Читать книгу: «İnsan Olmak İstiyorum»
Tölögön Kasımbekov’un doğumunun 90. yılı anısına…
ÖNSÖZ
Kırgız edebiyatında tarihi romanının kurucusu kabul edilen Tölögön Kasımbekov yazı serüvenine gençlik çağında yazdığı hikâyeleriyle başlar. Bu ilk döneminde kaleme aldığı hikâyelerinde Sovyet rejiminin etkisinde kaldığı görülse de dönemin ruhunu yansıtması bakımından önemlidir. Tölögön Kasımbekov diğer pek çok akranları gibi zor bir çocukluk dönemi geçirir. Küçük yaşta babasını kaybetmesi annesiyle aç susuz hayata tutunmaya çalışması onun belleğinde önemli izler bırakır. İlk hikâyeleri de yazarın hem toplumun aksayan yönlerine karşı bir eleştiri hem de çocukluğunda annesiyle yaşadığı zor günlerin bir yansımasıdır.
Yazarın Türkiye Türkçesine aktardığımız bütün hikâyeleri; “İnsan Olmak İstiyorum (1960)”, “Memleket (1958)”, “Yetim (1960)”, “Bozkurt (1958)” , “Yılkıcının Oğlu (1956)”, “Tokon Ormana Geldiğinde (1956)”, “Gece Vakası (1956)”, “Dostum Anlasın (1956)”, “Taşa Vurulan Damga (1956)”, “Çilmayra’nın Yakasında (1956)”, “Anne (1958)”, “Gayret (1960)”, “Keder (1962)”, “Mutluluk Veren Bölge (1962)”, “Kavganın Başlaması (1958)”dır.
İlk uzun hikâyesi “İnsan olmak istiyorum” yayımlandığında, Kasımbekov 700 Ruble ödül aldığını ölene kadar unutmaz. Alın teri ile kazandığı parasını evine, annesine götürdüğünde annesi: “Yetim oğlum büyüyüp böyle para kazanmaya mı başladı?” diyerek mutluluktan ağlar. Böylece, öğrenci iken para kazanan Kasımbekov, kirasını kendisi ödeyerek, annesinin geçimini de kendisi sağlar. “İnsan olmak istiyorum” öyküsü yazarın kendi hayatından izler taşır. Öykünün başkişisi Asıl, üniversiteye başvurup kazanamayınca köyüne döner. Babasının, oğlunu işe almaları için yöneticilere yalvarmasına şahit olan Asıl, utanır. Gördüğü yozlaşma ve bozuk düzenden sonra asıl istediğinin babasının istediği gibi memur olmak değil, “insan olmak” olduğunun farkına varır. Yazarın aynı yıl yazdığı “Yetim” öyküsü de küçük yaşta yetim kalan Kasımbekov’un bilinçaltının dışa vurumudur. Üniversitede okurken köyünü özleyip yazdığı “Memleket” öyküsü ise doğduğu şehirden uzakta yaşayan Satıkul adlı çocuğun -memleketine giden Tilegen adlı bir tanıdığı ile- annesi ve anneannesinin tüm engellemelerine rağmen doğduğu topraklara gidişini anlatır. Bir diğer uzun hikayerinden olan “Bozkurt”ta ise Çoban ile kurdun mücadelesi anlatılır. Bu hikâyesi yazarın kurdun ehlileştiremeyeceği konusunu işler. Hikâyede verilmek istenen mesaj ise Türk halklarının mankurtlaştırılamayacağı algısıdır.
“Yılkıcının oğlu”, “Tokon ormana geldiğinde”, “Gece vakası”, “Dostum anlasın”, “Taşa vurulan damga”, “Anne”, “Keder”, “Gayret”, “Çilmayra’nın yakasında”, “Mutluluk veren bölge”, “Kavganın başlaması” diğer hikâyelere göre oldukça kısadır. Kasımbekov’un gençlik yıllarında yazdığı bu kısa öykülerinde komünizmin etkisinde kaldığı anlaşılıyor. Yazarın bu hikâyelerinin gün ışığına çıkarılması ve incelenmesi onun oluşum döneminde nelerden etkilendiğinin ve yaratma gücünün anlaşılması noktasında önemlidir. Oluşum dönemi öykülerinde yazar, daha çok bireysel konuları işler ve öykülerinin kahramanları genelde çocuklardır. Bunun en önemli nedeni, küçük yaşta babasını kaybeden yetim büyüyen Kasımbekov’un ruhsal dünyasında yaşadığı taramvadır. Hikâyelerinde görülen bir diğer özellik ise, oğlunu yetiştirmek için her türlü zorluğa göğüs geren kahraman anne figürüdür.
Kırgız edebiyatında önemli bir yeri olan Tölögön Kasımbekov’un Türkiyedeki okurlarca da okunması ve anlaşılması önemlidir. Sovyetler Birliği döneminin baskı ve zulmüne yakından tanıklık eden yazarın hikâyelerinin nehir roman tarzında yazdığı Kırılan Kılıç, Baskın, Kırgın, Kelkel romanlarına hazırlık aşaması olması, kendi hayatından izler taşıması ve dönemin ruhunu anlatması bakımından oldukça önemlidir.
Bu kitabın yayıma hazırlanmasında başta Türk dünyasının gönüllü elçisi Dr. Yakup Ömeroğlu’na ve Bengü yayınlarının değerli çalışanlarına müteşekkirim. Her zaman olduğu gibi yardımını esirgemeyen hocam Prof. Dr. Orhan Söylemez’e şükranlarımı sunuyorum. Bu süreçte eseri baştan sona okuyarak gözden kaçan hususları düzelten yüksek lisans öğrencim Kübra Şeyma Aydın’a ve Arş. Gör. Ömer Faruk Ateş’e teşekkür ederim.
MEMLEKET
Mayıs ayının sıcak bir öğle vaktiydi. Yalnız başıma Ak-Su tarafından geliyordum. Etrafım dağlarla çevriliydi; rengârenk binlerce çiçek, iğne atsan yere düşmeyen sıklıktaki çalılar, yemyeşil otlar yer alıyordu. Her yeri kaplayan beyaz çiçekler, ceviz ve kayın ağaçları bulunuyordu. Ormanın en yüksek tepelerinde masallardaki pehlivanların kılıcı gibi ince çam ağaçları yükseliyordu. Bu ormanın yarısı meyve ağaçlarıyla kaplıydı.
Yol dalgalanan deniz gibi bir yukarı bir aşağı kıvrılıyor. Atımın yavaş yavaş adımlarını attıkça ses çıkarması, arada bir bakışıyla iki böğrünü sıvazlaması ve başını sallayarak at sineklerini kovalaması bana seyir zevki veriyordu. Epey yol giden atımın terlemiş olabileceği aklıma geldi. Sağrısını kontrol ettiğimde hala diriydi; ama gem vurulan ağzı köpüklenmişti.
Kulağıma bülbül sesleri geliyor. Kuşların şarkı söylercesine makamlı şakımasını dinliyorum. Kanatları mavimsi kelebekler arada bir etrafta uçuşuyor; arılar sarı akasyaların çiçeğine akın edip sürekli vızıldıyorlar; bazıları acelesi varmış gibi havaya yükselip uçarak gözden kayboluyorlar.
Ben de artık can sıkıntısından dil ucuyla bir şarkı mırıldanıyorum. Arada bir eğiliyor, atın yelesine bakıp düşünceye dalıyorum. Eski olaylar aklıma geliyor ve sanki gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Başımdan geçen olayları anımsadıkça, atımı kamçılayıp hızlandırıyor ve kendi kendime: “Vay anasını, tam bir çocukmuşum o zamanlar!” diye içimden biraz da olsa pişmanlık duyuyorum.
Yolum nihayet Burçuke’nin güneş görmeyen bir eteğine ulaştı. Şırıl şırıl tertemiz su akıyordu. Su kenarında gökyüzüne doğru yükselen çam ağaçları, söğüt, ceviz ve kayın, hatta dut ağaçları bulunuyordu. Üzüm dalları sarmaşıktan daha sık bir şekilde ağaçların başlarına doğru uzayıp gitmişti. Dibinde biten otların haddi hesabı yoktu. Nane kokusu diğerlerinden ayrılıyordu. Yaban çiçekleri böğürtlenle birlikte uzamıştı. Yaprakları yüzüme çarpan büyük dut ağacının altında suya girip biraz serinlemek istedim. Ancak tam o sırada sol taraftan bir köpek havlaması geldi. Biraz yürüdükten sonra bir otağ (boz üy kırgız yurdu) gözüktü, yanında Mart ayından kalma küçük kulübe vardı. Onun az ilerisinde tepenin eteğine yayılmış vaziyette keçiler otluyordu. Çadırın önüne çamaşırlar asılmıştı. Kulübeyle evin arasında küçük bir çardak üzerinde kurumaya bırakılan kurut1 serilmişti.
Eve yaklaştığımda beni görür görmez, koca bir kara köpek “Seni nasıl geçireyim?” dercesine bana saldırdı. Sanki beni atımla beraber yere serecekti. Gülümseyerek eve doğru yöneldim. Ayran içip biraz dinlendikten sonra yola çıkmayı düşündüm. Kırgız değil miyiz, sağımız solumuz belli olmaz. Kara köpek beni rahat bırakacak gibi değildi. Peşimden gelip atımın kuyruğuna doğru saldırdı. Ne yapacak acaba diye dizginimi biraz çektiğimde atım istifini dahi bozmadı. Atım sert olsaydı bu durumda köpeğe bir çifte atardı. Ama benim atım oralı bile olmadan yoluna devam etti. Bütün soyunun öcünü almak istermişçesine, köpek hala peşimde atın kuyruğunu çiğniyor, bırakmıyordu. Arkama dönüp kamçı ile vurdum ama yetişmedi.
Bu sırada evden çıkan bir kadın gözüktü. Bu kim? diye suratıma şaşkın şaşkın bakıyordu. Sonra ben eve yaklaşınca birilerine haber vermek istermişçesine arkasını dönüp gitti.
Ben biraz öksürür gibi ses çıkardım ve atımı kamçılayıp evin yanındaki küçük gübre yığınının üzerine çıktım. Köpek iyice hırslandı, atımın önüne geçti ve burnundan kapmak istercesine iki ayağı üzerine dikildi ve hiddetle havlamaya devam etti.
–Hoşt! Git, buradan git! diye evden bir ses yankılandı. Üzerini silkeleyip üstünü başını düzelterek beli bükülmüş bir ihtiyar kadın dışarı çıktı.
–“Hayırlı günler” dedim.
–“Sağolasın! Sen kimsin?” dedi.
–“Benim…” dedim yavaş bir sesle, ondan gözlerimi ayırmadan. Yanıma geldi.
“Git, lanet köpek’’ diye köpeğini azarlayıp kovaladı. Sonra kısık gözleriyle dik dik bana baktı.
–“Kimsin oğlum?” diye sordu.
Ben kadını tanıdım. Bizim köyde Mamırbay adında bir adam vardı. Onun eşiydi.
–Seyde Ana, beni tanımadın mı? dedim gülümseyerek, “Ben Tilegenim.”
–O dikkatli bir şekilde beni süzmeye devam etti. O zaman kısık gözlerinden, güneşten yanan buruşuk yüzüne doğru belli belirsiz bir yumuşama yayıldı.
–Aman evladım! İhtiyarlık işte! dedi ve çevik bir hareketle atımın dizginlerini tuttu. Sen miydin? İn yavrum attan! dedi.
Ben attan inip, Seyde Anamın hâlini hatrını sorarken, evden sülün yavrusu gibi zayıf ve kısa boylu bir yaşlı kadın çıkageldi. O ışığı sönmüş gözleri ile bakarak, selamıma yavaşça dudaklarını kıpırdatarak karşılık verdi. Yaşı yetmişi geçmiş gibiydi ama hala dinç görünüyordu. Sırtı da kamburlaşmamıştı. Belinde oğlak derisinden yapılan kuşak vardı. Bu kadın Seyde Ana’nın annesiydi.
O sırada oynadığı yerden, evin öte tarafından on bir yaşlarında bir esmer çocuk çıkageldi.
–Aaa, dedi beni görür görmez ve koşarak geldi, kollarını açarak kucağıma atladı. “Tilegen Ağabeyim gelmiş!” diye sevinerek bana sarıldı.
Ben de onun kollarından tuttum ve yukarı kaldırıp yanaklarından öptüm.
–Satış! Artık kocaman adam olmuşsun be! diyerek başını sıvazladım.
–Ah, nasıl da kan çekti baksana! Sülün yavrusu gibi zayıf, ufak tefek ihtiyar kadın başını sallayarak dudaklarını oynattı. Babası dirilip de gelmiş kadar sevindi!
Oğlunun bu durumunu gören Seyde Ana’nın yüzünde hüzün belirdi, gözleri doldu. Eski bir sergiyi getirip dut ağacının gölgesine serdi.
–Otur, kurban olayım, dedi bana sevgi dolu bir sesle.
Göz ucuyla bakınca gördüm ki evin ve öndeki küçük odanın içi boş değildi, içeriden bir ahır dolusu oğlağın durmadan geviş getirirken çıkardığı bir ses gibi hışırtı geliyordu. Meğer hışırtı ipek böceklerinden geliyormuş. Dut yapraklarıyla tıka basa doyan kurtlar, tombullaşmışlar. Bazıları kasanın içinden yukarı doğru çıkmaya çalışıyor, başlarını sağa sola sallıyorlardı. Koza yapma mevsimleri gelmişe benziyordu. Bu arada ipek böceklerinin olduğu taraftan ortaya tuhaf bir koku yayılıyordu.
Satıkul, bir dizime dirseğiyle dayanarak yere oturdu ve iri gözlerini ikide bir açıp kaparayak yüzüme bakıp aklına gelen şeyleri sormaya başladı:
–Tilegen abi, nereden geliyorsun?
–Kara Köndöy’den, orada öğretmen olarak çalışıyorum.
–Hımm, şimdi nereye gidiyorsun?
–Köyümüze, Satışcığım. Akcol’a gidiyorum. İlçede de biraz işim var.
Satıkul, yerden bir ot kopararak iki eliyle tutu ve ucunu dişleyerek susup yere baktı. Derin derin bir şeyler düşünüyordu. O sırada Seyde Ana siyah kâsede ayran getirdi. Tam olgunlaşmamış duttan biraz toplayıp bir tabağa koyup önüme getirdi. Ben soğuk ayrandan birkaç yudum aldıktan sonra Satıkul’a uzattım.
–Al Satış ayran iç?
O ayrana bakmadı bile. Yamalı, güneşte rengi solan eski gömleğinin dut rengine boyanmış lekeli kenarlarından tutarak “Ben de seninle geleceğim” diye seslendi.
–Sen nereye gideceksin? diye anneannesi çocuğa sert sert baktı. Büyüklerin sözünü dinleyeceğine ne mırıldanıyor bu?
–“Akcol’a” dedi Satıkul. Yaşlı kadın çocuğun ne düşündüğünü daha yeni anladı.
–Ne! dedi yüksek sesle. Yolcunun ardından gidip sahipsiz kalma da! Sen gidersen burada ninen ne yapar… çok konuşup, mırın kırın edeceğine ağabeyinin sunduğu ayranı içsene!
Satıkul, boynunu omzuna doğru eğdi, omuz silkti ve burnunu çekip kaşlarını yukarı kaldırıp ninesine sert sert baktı “içmeyeceğim” dedi.
–Ağebeyin iç diyor, hadi içsene oğlum!
Satıkul, istemeden ayranı eline aldı ve bir anda iştahla içti. Boş kâsenin kenarını işaret parmağı ile temizledi. Seyde Ana:
–“Annen nasıl? İyi mi?” diye sordu. Haa bu arada duttan da ye oğlum.
–“Annem Akcol’da İyi çok şükür, sağlığı da yerindeymiş çok şükür. Ben de üç aydır görmedim.” dedim.
– Aa doğru. Sen Kara Köndöy’dön geliyorum demiştin ya!..
Dut ağacının gölgesine bıraktığım atın eyerini gevşetip kayışlarını çıkardıktan sonra çayıra salmıştım. At çayırda bir süre otladıktan sonra cevizin gölgesinde kuyruğunu sallayarak mayışıp kalmıştı. Biz havadan sudan konuşarak uzun zaman oturduk. Seyde Ana’nın Akcol köyünden buraya göç etmesinin üzerinden üç yıl kadar geçmişti. Bunun nedeni de Mamırbay’ın ölümünden sonra Ak Su’daki kardeşi Tökönali’ye bakmak içindi. Şimdi burada dut ağaçlarının bol olduğu bu yerde ipek böcekçiliği yaparak geçiniyorlarmış.
Ben yavaş yavaş kalkmak istedim. Satıkul elbiseme yapışıp “Ben de gideceğim” diye peşimi bırakmadı.
–“Oğlum sen nereye gideceksin” diye bağırdı anneannesi. “Evin burada, oraya gidip ne yapacaksın?”
–“Hadi, yavrum bırak artık” dedi annesi de.
Ben çocuğun başını okşayarak avutmaya çalıştım:
–“Satış, sen kocaman bir delikanlı olmuşsun. İstersen daha sonra sen kendin gidersin Akcol’a.
Annen izin vermiyor, dediklerini yapmazsan üzülür.” dedim. Ama Satıkul’un söz dinlemeye niyeti yoktu. Ağlamaya başladı:
–Gideceğim ben de gidece….ğiiim!…
–Ya sana demedim mi? Bırak artık, niye duymuyorsun. Ninesi onu azarlamaya başladı. Bağırarak çocuğun elinden tuttu.
–Akılsız çocuk seni…
Ben atımın ipini çözdüm, Satıkul bana sarıldı. Annesi sessizce bakıyordu.
Ninesi hala çocuğu azarlayarak elinden çekiyordu. Satı-kul da bana sımsıkı sarılmış bırakmıyordu. Ben ne yapacağımı şaşırdım iki arada, bir derede kaldım. Boşuna uğraşma, ben seni götüremem diyerek kan ter içinde kalan çocuktan uzaklaşsam mı, yoksa yeğen akraba olmaz, boyun derisinden kürk olmaz, onun için siz bu çocuğu tutmak için boşuna uğraşmayın! diye ihtiyar kadını uyarıp isteğini yerine getirmemesi için kırsam mı? Karar veremedim. Bu sırada uzun süre öfkeyle karışık ağlayan Satıkul, beklenmedik bir şekilde ninesinin buruşuk elini ısırdı.
–Ahh elim! Yazıklar olsun sana! İhtiyar kadın elini sallayıp çocuğu itti. Elinde çocuğun dişlerinin izi çıktı.
Annesi gelip elbisesinden tutmak isterken Satıkul fırladı ve ağlayarak benim gideceğim tarafa doğru koşmaya başladı.
–“Gideceğiiiim… gideceğiiiim” diyerek Satıkul ağlıyor, biraz uzaklaşıp, “artık bu tarafa gelmiyor musun?” dercesine, yalvaran gözlerle bana baktı ve ağlamaya devam etti. Ühhüü… ühüühü!..
–Gel buraya, yaramaz çocuk! Ninesi ağrıyan eline ikide bir bakarak öfkesinden dudaklarını ısırıp sızlanarak Satıkul’un arkasından gitti. Yok, artık ne yapsam boş, bu Allah aşkına… Yalın ayak, başı açık…
Seyde Ana da: Gel yavrum biz seninle yarın gideriz, dedi.
Onları böyle bırakıp nasıl gidebilirdim? Ya çocuğu bırakmalıydım ya da annesinden izin almalıydım. Hiç bir şey demeden gidersem bile çocuk peşimden gelirdi. Annesi ile ninesinin de bana “Bu da nereden geldi başımızın belası adam!” demeleri kesindi. Ne yapıp edip çocuğu yakalayıp annesine teslim edip bu zor durumdan kurtulmak istedim.
Satış, gel yeğenim! Gel terkime otur bari! diye kandırmak istedim. Ancak Satıkul, iyice inatlaşıp geleceğine uzaklaştı. Başka çaremiz kalmadı.
–Üç yıldan beri bir kez bile köye gitmedi zavallı, diye mırıldandı ihtiyar kadın. Zavallı çocuk, Akcol denince gözlerini dört açıyor! Akcollulardan birini görünce kendinden geçip aklı başından gidiyor. Sanki babası mezardan çıkıp gelmiş gibi seviniyor.
–Canım kurban olsun sana yavrum! Seyde Ana, acımaklı bir ses tonuyla konuştu. Vatanını, akrabalarını özlemiş… Tamam gel haydi, gideceksen git. Eve gel, temiz elbiselerini giy!
–Ya beni kandırıp da yakalarsanız?
–Kandırmıyorum, kurban olduğum, kandırmıyorum. Gideceksen git, ağabeyinin atının terkisine binersin!
–Hayır ben yaya olarak gideceğim! dedi Satıkul sinirlenerek. Paltomu verin!
–Gerçekten izin veriyor musunuz? diye sordum. Gönderirseniz iyi olur. Hiç olmazsa hasret giderir, dedim.
–Başka ne yapabilirim ki? O böyle yaptıktan sonra…
Ben Satıkul’a el salladım:
–Satış, haydi gel, çabuk giyin gidiyoruz!
Ancak Satıkul gelmek bir yana, iyice uzaklaştı.
–Gel-mi-yo-rum! diye bağırdı.
Çaresiz kalan Seyde Teyze onun paltosunu, kalpağını ve çoktan beri giyilmediği için iyice buruşup sertleşen kösele tabanlı ayakkabısını benim koltuğumun altına soktu. Kendisi zaten hızlı konuşan biriydi, çarçabuk ağlaya sızlaya tek evladını bana emanet etti.
–Kurban olayım, dedi bana. Köyüne ulaştır. Akrabalarıyla görüşsün, onları görsün de özlem gidersin. Kurban olayım oğlum, yakınlarımıza özellikle tembihle. Çocuğun karnı aç kalmasın, sıcak çarpmasın! Sonra… Kurban olayım Tilegen, sen bu tarafa gelirken de beraberinde getir olur mu? Satış yavrum! Öyle yap oldu mu, ağabeyinle tekrar gel! Satış!
***
Atım gölgede dinlendiğinden daha dinçleşmişti. Ayaklarından tıkır tıkır ses çıkararak yürürken yelesi de hafifçe dalgalanıyor ve sarsmadan ilerliyordu. Arada kamçımı şöyle bir sallamanın dışında, atımı kendi haline bırakmıştım. Yerden biraz ot yolup torbanın içine doldurdum, eyer örtümün bir ucunu onun üzerine örtüp Satıkul’u arkama oturtmuştum. O, eyerin arka ucunu iki eliyle sağlam bir şekilde tutmuştu. Sesi de çıkmıyordu. Karasu köprüsüne ulaştık. “Acaba uyuklamaya mı başladı bu çocuk?” diye düşündüm. Eğer uyukladıysa, atım beklenmedik bir şekilde ürkecek olsa ya da ayağı takılıp tökezlerse çocuğun düşmesi mümkündü. Arkama dönüp seslendim:
“Uyuyor musun Satış?” dedim.
–Hayır, uyumuyorum Tilegen Abi! diye iri gözleri ile bana bakıyordu.
Yakışıklı, esmer tenli, iri, sürmeli gözlü, iyi niyetli, temiz bakışı ile daha ilk bakışta tanıdık birine babasını hatırlatırdı. Annesine sadece yüzünün genişliği benziyordu. Mamırbay Ağabey, aynen böyle gözleri sürmeli, zayıf esmer biriydi. Arkadaşları ona Kara Mamırbay derlerdi. Yengeleriyse “Şiş kara Ağabey” diyerek çağırırlardı.
Asma köprüden geçtikten sonra sola döndük ve gittikçe dikleşen akarsu yatağı boyunca yol aldık. Karasu çağlayarak gürül gürül akıyordu. İki tarafı irili ufaklı ağaçların oluşturduğu ormanla kaplıydı. Akarken oluşturduğu çukurdaki gürültü, dar vadinin iki yakasında yankılandıkça iki ses birbirine karışıyor ve ortalığı bir uğultu kaplıyordu. Etraf serindi, çünkü yol boyu hep gölgelik ve suyun buharlaşmasıyla oluşan sis kaplıydı.
Bulun Sırtı’na ulaşınca küçük yoldaşımla birlikte attan indik. Güneş ikindi vaktine doğru kaymış, yamaçların aşağı kısımlarında alaca bulaca gölgeler oluşmaya başlamıştı. Etraftaki gür otlardan biraz yesin diye, gemini çıkarıp eyerini çözüp atı bıraktık. Satıkul atın kaçma ihtimaline karşı yularının ucundan tuttu.
Bulun Sırtı, dağ olarak kabul edilmemesine rağmen epeyce yüksek bir geçide sahipti. Etrafta yer yer küçük tümsekler oluşturan bodur çalılar vardı. Başka yerlere göre daha geniş ve açık bir yerdi. Buradan Üçkurt, Malkaldı, Akcol vadileri tamamıyla avuç içi gibi görünürdü.
–Aaa! Akcol…. Baksana Tilegen Ağabey, Akcol! Satıkul büyük bir sevinçle ben burayı ilk defa görüyormuşum gibi eliyle işaret ederek kendinden geçercesine konuşmaya devam etti. İşte, aaa bizim ev!.. Minbay Amcanın evi… Nurkulların evi… Aaa… Hâlâ yerinde duruyor. Nurkulla ikimiz, işte şurada oynar, mısır koçanlarını pişirir ve ham yetik demeden meyve yerdik!
–Nurkul şimdi de oradadır, dedim. Ancak darı daha koçan bağlamamıştır, meyveler de hamdır.
–Biliyorum, dedi Satıkul. Biz Nurkul ile birlikte yazın nehre olta atardık! Yaa, işte o oltaların birine takılan balığı görseydin Tilegen Ağabey, ne kadar da büyüktü. Sonra öğle üzeri nehirde biz balık gibi yüzer oynardık… Ahh ne güzel günlerdi!
Sıra sıra ağaçlar, kenarında söğüt ve kavaklarla uzun yeşil kamışların dizildiği arklar, gelişigüzel bölünmüş ekili bahçeler, dört bir tarafa uzayıp giden eğri büğrü yollar, çatıları kamışlarla örtülmüş beyaz badanalı evler… Yüreği özlemle dolu olan çocuğun gözüne öz annesinin şefkat dolu bakışları gibi sıcak ve kutsal görünüyordu.
Satıkul’un yüzü ne kadar da neşelendi; sadece sağanak halinde yağan yağmur sonrası beyaz bulutların arkasından çıkıp etrafa ışık saçan yaz güneşi, o bakışlara denk gelirdi. İri gözleri iyice açılıp kirpikleri kıpır kıpır etrafa mutluluk saçtı. Boynunu uzatarak ileriye doğru, Akcol tarafından gözünü alamadan bakarken içten içe seviniyordu. Kader, ona şimdi iki kanat verecek olsa, doğduğu yerin üzerinde yüz defa, bin defa kanat açıp uçmaya hazırdı. Öyle yapsa bile neşesi tam yerine gelmeyecek, hasreti bitmeyecek gibiydi!
Onun bu halini hissedip benim içime bir hüzün doldu.
–Eee, söyle bakalım Satış, köyünü çok mu özledin? diye sordum. Çocuk hâla gözlerini Akcol tarafından ayırmadan yavaşça başını salladı.
–Hı hı…
–Eee Satış, evde hayatın nasıl?
–Hıı… Güzel ama ben ne zaman anneme Akcolumuza gidelim desem o hiç oralı olmuyordu… Güzün gideriz diyor. Sonra kendi işine dalıyor. İşte o zamanlar gizli gizli ağlardım… İşte o zamanlar… Tilegen Ağabey… O zaman ben türkü söylerdim. Sana da söyleyeyim mi?
–Hadi, söyle bakalım.
Tepeye çıktım yalnızım
Keşke olsaydı bir atım
Biner, köye giderdim
Hep vatandadır gözüm
Geçite çıktım yalnızım
Keşke olsaydı bir siyah atım
Siyah ata binerdim
Halkıma doğru giderdim
Kalbim ezildi. Ağlamamak için kendimi zor tuttum ve çocuğu birden kendime çekerek alnından birkaç defa öptüm. Yaşı küçük olsa da kurnazlıkta, yalan dolanda bezi tarağı olmayan bu çocuk, akrabalarını, akranlarını arzuluyor, göbeğinin gömüldüğü yeri, adımını ilk attığı toprakları delicesine özlüyordu! Böylesi yavruların, olgunluk çağına geldiklerinde, avuç içi kadar bir köye değil Kırgızların tamamına faydalı, memleketinin işine yarayan birer koç yiğit olmaları neden zor olsun? Böylesi gençlerimizin, yalan dünyanın işlerine dalıp orada burada gezmek yerine, damarı toprağın bağrına gömülen bir ağaç gibi kendi toprağında dallanıp budaklanıp kendi memleketinde kök salıp kendi halkına faydalı, kutlu işler yapan birer adam olacakları ay gibi aşikâr!
Az sonra bu düşüncelerle siyah atımızı yavaş yavaş sürerek sokaklarından anne şefkati dökülen, sadece insanları değil, otları, ağaçları, nehirin kenarındaki iri taşları bile gönülde saygı uyandıran, kamışların tepesini sağa sola oynatan, hafif rüzgârı derdimize şifa gibi gelen, bacalarındaki dumanı rızk ve bereket kokan, doğduğumuz yere; memleketimiz Akcol’a ulaştık.
1958