Robinson Crusoe

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Bu bizim açımızdan güzel bir avcılık oyunu olmuştu ancak hiçbir işimize yaramayacak, yiyemeyeceğiz bir hayvan için üç kurşunumuzu kaybetmiş olduğumuzdan dolayı üzgündüm. Ancak, Xury yine de aslandan bir parça koparmak istiyordu; yeniden tekneye geri gelerek, benden baltayı vermemi istedi. “Ne için istiyorsun Xury?” diye sordum. “Ben başından kesmek.” dedi çocuk bana. Ancak yine de aslanın başını kesmeyi beceremedi, bu yüzden çok büyük bir canavar ayağına sahip olan aslanın sadece bir patisini keserek, tekneye geri döndü.

Her neyse, ben de belki ileride ihtiyaç olabilir düşüncesiyle, bir şekilde hayvanın derisini yüzmeye karar verdim. Böylece, Xury ile birlikte hayvanın üzerinde çalışmaya başladık; ancak Xury bu konuda benden çok daha becerikliydi, bense bu işi nasıl yapacağıma dair hiçbir bilgiye sahip değildim. Bu işlem neredeyse tam bir günümüzü almıştı, nihayet işimizi bitirdikten sonra postu kuruması için kamaranın üzerine serdik, hayvanın derisi ancak iki gün içinde tam olarak kuruyabilmişti, ilerleyen zamanda bu postu üzerinde yatmak için kullanmıştım.

III. BÖLÜM
ISSIZ ADADAKİ KAZAZEDE

Bu molanın ardından, on ya da on iki gün boyunca sürekli olarak güneye doğru ilerlemeye devam ettik, yiyeceğimiz oldukça azaldığından mümkün olduğunca az beslenmeye çalışıyorduk, karaya da sadece taze içme suyu alabilmek için yanaşarak hemen yola devam ediyorduk. Tek amacım, Gambiya ya da Senegal nehirlerine ulaşmaktı; bu sayede Avrupalı gemilere denk gelebileceğim Cape de Verde sahillerine varabilmekti; şayet bunu yapamayacak olursam, geriye adaları aramaktan ya da bu bölgelerdeki zenciler arasında yok olup gitmekten başka çarem kalmayacaktı. Gine kıyılarına, Brezilya’ya ya da Doğu Hint Adaları’na giden Avrupa’dan gelen tüm gemilerin bu burundan ya da adalardan geçtiğini biliyordum; yani aslında bütün kaderim tek bir noktaya bağlıydı; ya bir gemiye rastlamak zorundaydım ya da yok olacaktım.

Bu kararımın ardından, dediğim gibi on gün daha yola devam ettim ve toprağın insandan yoksun olmadığını görmeye başladım; iki ya da üç yerde, kenarından geçtiğimiz kıyılardan bizi izleyen insanlar olduğunu gördük; hepsinin kapkara ve çıplak olduklarını seçebiliyorduk. Bir seferinde bu kıyılardan birine çıkmaya niyetlendim; ancak benim iyi niyetli danışmanım Xury bana sürekli olarak, “Gitme, gitme.” dedi. Ancak yine de onlarla konuşabileceğim kadar kıyıya yaklaşmaya çalıştım ve hepsinin kıyı boyunca uzun süre ardımızdan koştuklarını gördüm.

Herhangi bir ateşli silahları olmadığı aşikârdı ancak ellerindeki uzun ince sopaları silah olarak kullanıyorlardı, Xury bunların mızrak olduğunu ve bu adamların o aleti kullanmakta çok usta olduklarını ve uzun mesafelere kadar atabildiklerini söyledi. Bu yüzden mümkün olduğunca onlardan uzak durmaya çalışarak elimden geldiğince işaretlerle konuşmaya çalıştım; özellikle de onlardan yiyecek istediğime dair işaretler yapıyordum; teknemi durdurmamı ve bana yiyecek bir şeyler getireceklerini işaret ettiler. Bunun üzerine yelkenimi yarıya kadar indirdim ve beklemeye başladım, adamlardan ikisi adadan içeri doğru koştu ve yarım saatten kısa bir süre içerisinde geri döndü. Yanlarında iki parça kuru et ve biraz da mısır vardı; gerçi ellerindeki ürünlerin tam olarak ne olduklarını bilmiyorduk. Bununla birlikte kabul etmeye de gayet istekliydik ancak diğer başka bir sorunumuz ise adaya nasıl çıkacağımızdı, çünkü onlardan çekindiğim için karaya çıkmaya cesaret edemiyordum ve onlar da görünüşe göre bizden fazlasıyla korkuyorlardı. Sonunda iki taraf açısından da güvenli olabileceğini düşündüğümüz bir yol bulduk, onlar yiyecekleri kıyıya bırakarak, uzaklaşacak ve biz yiyecekleri alana kadar kıyıya yaklaşmayacaklardı. Biz de böyle yaptık, yiyecekleri alıp teknemize geri döndükten sonra, kıyıdaki insanlar yine sahile doğru yaklaştılar.

El kol hareketleriyle onlara teşekkür ettik, çünkü onlara verebileceğimiz hiçbir şeyimizi yoktu; ancak tam bu sırada onlara minnetimizi ifade edebileceğimiz çok daha iyi bir fırsat çıktı. Tepeden aşağıya doğru iki büyük yaratık koşarak ve kavga ederek iniyordu; erkek dişisinin peşinde mi koşuyordu, birbirleriyle oynaşıyorlar mıydı yoksa öfkeli bir kavgaya mı tutuşmuşlardı bunu anlayamıyorduk; ayrıca böylesi bir duruma burada sık sık rastlanıp rastlanmadığından da bihaberdik. Ancak görünüşe göre bu durum pek nadiren rastlanan bir durumdu, bu tuhaf, korkunç yaratıklar çok nadiren gündüz vakti görünürlerdi, normal zamanlarda gece dışında pek ortalarda görünmezlerdi; ayrıca etrafta dolaşan bazı kadınlar da korkudan kaçışıp duruyordu. Mızraklı olan adam kaçmaya yeltenmemişti ancak diğerlerinin hepsi kaçmıştı. Bununla birlikte iki yaratık doğrudan suya dalmışlardı, herhangi bir şekilde yerlilere saldırmaya niyetleri yokmuş gibi görünüyorlardı, suya dalmışlar yüzerek oynaşıyor ve kendi aralarında eğleniyorlardı. Sonunda hayvanlardan biri hiç beklemediğim kadar teknenin yakınına yaklaşmaya başladı; ancak ben durum için çoktan hazırlıklıydım; tüfeğimi hızlıca doldurmuş ve diğer ikisini doldurması için de Xury’e emretmiştim. Hayvan menzilime iyice girer girmez hemen ateş ettim ve onu doğrudan kafasından vurdum; hayvan hemen suya daldı, ancak anında tekrar yükselerek sanki can çekişiyormuş gibi suya dalıp çıktı; almış olduğu ölümcül yaradan dolayı ne kadar uğraşırsa uğraşsın kıyıya ulaşamadan ölüp gitti.

Zavallı yerliler silahımın gürültüsünden dehşete düşmüşlerdi, yüzlerindeki ifadeyi size kelimelerle anlatabilmem imkânsız; hatta bazıları öylesine korkmuştu ki, bayılarak ölü gibi yere serilmişlerdi; nihayetinde hayvanın ölerek suya gömüldüğünü ve benim de işaretlerimden herhangi bir sıkıntı olmadığını görünce hepsi kıyıya doğru yaklaştılar ve suya batmış olan hayvanı aramaya başladılar. Kanı yüzünden bulanıklaşan suyun içerisinden hayvanı yakalayarak bir halatı boynuna doladım ve ipin ucunu da dışarı sürüklemeleri için yerlilere attım, hayvanı kıyaya doğru sürüklediklerinde, parıldayan muhteşem benekleri, hayran bırakan güzelliğiyle bir leoparı havaya doğru kaldıran yerliler, bu hayvanı neyle öldürmüş olabileceğimi anlayabilmek için evirip, çeviriyorlardı.

Tüfeğin ateş alması ve çıkarmış olduğu büyük gürültüden dolayı diğer yaratık korkarak karaya doğru yüzmüş ve sonrasında da arkasına bile bakmadan geldikleri yöne doğru koşarak tepenin ardında ortadan kaybolmuştu, aramızdaki mesafeden dolayı ne tür bir hayvan olduğunu bile görememiştim. Zencilerin bu yaratığın etini yemeye ne kadar istekli olduğunu çabucak anlamıştım, bu yüzden de bize göstermiş oldukları iyiliklerini karşılıksız bırakmamak için hayvanı onlara bırakmaya karar verdim; alabileceklerini işaret ettiğimde çok sevinmişlerdi. Hemen hayvanın üzerinde çalışmaya başladılar, bıçakları ya da parçalayacak keskin aletleri olmasa da buldukları tahta parçasını bıçak niyetine kullanarak hayvanın derisini kolayca yüzerek çıkardılar. Etleri parçalamaya başladıklarında, bir parça da bize vermek istediler ancak tekliflerini kabul etmedim, sadece hayvanın postunu almak istediğimi işaret ettim onlara, dileğimi seve seve kabul ettiler ve beraberinde tam olarak neler olduklarını bilmediğim yiyeceklerinden de ilave ettiler. Daha sonra onlara biraz da suya ihtiyacım olduğunu göstermek için içi boşalmış testimi ters çevirerek onu doldurmak istediğimi gösterdim. Hemen arkadaşlarından bazılarını çağırdılar ve iki kadın koşarak geldi, ellerinde muhtemelen güneşte pişirerek hazırlamış oldukları büyük bir tekne vardı, aynı yiyeceklere yaptıkları gibi onu da kıyıya bıraktılar, Xury’i kıyıya gönderdim ve testilerimizin üçünü de böylece doldurabildik. Kadınlar da tıpkı erkekler gibi çıplaktı.

Artık yiyecek, kökler, mısırlar ve su açısından gayet zengindik ve dost canlısı yerlilerle vedalaşarak bu kıyıdan ayrıldık, on gün boyunca kıyıya yanaşmaya hiç gerek görmeden yolumuza devam ettik, sonunda yaklaşık üç dört mil ötede büyük bir kara parçasını görene kadar hiç durmadan ilerledik. Deniz o kadar sakindi ki bu kara parçasına yaklaşabilmek için oldukça büyük mesafeden denize açılmak zorunda kaldım. Uzun bir yol aldıktan sonra, kara parçasının arka kısmına dolaştığım sırada, karadan iki mil uzaklıkta denize doğru düz bir şekilde inen başka bir kara parçası gördüm; iyice inceledikten sonra bu kara parçasının Cape de Verde adaları olarak adlandırılan adalar olduğu sonucuna vardım, kesinlikle öyleydi. Ancak bu grup adası oldukça uzak mesafedeydi ve iki adadan hangisine gitmem gerektiğine bir türlü karar veremiyordum; çünkü tam bu süre zarfında sert bir rüzgâr çıkacak olsa her iki adaya da ulaşma olanağım olmayacaktı.

Bu ikilemli düşüncelere kapılarak dalgın hâlde kamaradan içeri girdim ve oturdum, Xury dümene geçmişti; birden çocuğun, “Efendi, efendi, yelkenli gemi!” diye bağırdığını duydum. Aptal çocuk patronum arkamızdan bir gemi göndererek bizi yakalamaya çalıştığını düşünmüş, korkudan aklı başından gitmişti ancak ben onların bize ulaşamayacakları kadar uzak bir mesafede olduğumuzu bildiğimden rahattım. Kamaradan dışarı fırladım ve sadece gemiyi görmekle kalmadım, aynı zamanda bir Portekiz gemisi olduğunu da anladım; ilk aklıma gelen şey onların zencilerle alışveriş yapmak üzere Gine kıyılarına gittikleri oldu. Ancak, çevirdikleri rotayı düzgünce gözlemledikten sonra, kısa süre içerisinde başka bir yöne doğru gittiklerini ve kıyıya yanaşmaya niyetleri olmadığını fark ettim; bunun üzerine onlarla konuşabilmek için mümkün olduğunca denizde açılarak onlara yaklaşmaya çalıştım.

Yelkenlerimi her ne kadar tam olarak fora etmiş olsam da, onlara bir işaret dahi veremeden geçip gideceklerini anlamıştım. Elimden geldiğince yüksek sesle bağırmaya çalıştım ve tam umutsuzluğa kapıldığım sırada, muhtemelen denizcilerden birinin dürbünle bizi keşfederek bir Avrupa teknesi olduğumuzu, kazazede olduğumu düşündüklerini ve beni fark ettiklerini anlamıştım; onlara daha rahat ulaşabilmemiz için yelkenlerinden bazılarını indirerek yavaşlamışlardı. Bundan cesaret alarak, patronumun gemideki eski sancağını direğe çekerek, onlara tehlike işareti verdim ve hepsi rahatça görebilsin diye bir el ateş ettim; daha sonrasında öğrendiğime göre silahın sesini duymamış ancak dumanı görmüşlerdi. Bu işaretlerin sonucunda yelkenlerini tamamen indirmişler ve beklemeye başlamışlardı; yaklaşık üç saatin sonunda onlara yetişmiştim.

 

Bana Portekizce, İspanyolca ve Fransızca olarak kim olduğumu sordular, ancak hiçbirini anlayamadım; en sonunda gemideki İskoç bir denizci benimle konuştu; ona bir İngiliz olduğumu, Sallee’deki Mağriplilerin elinden kölelikten kaçtığımı anlattım; bu anlattıklarım sonrasında durumuma üzülerek teknedeki tüm mallarımla birlikte beni gemiye aldılar.

İçine düşmüş olduğum neredeyse mutsuz ve umutsuz korkunç kölelik durumundan kurtulabileceğim için yaşamış olduğum sevincin büyüklüğünü anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalırdı; teknede bulunan tüm eşyalarımı kurtuluşumun şerefine kaptana hediye ettim. Ancak gayet mütevazı bir beyefendi olan kaptan, kibarca benden hiçbir şey alamayacağını söyledi, Brezilya’ya varır varmaz da tüm eşyalarımı eksiksiz olarak bana teslim edeceklerini açıkladı. “Çünkü…” dedi ciddi bir ifadeyle. “Bir gün gelir de ben de senin durumuna düşecek olursam, beni de kurtaracak biri olsun diye senden hiçbir karşılık beklemeden bunu yapıyorum. Ayrıca, şimdi senin elinde ne var ne yoksa hepsini alacak olursam, Brezilya’ya vardığımızda orada açlıktan ölürsün, bu da sonuç olarak kurtarmış olduğum canını geri almak olurdu. Hayır, hayır, Bay İngiliz adam, seni kesinlikle hiçbir karşılık beklemeden götüreceğim, bu eşyaların hepsini de indiğin zaman satabilir böylece hem ihtiyacın olan şeyleri alabilir, hem de tekrar ülkene geri dönmek için gerekli olan parayı sağlamış olursun.”

Bu teklifi gerçek anlamda sözde de kalmamış ve gerektiği şekilde eyleme de çevirmişti, gemideki adamlarına sahip olduğum hiçbir şeye dokunmamalarını emretti; sonra her şeyi, kendi mülkiyetine geçirerek üç toprak testimle birlikte eşyalarımın tüm listesini hazırlayıp bana verdi.

Tekneme gelince, durumu çok iyi olduğundan bunu kendi kullanımı için alacağını söyleyerek bunun karşılığında benim ne ücret talep ettiğimi sordu. Bana karşı büyük iyiliklerde bulunmuş olmasından dolayı, cömertliğine karşılık olarak tekneyi ona hediye etmek istediğimi söyledim. Bunun üzerine bana Brezilya’ya vardığımız zaman seksen adet sekizlik ödeme yapmak için bir senet yazacağını söyledi ve oraya vardığımızda herhangi biri daha fazlasını teklif edecek olursa bunu da karşılayacağına söz verdi. Ayrıca, yol arkadaşım Xury için de altmış adet sekizlik ödeme önerisinde bulundu; onu kaptana vermek istemediğimden değil ancak, bu zamana kadar bana hep sadık olan ve her zaman yardımcı olmaya çalışan zavallı çocuğun özgürlüğünü satmak konusunda istekli değildim. Bununla birlikte, hissettiklerimi kaptana anlattığımda düşüncelerimi destekleyerek, bana bu konuda çok uygun bir çözüm yolu önerdi: Çocuğa şayet Hristiyan olursa on yıl içerisinde onu özgür bırakacağına dair söz verdi; bu öneri Xury için de olumlu karşılanınca, kaptanın onu da almasına izin verdim.

Brezilya’ya kadar çok iyi bir yolculuk yaptık ve yaklaşık yirmi iki gün sonra Bay de Todoslos Santos ya da diğer adıyla Tüm Azizler Koyu’na vardık. Böylece hayatımın en sefil durumundan yine bir şekilde çıkmayı başarmıştım ve artık kendimle ilgili ne yapmam gerektiğini ciddi anlamda düşünmeliydim.

Kaptanın bana ne kadar yardımcı olduğunu, nasıl cömert davrandığını hiçbir kelimenin anlatmaya asla yetmeyeceğini düşünüyorum. Yolculuk konusunda benden hiçbir ücret talep etmemesinin yanı sıra teknemdeki leopar deri için yirmi, kaplan derisi için kırk dört dukalık bir ödeme yaptı, ayrıca gemideki bütün eşyalarımı da bana eksiksiz şekilde geri verdirdi. Şişe kasaları, iki tüfek ve şamdan yapmak için bir kısmını kullanmış olduğum bal mumundan kalanı ve satmak istediğim ne varsa hepsini kendisi satın aldı; tek bir cümleyle açıklamam gerekirse, kaptan tüm yükümü iki yüz yirmi adet sekizlik karşılığında benden aldı, böylece cebimde ganimetim Brezilya kıyılarına ulaşmıştım.

Varışımızdan kısa bir süre sonra kaptan, tıpkı kendisi gibi dürüst bir adam olan, Ingenio2 dedikleri şeker kamışı yetiştiricisi bir arkadaşına önerdi. Bir süre boyunca bu adamın yanında kaldım ve bu süre zarfında şeker kamışı yetiştiriciliğini öğrendim. Şayet burada kalmak için gerekli izinlerimi alabilirsem, şeker kamışı üreticilerinin nasıl hızlı bir şekilde zengin olduklarını görünce, kendimi daha fazla geliştirerek şeker kamışı yetiştiricisi olmaya karar vermiştim; bu sırada Londra’da kalmış olan paramı getirtmek için yollar aramaya da başlamıştım. Bu amaçla, burada vatandaşlığa kabul edilebilmem için gerekli olan evrakları düzenleyerek yurttaşlık belgesini elde ettim, hemen sonrasında elimdeki ganimetimle henüz işlenmemiş bir araziyi satın aldım ve İngiltere’den gelecek olan parayı hesaba katarak kendi açımdan en faydalı olacak üretim ve yerleşim planımı oluşturdum.

İngiliz ebeveynleri olan, Lizbon’dan gelme Portekizli, tıpkı benim durumumda olan bir komşum vardı. Ona komşum diyorum, çünkü çiftliği hemen benim arazimin yanındaydı ve bu sayede de sık sık görüşme olanağı bulabiliyorduk. Benim gibi onun da parası çok azdı ve iki yıl boyunca her ikimiz de sadece kendi ekmeğimizi kazanacak kadar bir şeyler ekebildik. Ancak zaman içerisinde topraklarımız düzene girmeye ve gelirimiz artmaya başladı; böylece üçüncü yıl biraz tütün ektik ve her birimiz önümüzdeki sene için biraz daha fazla şeker kamışı ekebilmek için arazilerimizi genişlettik. Fakat her ikimizin de yardıma ihtiyacı vardı ve işte o zaman sevgili yol arkadaşım Xury’den ayrılarak ne kadar büyük bir yanlış yaptığımı anladım.

Yapılacak hiçbir şey yoktu, her zamanki gibi yanlış yapmak benim karakterimin artık vazgeçilmez bir özelliği hâline gelmişti. Devam etmekten başka çarem yoktu; babamın huzurlu evini terk ederek, verdiği hiçbir nasihati dikkate almayarak, sadece hayalini kurduğum bir yola çıkmış, onların yanında mutlu yaşamak yerine, yeteneklerimden çok uzak düşen bir işe girişmiştim. Hayır, kesinlikle hayalini kurduğum hayat bu değildi, babamın nasihatlerini dinleyerek orta hâlli bir yaşamı benimsemiş olsaydım, hem kendi vatanımda kalabilirdim hem de kendimi böylesine hiç bilmediğim topraklarda mahvetmez, aşağı tabakanın tepesine düşmezdim. Ayrıca bu yaptığım işin aynısını ne yaptığım ya da ne durumda olduğum konusunda hiç kimseye ulaştıramayacağım yabancı topraklarda değil, İngiltere’de dostlarımın ve ailemin yanında gayet iyi yapabilirdim diye düşünmekten kendimi alamıyordum.

Bu yüzden de düşmüş olduğum bu sefil duruma son derece büyük bir pişmanlıkla bakıyordum. Sadece yan arazideki komşum haricinde konuşacak kimsem yoktu; her türlü işimi tek başıma halletmek zorundaydım; kendimi tıpkı ıssız bir adaya düşmüş, yalnız başına hayatta kalmak zorunda kalan bir adam gibi hissediyordum. Ancak hak ettiğimi yaşıyordum işte, insan yaşadığı koşulları daha kötü durumlarla karşılaştırdığında nasıl Tanrı’dan bir değişiklik diliyorsa yaşamış olduğu acı deneyimlerin sonrasında eski hayatının ne kadar mutlu olduğunu da çok daha iyi anlayabiliyordu. Kendimi ıssız bir adadaymış gibi gördüğüm, hakikaten haksızlıklarla karşılaştığım ve yaşadığım tam anlamıyla gerçek yalnızlığım, eski hayatımın mutluluğunu, zenginliğini ve huzurunu şimdi nasıl da yüzüme bir tokat gibi vuruyordu.

Yolculuğum boyunca bana destek olan ve hayatımı kurtaran dürüst dostum kaptanın geri dönmesinden önce, arazimin ekimi konusunda oldukça iyi ilerleme kaydedebilmiştim -çünkü gemisinin yük alması, yola çıkabilmek için gerekli hazırlıkları yapabilmesi için neredeyse üç ay boyunca orada kalmıştı- ve geride Londra’da bıraktığım küçük ganimetimden ona bahsettiğinde bana yine her zamanki gibi samimi ve dürüst bir öneride bulundu. “Senyor Inglese!” dedi bana (her zaman bana böyle hitap ederdi). “Londra’da paranı emanet etmiş olduğun kişiye bir mektup yazarak paran karşılığında burada satabileceğin malları ayarlamasını ve Lizbon’da benim söyleyeceğim kişiye onları göndermesini söylersen, yollayacağı tüm malları geri dönüşümde Tanrı’nın da izniyle mutlak suretle sana ulaştırırım. Ancak sen de bilirsin yolda insanın başına bin türlü şey gelebilir, bu yüzden de mektubu yazacağın kişiye bu seferlik sadece paranın yarısı karşılığında yüz sterlinlik mal göndermesini söyleyerek olası tehlikelere karşı önlem almanı öneririm, böylece güvenli bir şekilde teslimatı yapmayı başarırsam bir sonraki yolculukta da diğer yarısını getiririm.”

Bu gerçekten de çok makul bir öneriydi ve öyle içtenlikle söylenmiş sözlerdi ki, alabileceğim en iyi kararın bu olabileceği konusunda ikna olmuştum; böylece paramı emanet ettiğim hanımefendiye gerekli olan mektubu yazdım ve Portekizli kaptan için de ihtiyacı olacak vekâleti verdim.

Ölen İngiliz kaptanın karısına oldukça uzun bir mektup yazarak, ona başımdan geçen bütün macerayı, köleliğimi, kaçışımı, Portekizli kaptanla nasıl tanıştığımı, beni nasıl kurtardığını, insanca davranışlarını ve şu anda ne durumda olduğumu anlatarak, mektubun sonuna da parayı nasıl göndermesi gerektiğine dair bilgileri ilave ettim ve dürüst dostum kaptan, Lizbon’a vardığında orada karşısına çıkan bazı İngiliz iş adamlarına hakkımdaki tüm bilgileri Londra’daki bir tüccara iletmeleri için detaylıca anlatmış ve mektubu onlara teslim etmiş. Tüccar ise hiç vakit kaybetmeden öğrenmiş olduğu tüm bilgileri eksiksiz şekilde kaptanın dul eşine anlatarak mektubumu ona ulaştırmıştı; öğrendiklerinden fazlasıyla etkilenen kadın, Portekizli kaptana bana karşı göstermiş olduğu cömert davranışlarından dolayı kendi adına güzel bir armağanın yanı sıra paramı da teslim etmişti.

Londralı tüccar tıpkı kaptanın ona sipariş ettiği gibi, almış olduğu yüz sterlin ile İngiliz mallarından almış, onları doğrudan Lizbon’a yollamış ve kaptan da güvenli bir şekilde Brezilya’ya bana ulaştırılmasını sağlamıştı. Bu arada cömert dostum kaptan, alınan eşyaların arasında (o sıralar uğraştığım işimde düşünmek için çok genç olduğumdan), ekili arazim için gerekli ve benim açımdan çok faydalı olacağını fark ettiğim her türlü alet, demir malzemeler ve takımları da almaya özen göstermişti.

Siparişlerim sonunda elime ulaştığında, artık her şeyin üstesinden gelebileceğimi düşünmeye başlamış, sevinçten şaşkına dönmüştüm. Sevgili kaptan dostum ona hediye olarak dul kadının göndermiş olduğu beş sterlin karşılığında, bana yardımcı olması ve yanımda altı yıl boyunca çalışmasını sağlayacak ödemeyi yaparak bir de hizmetçi tutmuş, onu da yanında getirmişti ve ne kadar uğraşırsam uğraşayım bunun karşılığında sadece kendi küçük arazime ekmiş olduğum ufak miktarda tütünden alması için onu güçlükle ikna edebilmiştim.

Hepsi bu kadar da değildi; getirmiş olduğu mallar buralarda oldukça yüksek fiyata satabileceğim ve çok aranan kıyafetler, kumaşlar ve İngiliz yapımı eşyalardan oluşuyordu. Dostumun sayesinde bu mallardan oldukça yüksek kazanç elde edebilmiştim; böylece ilk gelen malların değerinin dört katından daha fazlasına sahip olmayı başarmış ve kazancım sayesinde arazimi daha da fazla genişleterek zavallı komşumu epeyce geçmiştim -demek istediğim bu kazanç sayesinde ekili alanlarımı çok daha fazla mahsul alabileceğim şekilde düzeltebilmiştim; elde ettiğim kazançla ilk iş olarak kendime bir zenci köle ve Avrupalı bir uşak tuttum- yani kaptanın Lizbon’dan yanında getirdiği hizmetçi dışında, başka bir uşak daha tuttum demek istiyorum.

Ancak suistimal edilen bir mutluluk, çoğu zaman en büyük sıkıntılara sebebiyet verirdi ve bu durum benim için de aynen öyle gelişti. Ertesi yıl ekili arazimden büyük başarı elde ettim: komşulara destek olabilmek için ayırmış olduğum mahsulün haricinde, topraklarımdan elli büyük balya tütün daha elde ettim; her biri yüz kilo gelen bu elli balyayı da gayet iyi şekilde hazırlatarak Lizbon’dan gelecek filonun dönüşüne kadar güzelce depoladım. İşlerim ve zenginliğim her geçen gün arttıkça, kafam gerçek anlamda çoğu deneyimli iş adamının bile mahvolmasına sebebiyet verebilecek, ulaşamayacağım ve hatta beni bir felakete sürükleyebilecek projelerle dolmaya başlamıştı. Şu anda bulunduğum konumda hayatıma devam etmiş olsaydım, aslında babamın baştan bu yana bana öğütlemiş olduğu mutlu ve huzurlu orta hâlli yaşantımı sağlamış olacak, gayet refah içinde hayatımı idame ettirebilecektim. Ancak yine başıma gelen farklı şeyler yüzünden, her zaman yaptığım gibi kendi sefaletimi yine kendi ellerimle hazırlamıştım. Özellikle de vermiş olduğum yanlış kararlar yüzünden gelecekte başıma gelecek tüm sıkıntılar ve üzüntülerimi daha da fazla arttırmak için sanki elimden geleni yapmıştım. Başka ülkeleri görme hevesim, yurt dışında aptalca dolaşma eğilimim yine depreşmiş ve böylece her şeyi yine mahvetmeyi başarmıştım; bulunduğum yerde rahat hayat bana batmış, Tanrı’nın ve doğanın bana cömertçe sunmuş olduğu nimetleri bir kere daha elimin tersiyle itmiştim.

 

Bir zamanlar ailemin yanında mutlu mesut yaşarken yaptığım gibi, şimdi yine hayatın doğal akışının gerektirdiğinden daha kısa süre içerisinde zengin olmak ve mutlu bir adam olarak hayatımı yaşayabileceğim çiftliğimi arkamda bırakarak boş hayallerin peşinde koşmak için kendimi felaketim olacak en derin uçurumların kucağına bırakmıştım.

O zaman şimdi yaşadığım bu macera dolu hikâyenin daha ince ayrıntılarına girelim. Brezilya’da neredeyse dört yıl yaşadıktan ve arazilerim üzerinde oldukça büyük gelişme ve başarı sağladıktan sonra, sadece bu bölgenin dilini öğrenmekle kalmamış, aynı zamanda komşu çiftliklerden güzel arkadaşlar edinmiş ve St. Salvador Limanı’ndan birçok tüccarla da tanışma olanağı bulabilmiştim. Onlarla sohbet etme fırsatı bulduğum zamanlarda, Gine kıyılarına yapmış olduğum iki yolculuktan, orada zencilerle yaptığım ticaretten, boncuk, oyuncak, bıçak, makas, balta, cam parçaları ve benzerleri gibi küçük eşyalar haricinde, o bölgelerden altın tozu, fildişi, Gine baharatları ve Brezilya’da çalıştırılmak üzere nasıl birçok zenci kölenin dahi nasıl alınabileceğinden bahsetmiştim.

Hepsi bu sözlerimi her zaman çok dikkatli bir şekilde dinlemişti, ama o zamanlar zencilerin köle ticareti henüz daha yoğun bir şekilde yapılamıyor, sadece İspanya ve Portekiz krallarının izniyle az sayıda köle ülke sınırlarına sokulabiliyor ve onlar da halka çok yüksek fiyatlara satılabiliyordu.

Bazı tüccarlar ve çiftçilerle birlikte olduğum bir gün, onlara bu konu hakkında çok ciddi bilgi vermiştim, ertesi gün içlerinden üçü yeniden yanıma gelerek, anlattıklarımla fazlasıyla ilgilendiklerini söyleyerek, bana bu konuda gizli bir teklifte bulunmak istediklerini belirttiler. Bu durumun aramızda kalması konusunda tekrar uyarıda bulunarak, Gine’ye gitmek üzere bir gemi hazırladıklarını anlattılar. Benim gibi onlar da toprak sahibiydi ve tarlalarında çalışacak ırgat bulmada çektikleri sıkıntıyı başka hiçbir konuda çekmiyorlardı; sonuç olarak köle ticareti yapılmasına müsaade edilmediğinden ve halka açık bir şekilde satışı yasak olduğundan, tek seferlik bir yolculuk yapmak istediklerini, böylece dönüşlerinde gizlice ülkeye zenci getireceklerini ve onları kendi topraklarında çalışmaları için çiftçiler arasında bölüşeceklerini açıkladılar. Bütün bunları bana anlatmalarının tek sebebi ise, bu yolculuğa yük sorumlusu olarak çıkmamı ve Gine kıyılarındaki ticareti yönetmemi istemeleriydi; bunun karşılığında benden herhangi bir bedel talep etmeden tıpkı kendileri gibi eşit oranda pay almamı öneriyorlardı.

İtiraf etmem gerekir ki, bu gerçekten adil bir öneriydi; ayrıca kendine yeni bir düzen kurmaya çalışan ve henüz tam anlamıyla bir çiftlik kurmayı başaramamış bir kişi için de çok iyi kazanç sağlaması açısından bulunmaz bir fırsattı. Ancak ben düzenimi gayet iyi kurmuştum ve başladığım gibi çalışmaya devam edecek ve İngiltere’de kalan yüz sterlinimi de getirtecek olursam üç ya da dört yıl boyunca rahat bir şekilde yaşamam için önümde hiçbir engelim kalmıyordu. Geride kalan paramı da aldıktan sonra, ürünlerimden üç ya da dört bin sterlinlik bir varlığa sahip olabilecektim; kısacası benim konumumdaki bir kişinin böyle bir yolculuğa çıkması, hayatı boyunca verebileceği en saçma karar olurdu.

Ama ben, tamamen kendimi mahvetmek üzere doğmuş olan bir kişiydim, zamanında babamın vermiş olduğu nasihatleri dinlemeyerek kendimi sadece boş bir hevesten ibaret olan bir maceranın kollarına bıraktığım gibi, bu teklife de karşı koyacak iradeyi gösteremedim. Kısaca belirtmem gerekirse, yokluğumda arazilerime bakmayı ve başıma bir iş gelecek olursa topraklarımı onlara vermiş olduğum talimatlar doğrultusunda ilerletmeye devam etmeyi kabul edecek olurlarsa tüm kalbimle bu yolculuğa çıkmaya hazır olduğumu söyledim. Bunların hepsini kesinlikle yapacaklarına söz verdiler ve hatta bu konuda yazılı olarak bir sözleşme bile hazırladılar. Şayet ölecek olursam, geride kalan mal varlığımı mirasçım olarak hayatımı kurtaran geminin kaptanına bıraktığımı belirttiğim bir vasiyetname hazırladım ve mallarımın yarısını kendisi için almasını ve diğer yarısını da İngiltere’ye göndermesini istediğimi yazdım.

Kısacası, başıma bir iş gelecek olursa çiftliğimin menfaatlerinin korunması ve üretimin devam etmesini sağlamak adına mümkün olabilecek tüm önlemleri almıştım. Çiftliğime ve mal varlığıma karşı göstermiş olduğum ihtiyatlı davranışın yarısını kendi menfaatlerimi korumak için göstermiş ve yapmamam gereken ve yapmam gerekenler konusunda gerektiği gibi doğru kararları alabilmiş olsaydım, bu denli başarılı yürütmüş olduğum işimi bir hiç uğruna geride bırakarak böylesine bir deniz yolculuğuna çıkmazdım. Başıma gelebilecek onca talihsizliği ve denizde karşılaşabileceğim tüm tehlikeleri göze almamış olurdum.

Ancak bu yolculuğu yapmayı kafama koymuştum bir kere ve mantığımı dinlemek yerine yine körü körüne hayallerimin peşinden koşmaya başlamıştım. Böylece yola çıkacak geminin hazırlıkları tamamlanmış, yükleme bitmiş, yapmış olduğumuz antlaşma doğrultusunda her şey ortaklarım tarafından sağlanmıştı. Sonunda, 1 Eylül 1659 tarihinde, uğursuz bir saatte, bir zamanlar anne ve babama karşı isyankâr davranışlar gösterip, büyük bir aptallık yaparak hiç uğruna Hull’den çıkmış olduğum yolculuğun yıl dönümünde, yeniden denizlere açılmak için gemiye bindim.

Gemimiz yaklaşık olarak yüz yirmi ton ağırlıktaydı, gemide benim dışımda, altı top ve on dört denizcinin yanı sıra kaptan, kaptanın uşağı yerlerini almıştı. Boncuk, camdan malzemeler, mermiler ve diğer ufak tefek parçalar ve özellikle zencilerle yapacağımız ticarette kullanılmak üzere küçük aynalar, bıçaklar, makaslar ve baltaların haricinde gemide başka büyük yükümüz yoktu.

Gemiye bindiğim gün yola çıktık, yelkenler fora edilip bulunduğumuz kıyıdan kuzeye doğru yol almaya başladık, Afrika sahilleri bulunduğumuz konumdan on ila on iki derece kuzey enlemlerinden geçiyordu. St. Augustino Burnu açıklarına ulaşana dek hava çok güzeldi, ancak ilerlediğimiz kıyı şeridi boyunca sıcaklık giderek artarak bunaltıcı seviyeye ulaşmıştı. Burunu geçtikten sonra kıyıdan uzaklaşarak, kısa süre sonra kara manzaramızı tamamen kaybettik ve Fernando de Noronho Adası’na doğru yönümüzü doğuya yönelterek, poyraz rüzgârını arkamıza aldık. Bu rota üzerinde on iki gün boyunca ilerleyerek Ekvator’u geçtik ve son gözlemlerimize göre yedi derece yirmi iki dakika kuzey enleminde yolumuza devam ettiğimiz sırada birden kendimizi şiddetli bir kasırga ve fırtınanın içinde bulduk. Fırtına ilk olarak güneydoğu yönünden patlak verdi, sonra yönünü değiştirip kuzeybatıya yöneldi ve en sonunda kuzeydoğu yönünde poyraza dönüştü. O kadar korkunç bir fırtınaydı ki, on iki gün boyunca kendimizi şiddetli rüzgârın kollarına bırakmaktan, kaderimizi fırtınayı yönlendiren azgın rüzgârın sürüklemesine izin vermekten başka hiçbir şey yapamadık. Geçen on iki gün boyunca sürekli olarak denizin bizi yutup yok edeceğini düşünmekten başka hiçbir şey yapamadığımı söylemem sanırım gereksiz olacaktır, aslında o anda gemide hiç kimse hayatını bile kurtarabilmeyi beklemiyordu.

Fırtınanın dehşetinin yanı sıra, yaşamış olduğumuz korku ve düşmüş olduğumuz umutsuzluktan dolayı adamlarımızdan biri beyin hummasından ölmüş, başka bir adamımız ve kamarot da denize düşerek kaybolmuştu. On ikinci gün hava biraz olsun sakinleşmeye başlamıştı, kaptan elinden geldiğince bulunduğumuz konumu gözlemlemeye çalıştı ve on bir derece kuzey enlemi civarlarında bulunduğumuzu, ancak St. Augustino Burnu’nun yirmi iki boylam derecesi batısında olduğumuzu tespit etti. Böylece Guiana sahilleri ya da Brezilya’nın kuzey kısmında, Amazon Nehri’nin ötesinde genellikle büyük nehir olarak adlandırılan Orinoco Nehri’nin doğusunda olduğumuzu anladı. Fırtına yüzünden gemimiz fazlasıyla hırpalanmış ve bazı kısımlarından su almaya başlamıştı, kaptan bu konuda ne yapması gerektiğini bana danışıyordu, onun fikrine göre doğrudan Brezilya kıyılarına geri dönmek en mantıklı yol olacaktı.

2Şeker kamışı üretim çiftliği olan kişi.
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»