin başlaması gereken tarihten bir hafta daha tehir etmiş olduğu haberini almıştı. Otelciden aldığı malumat üzerine Kenan öyle hiç bilmediği yerlerde kalabilmek ihtimali mevcut olan eğlencelerden sarfınazar ederek bir pazar günü Şişli’ye gitmeyi kararlaştırdı. Galata’ya geçti. Bir arabaya binerek “Şişli’ye!” dedi. Çocuk İstanbul’un Avrupa’sı diye işitip durduğu Beyoğlu’nu bütün kuvvetiyle tetkik ve temaşa ediyordu. Güzellik, tertip ve düzen itibariyle Beyoğlu’nu bittabi daha muntazam buluverdi. Fakat oranın yaşantısı, sefahat hayatı ona büsbütün sıkıcı gelmişti. O âlemden hiç haz ve lezzet bulamamıştı. Sohbet yok, dostluk yok, samimiyet hiç yok. Herkes çıkılmaz bir girdap içinde yuvarlanıyor, dönüp duruyor. Saat on bire varmadan, yani orada kalabalığın, izdihamın bitmesini beklemeden bir an evvel yine arabasına binerek otele dönmüştü. Hiç eğlenmediği için bir liraya yakın ettiği masraf yanına kâr kalmıştı. Artık çarnaçar mektebin açılmasını bekleyecekti.

Kenan için en emin yer olan mektep açılmıştı. O sabah büyük bir şevk ile eşyalarını topluyor, mektebe naklettiriyordu. Oh! O gün gönlü ne kadar da rahatlamıştı. On, on beş günden beri otel köşelerinde çektiği azapları, ıstırapları unutmuştu. Şimdi dersler başlayacak, beş sene bu kadar uzun müddet kendisiyle beraber bir muallimin ilim irfan halkasından feyizler alacak; Arkadaşları gelecek, onlarla hemhâl olacak, düçar olduğu daüssıladan belki kurtulacaktı. Her gün alışkanlık hâline getirdiği gibi mektebin önünden geçip de beslediği umutları, sevinçleri, hevesleri ve merakları artık son bulacaktı.

Eşyası önünde kendi de arkada, İstanbul içinde en ziyade tanıdığı pek çok kat ettiği yolu takip ediyordu. Mektebe gidiyordu. Demir parmaklıklı kapı önüne geldiği vakit kendi gibi hâlinden, tavrından acemi oldukları anlaşılan bazı efendiler de henüz içeriye giriyorlardı. Kapıcı mutat olan soğuk tavrıyla hiç tanımadığı bu yeni yüzleri tetkik ediyordu. Kenan, sevincinden mi yoksa hicap ve acemiliğinden mi, içeriye girince kalbini fevkalade bir heyecan kapladı. Gözlerini yerden ayıramıyordu. Talebelere mahsus olan büyük bahçeye girdikleri zaman görevlilerden biri bunları karşıladı. Yüksek bir seda ile bağırarak dedi ki:

“Efendiler, eşyalarınızı yukarıya çıkarınız! Sonra vezne odasına gidip taksitlerinizi yatırınız!”

Hademelerden birinin delaletiyle eşyaları yukarıya naklolundu. Müteakiben taksitler yatırıldı. Kenan için yapacak başka bir şey kalmamıştı. Herkes gibi o da sınıflardan birine girdi. Zaten daha derslere başlanmamış, talebelerin büyük bir kısmı memleketlerinde bulunmuş olduğundan sınıflar karmakarışık idi.

Yemek zamanı geldi. Çalınan tambur üzerine mevcut talebenin hepsi uzun koridorda ikişer ikişer dizildiler. Edilen ufak bir el işaretini müteakip yemekhaneye girdiler. Çatal bıçak gürültüsünden başka bir şey işitilmiyordu. Yemek ancak beş dakika kadar sürdü. Yemek masasının başında bekleyen görevlinin yalnız bir defa eliyle işaret vermesiyle eski talebelerin cümlesi yerinden fırladı. Yeniler ise zavallılar birbirlerinin yüzlerine bakakaldılar. Çünkü henüz yeni yemeğe başlamışlardı. Görevlinin:

“Efendiler posta gidiyor, sonra ceza alırsınız.” demesi üzerine cümlesi aceleyle kalkıp postaya yöneldiler.

Kenan bu yemekten bir şey anlayamamıştı. Çünkü henüz ikinci lokması ağzında iken yemekten mecburen kalkmıştı. Bu aceleye sebep ne oluyordu, anlayamadı. Efendilerden birine sual etti, şu cevabı aldı:

“Bu mektepte âdet böyledir. Görevli eliyle işaret verdi mi iki elin kanda olsa bile yemekten kalkacaksın. Dolayısıyla karnınızı doyurmak isterseniz mümkün olduğu kadar acele yemek yiyiniz.”

Bu cevap Kenan’ın hiç hoşuna gitmedi. Çünkü acele yemek en hoşlanmadığı şeydi. Fakat ne yapabilirdi? Çarnaçar alışacaktı.

Uyku zamanı geldi. Yatsı namazı eda edildikten sonra talebeler belli bir tertibe göre dizildiler. Ancak bu defa yatakhaneye giden merdiven dibinde dizildiler. Görevli ile birlikte yukarı çıktılar. Etrafta derin bir sükût hüküm sürüyordu. Herkes karyolası yanında gecelik elbisesini giymekle meşgul oluyordu. Kenan gürültü etmeksizin çantasını açtı. Biraz sonra herkes uyumuştu.

Sabah fecrin girmesinden bir saat evvel tambur çalındı. Bu efendilerin kalkmalarına alamet demekti. Zaten görevlilerin bir çeyrek evvel gece nöbetçileri tarafından uyandırılması kaide hükmünde olduğundan, tambur çalındığı zaman o koğuşa mahsus olan görevli kalkmış, koğuş içinde gezinmeye başlamıştı.

Kenan bir gün evvelki yorgunluk ve telaşın tesiriyle daldığı tatlı sabah uykusu içinde ne tambur sedasını, ne efendilerin abdest almak üzere dışarı çıkıp girmelerinden oluşan gürültüyü işitmişti. Yanında bulunanlar kendisini uyandırmaya cesaret edemiyorlardı. Nihayet görevli geldi. Karyolasını öyle şiddetle salladı ki zavallı çocuk şaşkın şaşkın uyandı. Bu muamele o kadar canını sıktı ki mümkün olsaydı herifin boğazına sarılacaktı.

“Efendi neredeyiz? Arkadaşların hazırlandı, aşağı iniyorlar…”

Bu sözü işitince hemen yatağından fırladı. Abdest almaya koştu.

Fakat dönüşünde koğuşu bomboş buldu. Fena hâlde canı sıkıldı.

Korku ve tereddüt ile aşağı indi.

Perşembe günü öğle yemeğinde çatal bıçak gürültüsü arasında Kenan aldığı ders gereğince acele acele yemek yerken, baş görevlinin okuduğu ceza cetveli içinde kendi numarası da zikredilmişti.

Kenan yavaş yavaş mektepte uygulanan usul ve nizam ile ülfet, ünsiyet kesbetmeye başlamıştı. Şimdi ceza yerine aferin alıverdi. Günden güne muallimlerinin, görevlilerinin hüsnü teveccühlerine muvaffak oluyordu.

O zamana, yani mektebe dâhil olduğu tarihe kadar Kenan daima hayali şeyler ile uğraşmayı pek severdi. Mesela, bir roman okusa aklıselim ile asla uyuşmayan harikulade bir vaka görse hayallerini o derece ileri bir seviyeye ulaştırırdı ki, fikrince o vakaya uygun bir mekân bulur, kendisini vakanın kahramanı sayardı. Hele heyecana pek ziyade müsait olan ve aşk hissini uyandıracak küçük bir işaret elde ederse hemen derin düşüncelere dalardı. Onunla, boş zamanlarını geçirmek ve Meliha’yı düşünmek için bir haftalık düşünme sermayesi çıkarırdı.

Fakat şimdi öyle değil, Meliha nerede? Uzak, ondan pek uzak… Roman var; zemin var. Lakin zaman yok. Artık o şevkler, o can atmalar, o cezbedici hayaller, o emellerini süsleyen hatıralar sönüyordu. Ebediyen sönüyordu. Onların yerini daha ciddi şeyler alıyordu. Nazariyat oradan kayboluyor. Fen, tecrübe, hakikat baş gösteriyor. Önceki dönemlerde bunlarla meşgul olmak, bunlarla uyuşmak çok zordu. Zaman geçtikçe fikirde hayale olan meyil kalmıyor. Tabiat, ciddi şeylerle, gerçek şeylerle meşgul olmayı zorluyor. Bunlar arasında riyaziyat, yani matematik ilmi, o sonsuz rakamlar, o bir sürü harfler, o her şeye şüphe ile bakan felsefi ilimler revaç kazanıyor. O derecede ki Meliha’yı tasavvur uyku zamanlarına, rüyalara mahsus kalıyor. Oh! İlim ve irfana talip olan bir genç için bu şekilde değişmek, bu şekilde davranmak, bu şekilde yeni bir hayatı benimsemek ne büyük bir muvaffakiyet, ne büyük bir meziyettir!

Kenan artık tesellisini bulmuş, aradığına muvaffak olmuştu. Riyaziyat gibi dakik ve mühim meseleleri kapsayan bir ilimle meşgul oldukça ufku açılıyordu. Ayrıca bu şekilde bir hakikatin künhüne, esasına vâkıf olmak için nasıl düşünmek, hayallerini ne suretle yürütmek lazım geleceğini keşif ve idrake başlıyordu. İnsan o hakikatlere vakıf oldukça hem sevinir, hem de titrerdi. Sevinirdi, çünkü hakikatlere bizzat şahit oldukça debdebesi, ihtişamıyla âdeta onun cazibesine vuruluyordu. Titrerdi, zira takip eylediği hayat yolunun sonunda ne kadar müthiş uçurumlar, tehlikeli girdaplar, maverasında ne derece feci, acımasız vakalar mevcut olduğunu hissediyordu. Hülasa günden güne tekemmül eyliyordu.

Artık Kenan için hevese dair meyiller mahvolmuştu. Kalbinde iki şey, iki hakikat ön plana çıkıyordu. Biri, kalbinde hayata dair emareler baki kaldıkça orada zevalden masun olan Meliha’nın hakiki muhabbeti; diğeri de yine orada, o kalbin derinliklerinde oluşan ilme, irfana dair olgunlaşmalar ve bunun sonunda da her konuya sadece hayal olarak değil hakikat olarak vakıf olmaktı.

Geceleri, meşguliyetlerin çokluğundan istirahata muhtaç olan başını şöylece bir yastığa koyduğu, gözlerini dinlendirmek için kapadığı zaman Meliha olanca varlığı, şaşaası ve azametiyle nazarında âdeta canlanırdı. O melek, o gül goncası sevgili gelir “uyku perisi” gibi o güzel kokulu saçlarını çocuğun yüzüne temas ettirir, sonra yavaş yavaş bin cilve ve eda ile çekilir giderdi. Kenan da tatlı bir uykuya dalardı.

Çocuğun bu hâlini, çalışmalarını, ciddiyet-i ahlâkını gören muallimler, görevliler kendisini yalnız mükâfat ile değil lisan ile dahi takdire, beğeniye başladılar. Öyle bir derecede ki, muallimleri bir defa anlatmakla zor olan derslerin tekrarını, müzakeresini ona havale ederler, görevliler ise sınıfta çıkan bir gürültünün hakiki sebebini doğrulatmak için Kenan’ın reyine müracaat ederlerdi.

Ah, iki üç ay kadar devam edebilen bu muvaffakiyet pek çabuk zevale yüz tutmuş ve sönmüş gitmişti. Kenan bu verimli geçen hayat ve saadet içinde ne kadar müsterih, mesut ve ümitli idi. Hele ekser zamanlar memleketinden aldığı mektuplar onu o kadar sevindirdi ki, vicdani olan bu duygunun tasviri mümkün olamaz. O mektupların içinde bazen istikbalin parlaklığına o zamandan itibaren sürülecek ömrün lezzetine dair o kadar samimi ve ibretli sözler okurdu ki onların her birini birer yadigâr-ı muhabbet olarak kalbinde hıfzederdi.

O günü hayatının en saadetli bir devresi addederdi. Geçici bir müddetle okuduğu o tatlı sözlerle zihnini meşgul ederek tatlı düşüncelere dalardı. Oh! O düşünceler o derece ruhuna ferahlık verirdi ki onların lezzet ve safiyeti gönlünün en münevver köşelerinde tesirini hissettirirdi. O hayallerin, o düşüncelerin maziye dair olduğunu zikretmeye hacet yoktur. O devirler, o ömürler ki onların içinde namütenahi şevkler, neşeler, bitmez tükenmez kederler, vaveylalar vardır.

Sınıf içinde sohbetinden istifade edilecek yalnız bir iki efendi vardı. Onlar için Kenan’ın her hâli malum idi. Zamanını laklakiyat ile geçirmediğini, tatil zamanlarını da istirahate hasrettiğini bildiklerinden pek yanına sokulmazlardı. Yalnız vatanından tatlı haberler aldığı zamanki neşesini bir türlü setre muvaffak olamadığı cihetle, derslere dair bahislerden istifadeye can atanlar etrafını alırlar, onu meşgul ederlerdi.

Bir gün Kenan mektebin bahçesini süsleyen ağaçlardan birinin altında oturuyordu. Mevsim sonbaharın sonuydu. Sararmış yaprakların titreye titreye sukutunu seyrediyordu. Bu temaşa derin bir ıstıraba sebep oldu. Kalktı birkaç defalar bahçeyi devretti. Neşe tahsil edeyim derken bilakis hüznü artıyordu. Bu hâl İstanbul’a geldiği, bahusus mektebe dâhil olduğu zamandan beri hiç başına gelmemişti. Tekrar kanepelerden birine yaslandı. Hüznüne sebep olan sebepleri düşünmeye daldı fakat makul bir sebep bulamadı. Kitapları, ufak bir okuma ile onun bütün dertlerini, kederlerini teskine medar olan sevgili kitapları o gün âdeta kendilerinden nefret ediyorlardı. Hayrette kaldı. Ne yapacağını şaşırdı. Dertleşecek, kalbinin derinliklerinde oluşan bu huzursuzluğu dinleyerek ona teselli verecek samimi bir arkadaşa henüz malik değildi. Başka çare bulamadı. Bahçenin bir köşesine sık ağaçlar içine sokularak arkadaşlarının nazarından kurtulmak bu içindeki sıkıntıyı bütünüyle defedinceye kadar ağlamak tasavvurunda bulundu. Neyse ki, bu tasavvurunu da icraya koydu.

Tambur çalınmıştı. Her sınıf birer saf teşkil ederek odalarına giriyorlardı. Kenan en son sırayı teşkil eden talebeler arasında bulunuyordu. Gerek muallimlerine, gerek arkadaşlarına bu hüzünlü hâlini göstermemek için yüzüne arız olan değişikliği gidermekle uğraşıyor ve yüzünü de mendil ile kapıyordu.

Sınıflara girdiler. Beş dakika sonra muallim gelmiş, ders anlatmaya başlamıştı. Zavallı Kenan bu dersten edeceği istifadeleri düşünerek memnun, diğer taraftan da coşmuş hüzünlerinden azap duyuyordu. Zihni bu iki zıt hissin arasında ezile ezile saat geçmiş, üçüncü teneffüs yine aynı vasıta ile ilan edilmişti.

Бесплатный фрагмент закончился.

176,16 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
ISBN:
978-625-6485-87-7
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap

С этой книгой читают