Robinson Crusoe

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

“Neden efendim?” dedim ona. “Siz bir daha denize dönmeyecek misiniz?”



“Bu başka bir durum.” dedi bana. “Denizcilik benim mesleğim ve bu yüzden de asli görevim; ancak sen bu yolculuğa sadece kendini sınamak için çıktıysan, Tanrı’nın sana ileride başına neler gelebileceğine dair bir örnek verdiğini kabul etmelisin. Belki de Tarşuş’un gemisindeki Yunus gibi, bütün bunlar da senin yüzünden başımıza gelmiş olabilir. Tanrı’m!” diye üzgün bir ifadeyle konuşmasına devam etti. “Nasıl birisin sen, neden böyle bir deniz yolculuğuna çıktın ki?”



Bunun üzerine kendi hikâyemi ona anlattım; sonunda konuşmam bittiğinde adam korkunç bir öfkeyle bana patladı:



“Tanrı’m ben sana ne yaptım da gemime böyle bir yaratığı göndererek beni cezalandırdın?” diye haykırdı. “Bundan sonra senin ayağını attığın bir gemiye, üzerine para verseler dahi asla binmeyeceğim.”



Adamın yaşamış olduğu kaybından dolayı fazlasıyla acı çektiğini ve bu yüzden de sarf ettiği kelimeleri kontrol edemediğini düşünüyordum. Ancak bir süre sonra öfkesini kontrol altına almıştı, böylece ciddi bir ifadeyle benimle konuşmaya başladı, bana hiç vakit kaybetmeden babamın yanına geri dönmem gerektiğini, Tanrı’nın lanetini üzerime çekerek daha fazla başımı belaya sokmamamı nasihat etti.



“Ve genç adam…” dedi sonra. “Şayet babanın sözünü dinlemeyerek geri dönmeyecek olursan; nereye gidersen git onun sözleri yerine gelene kadar felaketler senin peşini bırakmayacak ve hayatın boyunca hayal kırıklıklarından başka hiçbir şeyle karşılaşmayacaksın.”



Bu konuşmanın ardından kısa süre sonra ayrıldık; ona bu konuda pek karşılık vermedim, zaten daha sonrasında da bir daha görmedim, başına ne geldi, nereye gitti bilmiyordum. Bana gelince, cebimde çok az param olduğundan kara yoluyla Londra’ya geçtim; bütün yolculuk boyunca doğrudan evime mi gitsem yoksa yeniden kendimi denizlere mi atsam diye düşünerek kendimle mücadele ettim.



Eve dönmemi engelleyen en büyük etken, yapmış olduklarım karşısında duyacağım büyük utançtı. Sadece annem ve babama karşı utanç duymayacaktım, komşularımız arasında da alay meselesi olacak, böylece etrafımdaki herkesten utanmak zorunda kalacaktım. Evden ayrıldığım günden bu yana insanları gözlemleme fırsatım olmuştu, ne kadar uygunsuz olursa olsun, ne kadar mantıksızca davranılırsa davranılsın genç bir delikanlının o dönemlerde hatasını anlayıp tövbe etmesi ve pişmanlık duyması durumunda kimsenin buna anlayış göstermeyeceğini biliyordum. Onlara göre işlediği suçtan utanmayan bir kişinin sonrasında duyduğu pişmanlık, insanı aptalca gösterecek bir davranışta bulunmaktan sıkılmazken o davranıştan sonra utanması ve vicdan azabı duymasına benzer bir şekilde bilgece davranış olarak görülmeyecekti.



Bu düşüncelerle mücadele ettiğim sırada, ileride ne yapmam ve nasıl bir yol izlemem gerektiği konusunda kendime bir yön çizemediğimden, bir süre yaşamımı aynı konumumda sürdürdüm. Eve geri dönme konusunda engelleyemediğim isteksizlik duygusu sürmeye devam ediyordu; zaman geçtikçe yaşamış olduğum amansız tehlikelerin izleri de yavaş yavaş silinmeye başlamış, az da olsa eve dönmek için duyduğum isteğim de onlarla birlikte kaybolmuştu, en sonunda da bu düşüncelerimin hepsini bir kenara bırakarak yolculuğa hazır olduğuma karar vermiştim.



II. BÖLÜM

ESARET VE KAÇIŞ

O zamanlar beni evimden kopararak uzaklara sürükleyen para kazanmak için duyduğum vahşice tutkularım, hiçbir şeyi umursamadan babamın tüm güzel öğütlerine, yalvarmalarına ve buyruklarına sırtımı dönmemi sağlayan, beni tamamen hâkimiyeti altına alan bu uğursuz etki; beni şimdi Afrika kıyılarına, gemicilerin kaba deyimiyle Gine’ye giden bir gemiye binmem için zorluyordu.



Bütün bu maceralarım esnasında yapmış olduğum en büyük hatam, bu yolculuklara asla bir denizci olarak gitmeyişimdi. Belki yolculuk boyunca çok daha fazla çalışmak zorunda kalabilirdim ancak bu sayede, zaman içerisinde kendimi geliştirerek bir güverte lostromosunun bilgi ve deneyimine sahip olabilir, çok daha fazla çalışarak günün birinde kazanmış olduğum deneyimlerimle belki yardımcı kaptan ya da bir kaptan görevine bile yükselebilirdim. Ama daha kötüsünü seçmek her zaman kaderim olduğundan, bu noktada da farklı davranmadım; cebimde param, sırtımda kaliteli kıyafetlerimle, gemiye saygın bir beyefendi edasıyla bindim; böylece bu yolculuğum boyunca da ne herhangi bir işte çalıştım, ne de herhangi bir şeyi öğrenmek için çaba sarf ettim.



Londra’da iyi bir arkadaş çevresine düşmüş olmaktan dolayı şanslıydım; bu da o zamanlar benim gibi etrafta avare şekilde dolaşan delikanlıların başına nadiren gelebilecek bir mutluluktu; benim gibi başıboş dolaşan delikanlılara şeytan türlü tuzaklarını hazırlamayı ihmal etmezdi; ancak bu durum benim için söz konusu olmamıştı. İlk olarak daha önce Gine kıyılarına yolculuk yapmış ve orada çok başarılı işlere imza atmış, bu yüzden de tekrar oraya gitmeye karar vermiş bir kaptanla tanışmıştım. Kaptanın konuşmaları öylesine süslü ve gösterişliydi ki, benim yaşımdaki bir delikanlıyla sohbet etmekten bile hoşlanmıştı, ona amacımın gezerek dünyayı görmek olduğunu söylediğimde, bana kendisi ile birlikte yolculuk yapacak olursam, masrafım olmayacağını belirtti. Ona yol arkadaşlığı edebileceğimi, yanımda getirebileceğim bazı ticari eşyalar olursa onların satışını yapabileceğimi ve belki de bu sayede gayet güzel bir kazanç elde edebileceğimi açıkladı.



Teklifi kabul ettim; dürüst, açık sözlü bir adam olan bu kaptanla sıkı bir dostluğa girerek onunla birlikte yolculuğa çıktım ve gerçekten de yanıma almış olduğum bazı ticari malları satarak onun desteğiyle gayet iyi para kazanmıştım; kaptanın önerileri üzerine yanıma yaklaşık kırk poundluk oyuncak ve bu türde birkaç malzeme almıştım. Bu kırk pound ise akrabalarımla yapmış olduğum son yazışmalar neticesinde bana destek olmak amacıyla gönderilmişti; muhtemelen annem ya da babamı bir şekilde kandırmayı başararak ilk yolculuğumda bana bu şekilde yardımcı olmak istemişlerdi.



Yaşadığım tüm maceralarım arasında başarılı geçen tek yolculuğum bu olmuştu diyebilirim, bunu da elbette kaptan arkadaşımın iyiliğine ve dürüstlüğüne borçluydum. Onun verdiği bilgiler sayesinde matematik ve gemicilik kuralları hakkında sağlam bilgilere sahip olmuş, geminin rotasının nasıl hesaplanacağını, nasıl gözlem yapıldığını, kısacası bir denizcinin bilmesi ve anlaması gereken bazı şeyleri onun yardımıyla öğrenmiştim. Bana ders vermekten çok zevk alıyor, ben de ondan bilgi aldığım için mutlu oluyordum; başka bir şekilde ifade etmem gerekirse onun sayesinde, bu yolculuk beni hem denizci hem de tüccar yapmıştı. Bu yolculuğun dönüşünde yanımda yaklaşık olarak iki buçuk kilo altın tozu getirmiştim, Londra’da bunun karşılığında neredeyse üç yüz pound almıştım; işte tüm düşüncelerimi değiştirerek, aşırı bir tutkuyla para kazanma hırsı da ilk defa o zaman gözümü karartarak yola devam etmem gerektiği konusunda bir saplantı hâline gelmişti.



Bu yolculuğumda bile yaşadığım bazı talihsizlikler olmuştu; özellikle de iklimin aşırı sıcak olmasından dolayı çok şiddetli bir beyin hummasına yakalanmıştım; başlıca ticaretimizi gerçekleştirdiğimiz kıyı, ekvatorun on beş derece kuzey enlemi üzerinde bulunuyordu.



Artık bir Gine tüccarı olmak üzereydim; çok büyük talihsizlik neticesinde arkadaşım bu yolculuktan döndükten kısa süre sonra öldü, bense aynı yolculuğu yeniden yapmaya karar vermiştim ve yine aynı gemiye bindim, ilk seferinde yardımcı kaptan olan kişi, şimdi kaptanlık görevine getirilmişti. Muhtemelen benden başka hiç kimse o güne kadar böylesine kötü ve talihsiz bir yolculuk yaşamamıştır; zira yola çıkarken kazanmış olduğum paranın yüz poundunu yanıma almış ve geri kalanını ölen yakın arkadaşımın dul eşine bırakmıştım; yola çıktığımız andan itibaren de çok feci talihsizlikler yaşamak zorunda kalmıştım. Başıma gelen ilk talihsizlik; sabah daha şafak sökmeden, gemimiz Kanarya Adaları’na doğru yol alırken daha doğrusu bu adalar ve Afrika kıyıları arasında; Sallee Limanı’ndan çıkan bir Türk korsan gemisinin tüm yelkenlerini açarak peşimize düşmüş olmasıydı. Biz de onlardan kaçabilmek için direklerimizin yüklenebileceği kadar yelkenlerimizi tam olarak açmıştık; ancak korsanlar bizden çok daha hızlı yol aldıklarından, birkaç saat içerisinde bize yetişebileceklerini görünce savaşa hazırlanmak zorunda kaldık; gemimizde on iki, korsanların gemisinde ise on sekiz top vardı. Öğleden sonra saat üç gibi bize ulaşmışlardı ve gemimize arka tarafından binmek isterlerken alabandadan saldırmışlardı, hemen el birliğiyle toplarımızdan sekizini o tarafa doğru yerleştirdik ve hepsini aynı anda ateşledik, bu hamlemizle bizden biraz uzaklaşmış olsalar da kısa süre sonra bize karşı top atışıyla karşılık vermiş ve bu esnada gemilerinde bulunan yaklaşık iki yüz adam ellerindeki silahları da ateşlemişti. Neyse ki bütün adamlarımız o sırada kendilerini siperlerde tuttukları için saldırıdan hiçbirimiz yara almadan kurtulmuştuk. Onlar bize tekrar saldırmaya, bizse kendimizi savunmaya hazır durumdaydık. Ancak biz kendimizi diğer hamlelerine hazırladığımız sırada, onların altmış adamı alabandanın diğer tarafından yaklaşarak gemimize bindiler ve hemen güvertemizdeki armalarımızı kesmeye ve ellerine geçirdikleri her şeyi parçalamaya başladılar. Silahlarımızla onlara karşılık verdik; saçmayla, süngüyle, yumruklarımızla onlara karşı savaştık ve güvertemizi iki kez onların bedenleriyle temizledik. Maceramızın bu hüzünlü bölümünü kısa geçersek, bütün bu mücadelenin sonunda gemimiz kullanılmaz hâle gelmiş ve adamlarımızdan üçü ölmüş, sekizi yaralanmıştı, böylece pes etmek zorunda kalmıştık; hepimiz esir alınarak Mağriplilere ait bir liman olan Sallee’ye götürüldük.



Orada, adamların bana karşı tutumu, beklediğim kadar korkunç olmadı; diğer adamlarımızı götürdükleri gibi beni imparatorun sarayına götürmediler, genç, çevik ve işlerine yarayacak kadar uyanık olduğumdan korsan gemisinin kaptanı beni kendisine ayırdı. Bir tüccardan sefil bir köle hâline düşmekle yaşadığım korkunç değişiklik beni mahvetmişti. Yine babamın düşeceğim kötü durumlar hakkındaki söyledikleri aklıma geliyordu, perişan olacağımı, kimsenin bana yardım etmeyeceğini, sanki her şeyi önceden görmüş gibi bana söyleyişini hatırlıyordum, bundan daha kötü bir duruma düşemeyeceğimi düşünüyordum ve babam yine haklı çıkmıştı. Artık Tanrı’nın gazabına uğramıştım ve ne yazık ki hiçbir şekilde kurtuluş umudum da yoktu! Ancak bununla da kalmayacaktı, hikâyenin devamında yaşayacaklarım görüleceği üzere bu yaşadıklarımın yanında hiç kalacaktı.

 



Yeni patronum ya da efendim beni kendi evine götürdüğünden, tekrar denizlere dönerek korsanlık yapmaya devam edeceğim günü beklemeye başlamıştım, böylece beni de yanına alacağını tekrar bir saldırıda bulunacağı zaman bir İspanyol ya da Portekiz savaş gemisine yakalanacak olursak, özgürlüğüme kavuşabileceğimi umuyordum. Ancak bu umudum da kısa süre içinde elimden alındı; çünkü denize açıldığı zamanlarda küçük bahçesine bakmam ya da diğer köleler ile evin başka işlerini halletmem için beni karada bırakarak tüm angarya işleri üzerime yıkıyordu; tekrar geri döndüğünde gemide yapılacak işleri halletmem için beni kamarasında yatırıyordu.



Buradan kaçmaktan başka bir şey düşünemez olmuştum, aklıma bin türlü fikir geliyordu ancak hangisinin en uygun olacağına bir türlü karar veremiyordum; çünkü planladığım kaçış yollarında bana destek olabilecek etrafımda ne bir İngiliz, ne İrlandalı ne de İskoç tek bir köle dahi yoktu. Böylece iki yıl boyunca kaçış planımı sadece hayal ederek kölelik hayatımı devam ettirdim; ancak bu süre zarfında hiçbir şekilde kaçmak için en ufak bir fırsat dahi yakalayamadım.



Yaklaşık iki yıl sonra, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan tuhaf bir fırsat sayesinde, kaçmak ve özgür kalmak için yeniden planlar yapmaya başladım. Maddi açıdan sıkıntıda olduğunu duyduğum patronum, gemisine gerekli bakımı yaptıramadığından bu sefer çok daha uzun süreliğine karada kalmıştı. Haftada bir ya da iki kez, kimi zaman çok daha sık, havalar el verdiği sürece geminin sandalını alarak balığa çıkıyordu. Sandalın küreklerini çekmemiz için de her zaman beni ve Maresco’yu yanında götürüyordu, ikimiz onu hem çok eğlendiriyorduk hem de balık tutma konusunda oldukça maharetli olduğum için benim varlığımdan çok mutlu oluyordu. Kimi zaman beni akrabalarından biri olan bir Arap’la ve Maresco ile birlikte onların deyimiyle bir tabak balık yakalamaya gönderiyordu.



Havanın oldukça sakin olduğu bir sabah yine balığa çıkmıştık ve tam bu sırada aniden ortaya çıkan kalın bir sis tabakası yüzünden, kıyıdan yarım mil açıkta olmamıza rağmen karayı göremeyecek duruma düşmüştük, hangi yöne ya da ne tarafa gideceğimizi hiç bilmeden tüm gün ve tüm gece hiç durmadan kürek çekmiştik. Ancak ertesi sabah sis kalktığında kıyıya yaklaşmak yerine, karadan en az iki mil açıkta olduğumuzu fark etmiştik. Bununla birlikte, sabahın erken saatlerinde esen şiddetli rüzgâra rağmen, elimizden geleni yaparak küreklere asılmış ve hepimiz çok aç vaziyette sonunda karaya çıkabilmiştik.



Yaşadığımız bu talihsizlik patronumuzu fazlasıyla korkutmuş ve bir sonraki sefer çok daha ihtiyatlı davranmasına sebebiyet vermişti. Böylece ilk olarak küçük sandal yerine, bir İngiliz gemisinden ele geçirdiği büyük bir tekneyi balık avında kullanmak için hazırlattı ve bir daha pusulasız ve yanında yeteri kadar yiyecek olmadan ava çıkmamaya karar verdi. Bu yüzden geminin marangozu olan İngiliz asıllı kölesine teknenin tam ortasına, saltanat kayıklarında olduğu gibi küçük bir kamara, hemen kamaranın arkasında duracak dümen kısmı ve ön tarafında iki kişinin yelkenlere kumanda edebileceği şekilde durabileceği bir yer inşa etmesini emretti. Tekneye, Latin yelkeni denilen bir tür yelken takılmıştı; bu yelken kamaranın üst kısmından çok rahat ve kolayca uzanılarak kullanılabiliyordu, kamara da içerisinde kendisi ile birlikte iki kölesinin de yatabileceği şekilde düzenlenmişti; içeriye özellikle sevdiği içecekleri, ekmeği, pirinci ve kahvesini koyabileceği şekilde bir dolap ve masa da yerleştirilmişti.



Bu tekneyle daha sık balığa çıkmaya başlamıştık; marifetlerimden çok memnun olduğundan bensiz balığa çıkmaz olmuştu. Bir seferinde, bulunduğumuz bölgenin ileri gelenlerinden iki Mağripli ile birlikte hem zevk hem de balık avlamak için denize çıkmaya karar verdi, muazzam bir hazırlık yapıldı, geceden tekneye çok daha fazla yiyecek ve içecek malzemesi depolandı. Bana da gemisinde bulunan barut ve silahını alıp tekneye getirmemi emretti, böylece balık avlamanın yanı sıra spor amaçlı olarak kuş avına da çıkabileceklerini söyledi.



Bütün hazırlıkları emrettiği şekilde yerine getirdim ve ertesi sabah için tekneyi temizleyerek gelecek olan misafirlere daha gösterişli görünmesi için süsledim. Ancak ertesi gün patronum tekneye tek başına geldi, arkadaşlarının işi çıktığından balığa gelemeyeceklerini, onları akşam evinde yemekli olarak ağırlayacağından bana ve diğer köleye açılıp balık tutmamızı emretti, vermiş olduğu görevi hemen yerine getirmeye hazırdım.



Tam bu esnada kaçmak için düşüncelerim yeniden aklıma düşmüştü, çünkü şimdi emrim altında küçük bir teknem olacaktı. Patronum yanımdan ayrılır ayrılmaz, balık için değil çıkacağım yolculuk için hazırlanmaya başladım; aslında ne gideceğim yeri biliyordum ne de bunu önemsiyordum, tek dileğim bir an evvel buradan kaçıp herhangi bir yere giderek bu kölelikten kurtulmaktı.



İlk iş olarak bir şekilde Mağriplinin yolculuk boyunca bize yetecek kadar yiyecek getirmesini sağladım; bahane olarak da patronumuzla ava çıktığımızda onunla aynı ekmekten yememizin doğru olmayacağını öne sürdüm. Bu konuda doğru düşündüğümü söyleyerek tekneye bir sepet dolusu peksimet ve bisküvi, üç testi de fazladan su getirdi. Patronumun, İngiliz gemilerinden elde etmiş olduğu değerli şişelerini koyduğu dolabın yerini gayet iyi biliyordum, böylece Mağripli orada olmadığı sırada onları sanki patronum için konulmuş gibi dolabın içine yerleştirdim. Ayrıca ileride bize faydası dokunacağını düşündüğüm, bir büyük top bal mumu, bir top sicim, bir balta, bir testere ve bir de çekiç aldım; özellikle de bal mumu sonrasında bizim için gerçekten çok faydalı olmuş ve onu mum yapımında kullanmıştık. Mağripliye masum küçük bir oyun daha oynadım, o kadar iyi niyetli bir adamdı ki söylediklerime hemen inanmıştı. Asıl adı İsmail’di ancak onu genellikle Molla diye çağırıyorlardı. “Molla!” dedim ona. “Patronumuzun silahları teknede; onlar için biraz barut ve mermi getirir misin? Büyük gemide oldukça fazla cephanelik olduğunu biliyorum, belki balık haricinde kendimiz için birkaç kuş da vurabiliriz.”



“Tamam.” dedi adam hemen. “Biraz getireyim.” Kısa bir süre sonra da küçük deri kese içerisinde yaklaşık olarak bir buçuk kilo kadar barut getirerek tekneye koydu; bense bu arada patronumun odasından ihtiyacım kadar mermi alıp tekneye yerleştirmiştim. Aynı zamanda, patronumun gemideki odasında bir miktar daha barut bulmuştum, içeride bulduğum büyük bir şişenin içine de bu baruttan doldurdum; böylece ihtiyacımız olabilecek her şeyi yanımıza almış hâlde, sözde balık tutmak amacıyla limandan ayrılarak yola çıktık. Limanın girişindeki kalede nöbet tutanlar bizim kim olduğumuzu bildiklerinden, hiçbir şey söyleme gereği duymamışlardı; limandan bir mil kadar uzaklaştıktan sonra yelkenlerimizi indirerek balık tutmaya başladık. Rüzgâr istediğim gibi kuzeyden esmiyordu, şayet yönünü değiştirmiş olsaydı böylece İspanya kıyılarına, en azından Cadiz Körfezi’ne kadar ulaşabileceğimi düşünüyordum; ancak hangi yöne olursa olsun kararım kesindi, bu iğrenç ve korkunç yerden olabildiğince uzak bir yere gidecek ve gerisini kaderimin ellerine bırakacaktım.



Hiçbir şey yakalamadan bir süre avlandık, çünkü oltamın ucuna takılan balıkları bilerek yukarı çekmiyor ve kaçmalarını sağlıyordum, Mağripliye de, “Bu işe yaramayacak, patronumuz böyle bir hizmeti asla affetmez, bu yüzden daha fazla açılmamız gerekiyor.” dedim. Söylediklerimden herhangi bir kötü niyet beklemediğinden, zavallı adam teknenin başına geçerek yelkenleri açtı. Dümenin başında olduğundan böylece tekneyi üç mil daha ileriye götürdüm ve sonrasında sanki balık tutacakmışım gibi orada durdum; yardımcı çocuğa dümeni bıraktıktan sonra, usulca Mağriplinin yanına gittim ve sanki bir şeyler arıyormuşum gibi yaparak arkasında durdum, kolumu doğrudan onun beline sararak, kucakladığım gibi onu tekneden denize attım. Tıpkı bir mantar gibi yüzebildiğinden hemen su yüzüne çıkmış, bana bağırıyor, kendisini tekneye almam için yalvarıyor, dünyanın neresine gidersem gideyim benimle gelmeye razı olacağını söylüyordu. Çok hızlı yüzebildiğinden, kısa sürede bize yetişebileceğini görebiliyordum; bu yüzden de kamaraya giderek içeriye yerleştirmiş olduğumuz silahlardan birini aldım, dışarı çıktığımda ona peşimi bırakacak olursa, zarar vermeyeceğimi, hiçbir şey söylemeyecek olursa onu vurmayacağımı söyledim. “Ama…” dedim sonra. “Kıyıya varabilecek kadar iyi yüzüyorsun, deniz de yeterince sakin, bu yüzden kıyıya doğru yüzebilirsin, ben de sana zarar vermem; ancak tekneye biraz olsun yaklaşacak olursan senin kafanı dağıtırım, çünkü ben ne pahasına olursa olsun özgür olmayı kafama koydum.” dedim. Böylece adam geri dönerek kıyıya doğru yüzmeye başladı; mükemmel bir yüzücü olduğundan emin olduğum için onun kıyıya kolayca varmış olduğundan da hiç şüphem olmadı.



Belki de Mağripliyi yanıma alıp çocuğu denize atmam benim için daha iyi olabilirdi, ancak ona yeterince güvenemiyordum. O gittikten sonra, adı Xury olan çocuğa döndüm ve ona, “Xury, eğer bana sadık kalırsan seni harika bir adam yaparım ama ellerine yüzünü sıvazlayıp bana dürüstlüğünü göstermezsen (bu hareketin anlamı Muhammed ve babasının sakalı üzerine yemin ederim demekti), seni de denize atmak zorunda kalırım.”



Çocuk yüzüme bakarak gülümsedi ve hemen ardından bana sadık kalacağına ve tüm dünyayı benimle birlikte dolaşarak bana yardımcı olacağına dair yemin etti; o kadar masum bir ifadeyle konuşuyordu ki ona güvenmekten başka çarem kalmamıştı. Mağripli kıyıya doğru yüzmeye devam ederken ben de sanki doğrudan denize açılacakmışım gibi yönümü rüzgâra çevirmiştim, bu sayede herkes benim boğaza doğru gittiğimi sanacaktı (aslında aklı başında olan herkesin de böyle düşünmesi gerekirdi); güneye doğru, bütün zenci uluslarının bizi sandallarıyla çevreleyerek yok edebilecekleri barbar halkın yaşadığı sahillere doğru yola çıktığımı kim bilebilirdi ki? Büyük çabalarla kıyıya ulaşabilsek bile, vahşi hayvanlar ya da en az onlar kadar yabani olan insanlar tarafından parçalanma olasılığımız olduğunu kim düşünebilirdi?



Ancak akşam karanlığı çöktüğü sırada, rotamı değiştirdim ve kıyıyı gözden kaybetmeyeceğim şekilde yolumu doğrudan güneydoğu yönüne çevirdim. Taze, güzel bir akşam rüzgârı esiyordu, deniz fazlasıyla sakindi, gece boyunca ve ertesi gün öğleden sonra saat üçe kadar öyle güzel yol almıştım ki, sonunda Sallee Limanı’nın en az yüz elli mil güneyine varmayı başarmıştım. Fas İmparatorluğu’nun ya da o bölgedeki herhangi bir başka kralın ülkesinin çok ötesine çıkmıştım, çünkü tek bir insan dahi görmemiştik.



Yine de o bölgenin halkından ve onların ellerine yeniden düşmekten öylesine korkuyordum ki, burada ne kıyıya çıkmaya ne de karaya yanaşmaya hiçbir şekilde cesaret edemedim. Rüzgârın gayet güzel esmesi sayesinde beş gün boyunca durmadan yola devam ettim. Sonra rüzgâr yönünü güneye çevirdi, böylece peşime düşen herhangi bir gemi varsa rüzgârın yön değiştirmesiyle beni aramaktan vazgeçmiştir diye düşünmeye başladım. Bu yüzden de karaya yanaşma cesaretimi toplayarak küçük bir nehrin ağzına demir attım, bulunmuş olduğum yerin neresi olduğunu, hangi iklime, hangi enleme, hangi boylama, hangi ülke topraklarına ya da hangi nehre bağlı olduğunu bile bilmiyordum. Ne tek bir insan görmüştüm ne de görmek istemiştim, zaten tek dileğim tatlı suya ulaşabilmekti. Nehre akşam çöktüğünde girmiştik, hava karardıktan hemen sonra yüzerek karaya çıkmaya ve etrafı keşfetmeye karar verdik; ancak karanlık çöker çökmez etraftan yükselen vahşi hayvanların havlamaları, kükremeleri ve korkunç ulumaları yüzünden buna cesaret edemedik, zavallı çocuk korkudan ölecek gibiydi, sürekli olarak gün ağarana kadar kıyıya çıkmamız için bana yalvarıyordu.



“Tamam, Xury.” dedim ona. “O zaman gitmeyeceğim ama gün aydınlandığında da karşımıza bu hayvanlardan çok daha kötü insanlar çıkabilir.”



“Öyleyse ateş edersin silahla.” dedi Xury gülerek. “Hepsini kaçırırsın.” Xury’nin bizim gibi kölelerden öğrenmiş olduğu İngilizcesi bu kadardı. Bununla birlikte, çocuğun kendini toparlamış olduğunu görmekten dolayı da mutluydum, onu daha fazla neşelendirmek için (patronumuzun kasasındaki şişelerden) bir yudum içki verdim. Ne de olsa, Xury’nin önerisi gayet mantıklıydı, ben de onun sözünü dinlemiştim. Küçük çapamızı atarak olduğumuz yerde demir aldık ve bütün gece sessizce orada yattık. Sessizce diyorum çünkü ikimiz de uyuyamadık; iki ya da üç saat içinde pek çok türden büyük yaratığın (isimlerini bile bilmiyorduk), kıyıya inerek serinlemek için nehre girdiklerini, suyun içerisinde debelenerek yıkandıklarını gördük, öylesine büyük gürültü çıkarıyor, uluyor ve homurdanıyorlardı ki, hayatım boyunca böylesine korkunç ve iğrenç sesler duyduğumu hatırlamıyordum.

 



Xury, çok korkmuştu, ne yalan söyleyeyim aslında ben de çok korkuyordum; ancak bu güçlü yaratıklardan birinin teknemize doğru yüzdüğünü duyduğumuz anda ikimiz de paniklemeye başlamıştık; onu görmüyorduk ancak öfkeli şekilde solumasından ne kadar heybetli, korkunç ve vahşi bir hayvan olduğunu tahmin edebiliyorduk. Xury, onun bir aslan olabileceğini söylüyordu; belki de bir aslandı ancak ben tam olarak ne olabileceğini kestiremiyordum; zavallı Xury korkudan hemen demir alıp oradan uzaklaşmamız için bağırdı. “Hayır!” dedim ona. “Xury, şamandırayı uzatarak denize doğru ilerleyebiliriz, böylece bizi takip edemez.”



Bu sözlerimi henüz bitirmiştim ki, yaratığın (her ne ise) iki kürek mesafede tekneye yakın konumda durduğunu fark ettim; şaşkınlıktan donup kalmıştım; kendimi toparlamaya çalışarak elimden geldiğince hızlı hareket ederek, kamaradan içeri girdim ve silahımı alıp yaratığa ateş ettim; hayvan yaşamış olduğu şaşkınlıkla arkasını dönerek, karaya doğru yüzmeye başladı.



Ancak tüfeğin patlaması öylesine büyük bir etki yaratmıştı ki etraftan yükselen korkunç çığlıkları, ulumaları ve bağırışları kelimelerle tarif edebilmek mümkün değildi, aynı zamanda bu yaratıkların bugüne kadar hiç silah sesi duymadıklarına da ikna olmuştum. Geceleri buradan kıyıya çıkamayacağımız gün gibi aşikârdı; gündüz nasıl kıyıya çıkacağımız ise başka bir sorundu. Herhangi bir vahşinin eline düşmek sonuç olarak bir aslan ya da kaplanın pençelerinin arasına düşmekten çok daha kötüydü; aslında her iki tehlike de eşit oranda bizim için büyük sorun teşkil ediyordu.



Her hâlükârda kıyıya çıkmak zorundaydık, çünkü teknemizde bir damla olsun içme suyu kalmamıştı; en önemli soru ise bu suyu nereden bulabilirdik ve tekneden ne zaman inmemiz gerekirdi? Xury, testilerden birini alarak kıyıya çıkmasına izin verecek olursam, su arayabileceğini ve bana da biraz getirebileceğini söyledi. Ona neden kendisinin gitmek istediğini sordum? Neden o teknede kalmıyordu, neden ben gitmiyordum ki? Çocuk bana öylesine sevgi dolu sözlerle karşılık verdi ki, buna inanılmaz mutlu olmuştum. “Eğer vahşi adam gelirse beni yer, sen kaçar.” dedi bana.



“Tamam, Xury.” dedim ona. “İkimiz birlikte gideceğiz ve vahşi adamlar gelecek olursa onları öldüreceğiz, böylece ikimizi de yiyemezler.” Çocuğu biraz daha cesaretlendirmek için ona bir parça peksimet ekmeği ve patronun şişesinden bir yudum daha içki verdim; böylece tekneyi kıyıya çıkarabilmemiz için en uygun yer olacağını düşündüğümüz bir konuma çektik, yanımıza tüfeklerimizi ve ikişer testiyi alarak tekneden indik.



Vahşilerin küçük kayıklarından birinin her an karşımıza çıkma olasılığından korktuğum için, teknemizi gözümün önünden ayırmak istemiyordum; ancak çocuk karada bir mil kadar ileride bulunan çukura doğru koşarak uzaklaşmıştı, bu yüzden bir süre sonra koşarak yanıma geri dönene kadar olduğum yerde bekledim. Öylesine telaşla koşturuyordu ki peşine takılmış bir vahşi ya da korkunç bir hayvan olduğunu düşünmeye başlamıştım, ona yardımcı olabilmek için koşmaya başladım. Ama ona yaklaştığım sırada omuzlarından sarkan bir şey olduğunu gördüm, sanki bir tavşana benziyordu ama hem rengi farklıydı hem de bacaklar bir tavşanınkinden çok daha uzundu. Her ne olursa olsun ikimiz de buna çok sevinmiştik, hayvandan çok iyi et çıkmıştı; ancak etten ziyade zavallı Xury’inin bana güzel bir kaynaktan su bulmuş olması çok daha fazla sevindirmişti ve etrafta hiç vahşi adam da görmemişti.



Kısa bir süre sonra, aslında su için boşu boşuna bu kadar yorulmuş olduğumuzu anladık, çünkü gelgit çıktığında deniz suyu nehirden çekiliyor ve ardında çok güzel, içilecek tatlı su bırakıyordu. Hemen testilerimizi doldurduk, yakalanan tavşanla da kendimize güzel bir ziyafet çektikten sonra, kara boyunca kimseyi görmeyince yeniden yola çıkmak için hazırlandık.



Daha önce bu kıyılardan bir sefer geçmiş olduğumdan, Kanarya Adaları ve Cape de Verde sahillerinden çok uzak olmadığını gayet iyi biliyordum. Ancak hangi boylamda bulunduğumuzu gözlemlemek ya da en azından yeri tam olarak ölçebilmek için kullanabileceğimiz hiçbir aletimiz yoktu, ben de bu yüzden tam olarak o adaların yerlerini hatırlayamıyordum, nerede aramam ya da o adalara gidebilmek için hangi rotayı seçmem gerektiğini bilmiyordum. Tüm bu bilgilere sahip olsaydım onların yerini kolayca bulabilirdim. Sadece tek bir umudum vardı; bu sahil boyunca yoluma devam edecek olursam, İngilizlerin alışılagelmiş ticaret limanlarından birine ulaşabileceğimi ya da bu güzergâh üzerinde geçen herhangi bir gemi tarafından kurtarılabileceğimizi düşünüyordum.



Yapmış olduğum hesaplamalara göre, şu anda bulunduğumuz konum Fas İmparatorluğu’nun egemenliği ile zenci halkın toprakları arasında kalan vahşi hayvanlardan başka hiçbir canlının yaşamadığı ıssız bölgelerden biri olmalıydı. Mağriplilerin korkusundan zenciler bu toprakları terk ederek güneye gitmişler ve Mağripliler bu toprakların verimsizliğinden dolayı yaşamaya değer bulmamışlardı. Aslında her iki taraf da adada yoğun bir şekilde yaşayan aslan, kaplan, leopar ve diğer vahşi yaratıklar yüzünden kaçmışlardı. Bu sebepten dolayı Mağripliler buraya iki ya da üç bin kişilik orduyla sadece avlanmak için geliyorlardı; gerçekten de geçtiğimiz tüm bu sahil boyunca gündüzleri ıssız bakir araziden, geceleri ise uğuldayan, havlayan ve kükreyen vahşi hayvanların gürültüsünden başka hiçbir şey duymadık.



Gündüzleri bir ya da iki kez, Kanarya Adaları’ndaki Teneriffe Dağları’nın zirvesindeki Pico Tepesi’ni görebiliyordum, böylece kısa sürede oraya ulaşabilirim umuduyla rotamı o yöne doğru çevirmeyi düşündüm. Ancak iki kez denedikten sonra, ters esen rüzgâr yüzünden küçük teknem büyük dalgalarla mücadele edemeyince pes ettim; böylece daha önceden yaptığım gibi, kıyı boyunca yol almaya devam ettim.



Birkaç kez bulunduğumuz konumdan ayrıldıktan sonra, tatlı su doldurmak için karaya yanaşmak zorunda kaldım; özellikle bir seferinde sabah erken saatte, denizden oldukça yüksek olan küçük bir kara noktasına demir atmıştık; daha ileriye gidebilmek iç

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»