Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Yeni bir hayat», страница 3

Шрифт:

BAŞLAMAK…

Goethe “Neyi yapabiliyorsan, ya da yapabileceğini hayal ediyorsan başla. Cesarette; akıl, güç ve büyü vardır.” diyor.

Lao Tzu’da “Binlerce kilometrelik bir yolculuk atılacak tek bir adımla başlar.” demiş.

Başlamak, ilk adımı atmak, öncü olmak… Kısaca kendi kendinin lideri olmak. Zor iş be, hem de çoook zor iş. Yapılmışı yapmak, başkasının gittiği yollardan gitmek, taklit etmek, takip etmek… Tüm yaptığımız bu.

Robert Frost bir dizesinde “Ormanda karşıma iki yol çıktı, ben az kullanılmış olanını seçtim.” diyor.

Kaçımız az kullanılmış yolları tercih ediyor, kaçımız otobanları? Kaçımız açılmış kapılardan geçiyor, kaçımız yeni kapılar açıyor? Yeni kapılar açmaya gücümüz mü yok, cesaretimiz mi? Kime sorsam herkesin bir hayali var. Ulaşmak istediği bir yer, olmak istediği bir şey var. Fakat ilk adımı atacak cesaretleri yok.

Bu halimizle kurumuş cevizlere benziyoruz. Dışında sağlam ve sert bir kabuk, kırdıktan sonra ortaya çıkan büzüşmüş, çürümüş bir ceviz içi. Beyinlerimiz, yüreklerimiz ve ruhumuz bedenimizde gittikçe büzüşüyor, kuruyor.

Güvenli gördüğümüz kovuklarımızda, limanlarımızda konformist bir şekilde sakin sakin yaşıyoruz. Ya da yaşadığımızı sanıyoruz. Jack Nicholson’ın başrolünü oynadığı bir film vardı “One Flew Over The Cuckoo’s Nest-Kafesten Bir Kuş Uçtu” bizde “Guguk Kuşu” adıyla oynamıştı. 1975 yılında 5 oscar ödülü kazanmıştı film. Film bir akıl hastanesinde geçiyordu. Akıl hastanesindeki hastaların hayatlarını renklendirmeye çalışan, onların mutlu olmasına, kendilerine dönmelerine çabalayan sıra dışı McMurphy rolündeydi Nicholson. Rutine, statükoya karşı çıkan, mücadele veren McMurphy. Hastalardan birisi de hiç konuşmayan kızılderili şef. Film boyunca McMurphy şefli konuşturmaya, onunla iletişim kurmaya çalışmıştı.

Filmin bir sahnesinde McMurphy hastalarla banyodaki ağır bir mermer bloğu yerinden kımıldatmak için iddiaya girmişti. Bahis oynamışlardı. McMurphy bütün gücü ile bir iki kez mermer bloğu yerinden oynatmak için hamle yapmış fakat başaramamıştı. Hiç bozuntuya vermeden silkinip “En azından ben denedim” demişti.

“Ben denedim…”

Hüzünlü biten filmde fark yaratmanın statükoya, renklerin griye yenildiği görmüştük. McMurphy yaşayan ölü haline getirilmişti. Ancak son sahnede bir kişi hayatında fark yaratmıştı. McMurphy’nin istediğini yapmıştı. Şef, mermer bloğu yerinden söküp pencereye fırlatmış ve özgürlüğe doğru yola çıkmıştı. Denemiş ve başarmıştı…

Bir şeyler denerken başarısız olabilirsiniz. En azından denerken başarısız olmuş olursunuz. Bu hiç denememekten, “Deneseydim ne olurdu?” kaygısından, içinizdeki eziklik, pişmanlık duygusundan binlerce kat daha iyi bir duygudur.

Hayatında deneyen, sorgulayan bir insan artık çekingen, içe dönük, başarısız olma korkusu ile kovuğuna çekilmiş, içi kurumuş ceviz benzeri ruhlardan olmayacaktır. Onlar artık özgürdür.

Denemelerinizi, adımlarınızı ne kadar sıklaştırırsanız başarıya o kadar yakınlaşacaksınız. Sınırlarımızı zorlamıyoruz, çemberin dışına çıkamıyoruz, kendi sınırlarımızın ve yeteneklerimizin bile farkında değiliz.

McMurphy’nin mücadeleci ruhuna sahip olabiliriz. Hem kendi iç dünyamızı, hem de çevremizdeki dünyayı keşfetmeye çıkabiliriz. Filmi seyredin ve filmdeki rollerden hangisini hayatınızda oynuyorsunuz düşünün. Beğenmiyorsanız rolünüzü değiştirin.

Bunu yapabilirsiniz. Her şeye baştan başlayabilirsiniz. Evet, başlayabilirsiniz…

ZİHİNSEL FİTNESS

1. Hayatta denemeyi çok istediğiniz ama cesaret edemediğiniz şeyler neler?

2. Neden cesaret edemediniz, nedenleriniz nedir?

YİTİRİLENLER HAYATIMIZDAN…

Bir insanın sahip olduğu bir şeyi yitirmesi kötüdür. O zamana kadar değerini bilmese de en acı şekilde anlar değerini bir şeyi yitirdiğinde. Yitirilen şeyin acısı taş gibi oturur böğrüne. Gırtlağında düğümler, midesinde kramplar, kalbinde çarpıntılar, gözlerinde yaşlar olur.

Yitirmek bir şeyleri kötüdür. Hayatında belki o güne kadar farkına varmadığı bir doluluğun boşluğu oluşur aniden. Bir şeyler eksiliverir hayatından. Fakat hayat devam eder. Etmek durumundadır zaten sizi bekleyecek hali yoktur.

Sevdiğini yitirir, anneyi, babayı yitirir, evladı yitirir, sağlığını yitirir. İşini yitiriverir insan birden. Hep orada onunla olacağını zannettiği şeyleri yitirir. Yitirilen şeyin acısı taş gibi oturur böğrüne. O zaman anlar ki doyamamıştır.

Hayata bir başka bakar yitiren insan. Birçok şeyin önemi kalmaz artık onun için. Bir parçası dünde kalır hep. Artık bir ömür değerini bilir yitirilen şeyin. Yitirmek bombok bir şeydir.

Her geçen gün, her dakika, her saniye bir şeyleri yitiriyoruz. Yitiriyoruz da ne kadar farkındayız bunun orası şüpheli. Ya da ne kadar değerini biliyoruz sahip olduklarımızın?

Aslında farkında olmamak da bir kayıp değil mi? Büyüyoruz anneyi babayı yitiriyoruz daha onlar yaşarken. Bir tabak daha eksiliyor sofralarından. Gençliğimizi yitiriyoruz. En kötüsü bugünlerde de gururumuzu. Belki de en önemlisi umutlarımız eksiliyor hayatımızdan, soframızdan farkında bile olmadan. Ele ele tutuşmanın, bir sıcak busenin tadını yitiriyoruz. Sıradanlaştırıyor, standartlaştırıyoruz hayatı.

Eksilenlerin farkında olmadığımız için oluyor bunların hepsi. Yitirdiklerimizin farkında olmadığımız için bize ceza veriliyor sanki. Farkında olduğumuz zaman yitirmenin, acı çekiyoruz. Rezalet bir acı hem de. Sevdiğini onu en çok sevdiğinin farkında olduğun zaman yitirmenin acısı gibi bir acı.

Fakat yitirdiklerimizin çoğunun farkında bile değiliz ne yazık ki. Oysa onlar bir zamanlar bizi mutlu etmişti. Farkında olmasak da varlıklarından dolayı daha güçlü, daha tutkulu, daha umutla bakıyorduk hayata. Zaten farkında olmadığımız için yitiriyoruz ya onları.

Sağlığımız bile bir ömür boyu bizimle değil. Bugünlerde herkes, her şey kaypak, güvenilmez. En başta da biz, kendimiz…

Özgüvenimiz, heyecanlarımız, coşkumuz, dürüstlüğümüz, cesaretimiz, öğrenme isteğimiz, hayata tutunma kararlılığımız…

Yitiriveriyoruz hepsini yaşamımızdan birer birer. Güneşin doğmasının güzelliğini, yağmurda ıslanmanın tadını, aşık olmayı, basit bir öpücüğün heyecanını, seni seviyorum demenin, seni seviyorum denilmenin güzelliğini, çok susamışken kana kana, lıkır lıkır içilen bir gazozun boğazınızı yakarken hissedilen doyumu, bir bakışın delip de geçmesini yüreğini, eve erken gelen bir babanın sevincini, pazar sabahları hep birlikte yapılan kahvaltıların güzelliğini, tüm ailenin yine bir arada olmasının verdiği huzuru ve güveni, sıcacık bir çıtır simitle birlikte içilen demli bir çayın keyfini, eşinle, belki de çocuklarınla birlikte olmanın mutluluğunu yitiriveriyoruz yaşam soframızdan, kanıksıyoruz, sanki bir ömür boyu bizimleymiş bize tapuluymuşlar gibi yaşıyoruz.

Bizi mutlu eden, bizi biz yapan, bizi insan kılan ufak şeylerin farkındalığını yitiriyoruz farkında bile olmadan. Evlilik yıldönümleri, yaş günleri, anneler, babalar günleri görev günleri oluveriyor asıl amacından saparak. Oysa her gün o gün olmalı.

Her günü evlilik yıldönümü, ilk öpüştüğümüz gün, ilk elini tuttuğumuz gün, onu ilk gördüğümüz gün, doğum günü, anneler-babalar günü gibi kutlasak ne olur? Öyle yaşasak her günü ne kaybederiz?

Zaten kaybediyoruz, zaten sıradanlaştırıyor, vasatlaştırıyor, görevler haline getiriyoruz ilişkilerimizi. Bayramları artık tatil diye seviyoruz. Şehirden kaçmak için bahane olarak görüyoruz. Evdeysek bile kapıları açmıyor deliklerden usulca bakıyoruz çıt bile çıkarmadan. Telefonları açmıyor, şöyle bir rahat rahat uyusak diyoruz içimizden. Oysa unutuyoruz ölümün uyumak demek olduğunu ve zaten er ya da geç hepimizin bir gün istediği kadar uyuyacağını.

Uyuyarak hayatı kaçırıyoruz. Bayramdan kaçarak ilişkileri yitiriyoruz, ruhumuzu bilmeden öldürüyoruz. Zul geliyor bize bayramlaşmak artık. Oysa çocukluğumuza geri dönünce şimdiki çocuklar için anlamı tatil olan bayramların anlamı değişiveriyor birden bizim için.

Kent Şekerlerinin reklamları hatırlatıyor bize çocukluğumuzu ne yazık ki.

Yanımızda ihtiyacımız olduğu zaman bize öğüt verecek bir anne, bir babayı onlar yaşarken bile bile yitiriyoruz. Unutuyoruz bir yerlerde bizi bekleyen yüreklerin olduğunu.

Unutuyoruz sesimizi duydukça keyiflenen, bizi gördükçe, sarıldıkça bize, bize öğüt verdikçe, konuştukça bizimle gittikçe gençleşen birilerinin olduğunu.

Kart atmayı da unuttuk almayı da. Mektuplara “Uzun süredir yazamadım ama…” diye başlamayı da…

SMS’leşiyoruz. Şimdilerde twit atıyoruz, face’ten haberleşiyoruz.

Umarsız oynanan kartopları, yapılan kardan adamlar,

Çok sevdiğin bir ayakkabıyı giymek,

Kendini her geçen gün daha iyi hissetmek,

Gelen misafirlerin, gidilen misafirliklerin güzelliği,

Aşk acısı çekmenin, saatlerce telefon başında beklemenin mayhoş tadı,

Ve daha nice şeyler…

Ortalama yaşam süresi uzuyormuş Türk insanının.

Bana ne! Uzasa ne olacak ki? Yitiriveriyoruz hayatımızdan tüm güzellikleri ışık hızıyla…

ZİHİNSEL FİTNESS

1. Şöyle bir bakın geçen yıllara. Çocukluğunuza, gençliğinize bakın neler eksilmiş hayatınızdan tekrar bir hatırlayın ve yitirilenleri yazın…

OLAĞANÜSTÜ BİR YAŞAM…

Sıradan mısınız? Herkes gibi bir hayat sürdürüyor, herkese benzer düşler kuruyor, herkesin yaptıklarına benzer şeyler yaparak yola devam ediyorsanız heyecanlarınız da, hedefleriniz de yaşamınız da sıradandır.

Sıradan bir insansanız başarının anlamı da sizin için sıradan olacaktır. Sıradan olmak vasat olmaktır. Normal olmaktır. Fiziksel, ruhsal anlamda normal olmak iyidir. Ancak düşünceler, heyecanlar, inançlar, tutkular, coşkular anlamında normal olmak, sıradan olmaktır. Çevrenizde birçok sıradan insan var. Onlar gibi olmak başkalarının başarı tanımları peşinde koşmanıza neden olur. Başkalarının gösterdiği hedeflere ilerlersiniz, başkalarının beklentilerini gerçekleştirmeye yol alırsınız.

Peki ya siz? Sizin hedefleriniz, sizin beklentileriniz, sizin hayalleriniz? Bunun için normalden ayrılmalısınız. Yaşamda yenilikleri oluşturanlar sıra dışı düşünen ve hareket edenlerdir. Normaller onları takip ederler. George Bernard Shaw, “Normal insanlar, kendilerini içinde bulundukları dünyaya adapte ederler. Sıra dışı insanlarsa dünyayı kendilerine adapte etmeye çalışırlar. Bu nedenle bütün gelişmeler ve değişimler sıra dışı insanların eseridir.” diyor.

Hayatta takip eden mi, takip edilen mi olmayı tercih etme seçimi size kalmış.

Benim asıl mesleğim doktorluk. Ben bir tıp doktoruyum. Yedi yıl aktif doktorluk yaptım, polikliniklerde, sağlık ocaklarında, hastanelerde, acil servislerde çalıştım. Fakat bugün başka bir kulvarda hayat koşuma devam ediyorum. Kitabın girişinde yazmıştım.

Eskiden bu güne hayalimde çok da yeri olmayan doktorluk, eminim birçok kişinin hayallerini süslüyor. Birçok insanın hayali benim ellerimdeydi, onu elde etmiştim. Ancak benim hayalim değildi. Onu geri çevirdim. Biliyorum ki benim hayallerim de başkalarının geri çevirdiği şeyler. Ben hayatta bu değişim kararını alana kadar takip eden, taklit eden konumdaydım. Bilinçsizce bir takip ve taklit. Herkes doktorluğu iyi, kalıcı, yüce bir meslek olarak görüyordu. Gerçekten de öyledir. İnsanlarda ölüm ve hastalık korkusu oldukça doktorluk gücünü koruyacaktır. Fakat benim hayalim o değildi. Anlamıştım. Ben vasat düşüncenin içine düşmüştüm. Bu vasat, sıradan yaklaşım bana sıra dışı, bana özgü, gerçekten istediğim şeymiş gibi de geliyordu. Oysa ben başkalarının beklentilerini hayallerini gerçekleştirme yolunda hızla ilerliyordum. Ben de sıradan insanlardan biriydim. İçimde başka heyecanlar, tutkular yanıp tutuşurken sıradan yaşam sürüyordum. Değiştirdim. Ben yaşam kulvarımı değiştirdim. Hem de tek kulvar yerine birçok kulvarda yoluma devam ediyorum. Ben çevremi, dünyayı kendime adapte etmeye çalışıyorum. Kolay olmuyor, ancak müthiş keyif alıyor, heyecan duyuyorum.

Kendimi gerçekleştirme, kendimi bulma yolunda adım adım ilerliyorum. Beni başarı motive ediyor. Hayatımı başarı odaklı hale getirdim. Hayallerimi, isteklerimi, tutkularımı başarı ile gerçekleştirmeye odakladım kendimi. Yaşam, atletizim pistlerindeki bazı yarışlar gibi kesin çizgilerle ayrılmış kulvarlardan oluşmuyor. Hayat dediğimiz şey, istediğinizi elde etmek, düşlerin peşinden koşmak kısa mesafeli bir koşu değil. Kulvarınızın dışına çıkmanıza engel olacak kurallar yok. Mutlu ve mutsuz insanlar arasındaki en önemli fark koştukları kulvarların sayısıdır. Mutlu olanlar birden fazla kulvara sahiptirler. Hayattaki seçenekleri fark etmiş ve kendi seçeneklerini yaratmışlardır. Aslında kulvarın dışına çıkarak yol almak önemli. Kulvarın dışına bir kez çıkarsanız da başarının tanımının, mutluluğun ve hayatın tanımının değiştiğini görürsünüz.

Başarının temeli içsel başarıdır. Önce kendinizle barışık olmalı, kendinize karşı başarılı olmalısınız. Kendi yaşamının bilincinde olan insan hayata farklı bakar. Aynanın karşısına geçip kendinize baktığınızda ne düşünüyorsunuz? Gözlerinizin içine baktığınızda neler hissediyorsunuz? Kendi ile yüz yüze gelemeyen insan için başarının anlamı maddiyattır. Oysa başarmak bir sonuç değildir. Mutluluk bir sonuç değildir. Başarı ve mutluluk yaşam yolculuğunda hedeflerinize, vizyonunuza ilerlerken elde ettiğiniz bir yan üründür. Asıl ürün sizsiniz, sizin hedeflerinizdir.

Başarının ve mutluluğun sırrı, hayatta gerçekten istediğiniz şeyleri yapmak ve o yolda ilerlemektir. O yolda ilerlerken başarı da, mutluluk da sizin adresinize mutlaka uğrayacaktır. Başarı ve mutluluk için vasatlıktan kurtulmalısınız. Vasat düşünmekten, normal olmaktan, herkes gibi olmaktan sıyrılın.

Megolaman olun. Kendinize inanın. Hedeflerinize inanın.

Patolojik boyutta bir hastalık olarak değil, özgüven, kendine inanç, saygı ve kararlılık anlamında megolaman olun. Kendinize güvenin. Var olanı kenara bırakın, var olmayanı var etmeye çalışın. Başarı burada yatıyor…

Diğerlerine bakmayın, onları geçmeye, onlara ulaşmaya çalışmayın sadece ve sadece kendinizden daha iyi olmak, kendinizi aşmak için çaba gösterin. Çıtayı sürekli yükseltin. Sonuçta herkesin önünde olduğunuzu göreceksiniz.

Peki ya başarısız olmak? Başarısız olup da vazgeçmek?

Vazgeçmek demek, kapıları kapatmak, pes etmek demektir. Düşünün hayatta vazgeçmeyip devam ettiğiniz inatla üzerine gittiğiniz kaç işte başarılı oldunuz? Yüzmeyi düşünün, araba kullanmayı öğrendiğiniz günleri, bisiklete binmeye çalıştığınız günleri düşünün. İlk seferinde vazgeçseydiniz, bugün yapabiliyor olabilir miydiniz? Bugün yaptığınız, size çok kolay ve sıradan gelen birçok şeyi vazgeçmeyerek öğrendiniz.

İlk denemenizde vazgeçseydiniz şimdi ne durumda olurdunuz? Vazgeçmemenin değerini bilin, mücadale ruhunuzu kaybetmeyin.

Başarısızlık da başarı yolunda önemlidir. Vazgeçmeyin. Başarı için ilerlemek, risk almak demektir. Risk almadan ilerleyemezsiniz. Risk kültürünün, yaratıcılık kültürünün en önemli parçası başarısız olmaktır. Başarısızlıklarınızı sevin. Onlardan ders alın. Başarısızlıklarınızdan hızlı öğrenin.

Başarının standardı yoktur.

Başarının sonu yoktur.

Başarı taklit edilemez.

Başarı kopya edilemez.

Başarı sizsiniz. Başarı sizin yaptıklarınıza katmış olduğunu anlam ve değerdir.

Her attığınız yeni bir adım başarıdır.

Paranoyak olun.

Sürekli bulunduğunuz yerden, yaptıklarınızdan yeterlilik anlamında kuşku duyun. Daha iyisinin, daha yenisinin, yapılmamışının, bir adım ötesinin peşinde olun. Başarının çıtasını siz koyar ve ancak onu siz aşabilirsiniz. Birileri çıtayı yükseltir, fakat kendi çıtasını yükseltir. Siz de kendi çıtanızı sürekli yükseltmelisiniz.

Yaşamı, yaptıklarınızı sürekli sorgulayın.

Hayata doyumsuz bir merakla yaklaşın.

Hayatta birçok konuda yapmak istemediğimiz şeyleri yapmak durumunda kalmıyor muyuz?

Çoğumuz için önceden çizilmiş bazı sınırlar var ve biz o sınırlar içinde hareket edebiliyoruz.

Sanki maymunların hikayesini bize yaşatıyorlar.

“Bir kafese beş maymun koyarlar. Ortaya bir merdiven ve tepeye de büyük bir hevenk muz. Her bir maymun merdiveni çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine basınçlı soğuk su sıkarlar… Her maymun aynı denemeye giriştiğinde soğuk su ile ıslatılır. Bütün maymunlar denemelerinin sonunda sırılsıklam olurlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır.

Bir süre sonra su kapatılır ve maymunlardan biri çıkarılarak yerine yeni bir maymun konur. Yeni maymunun yaptığı ilk işi merdivenlere tırmanmak olur, fakat diğer eski dört maymun yeni maymunu engeller ve döverler. Daha sonra ıslanmış eski maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir. Yeni maymun merdivene yaptığı ilk atakta dayağı da yer. Bu yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven kafese ilk konan yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni maymun ilk atağında diğerleri tarafından cezalandırılır. Kalan iki ıslak maymun hariç diğerlerinin en yeni maymunu neden dövdükleri konusunda bilgileri yoktur, fakat döverler. Son olarak dördüncü ve beşinci ıslak maymun da yenileri ile değiştirilir. Tepede bir hevenk muz olduğu halde artık hiçbir maymun merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmektedir…”

Bazen düşünüyorum da acaba biz ıslanmış maymunlardan mıyız, yoksa diğerlerinden mi?

Yaşamda “Böyle gelmiş böyle gitmektedir” diye düşünmeyelim. “Böyle gelmiş böyle gitmez” diye sorgulayalım.

Anlayışımızın değişmesi gerekiyor. Hiçbir şeyi oluruna bırakmayın. Kontrolü ele alın. Yeteneklerinizi, hayallerinizi, yüreğinizi küstürmeyin. İçinizde bir yerlerde sıkışıp kalmış “Gerçek Siz”i çıkarın ortaya. Onların da bizden istediği bu zaten; yüreğimizdeki, ruhumuzdaki, beynimizdeki yangını söndürmek, bizi kısıtlamak, bizi sınırlamak istiyorlar.

Onların istediği gibi olmamızı istiyorlar bizden. Sıradan, vasat, normal dedikleri insanlardan olalım istiyorlar.

Gelecek sıra dışı insanların eseridir. Bu geçmişte de böyle oldu, gelecekte de böyle olacak.

Yaşamı yaşanabilir kılan şeyler sıra dışı şeylerdir. Sizi o kalıplara sokmalarına izin vermeyin. Direnin. Olağanüstü yaşamın kapılarını aralayın. Sesinizi yükseltin. Bir yangının külünü yeniden yakıp geçin…

Peki ya siz kendiniz olmayı, farklı olmayı, yenilikler yapmayı, yaşamınızı olağandışı kılmayı göze alabiliyor musunuz? Almalısınız…

ZİHİNSEL FİTNESS

1. Taklit bir yaşam sürdüğünüzün göstergeleri nelerdir?

2. özgün bir hayat yaşadığınızın göstergeleri nelerdir?

HARCARKEN ÖLÜYORUZ…

Hayatımızı harcamak üstüne kurmuşuz. Sürekli bir şeyler satın alıyor, bir şeyler satın almanın hayalini kuruyoruz.

Harcarken hayatımızı harcıyoruz. Harcayıveriyoruz kendimizi.

Yaşamda ayakta kalma maliyetimizi sürekli yükseltiyoruz farkında olmadan. Maliyet yükseldikçe bedel de yükseliyor. Yaşam standardını artırmak mutlu etmiyor insanı.

Artırmamız gereken standart yaşam kalitemiz olmalı. Yaşam kalitesi de çok kazanıp çok harcayarak elde edilecek bir şey değil. Hayatta ayakta kalma maliyetiniz, yani standardınız ne kadar yüksek olursa ondan kolay vazgeçemezsiniz.

Ve mutluluğu onda aramaya başlarsınız, fakat yetmez. Asla yeterli olmaz. Standardı sürekli yükseltmek zorunda hissedersiniz kendinizi.

Doygunluk noktasına gelince başka arayışlar başlar bu sefer. Paranın, gücün, satın alınabilecek her şeye sahip olmanın aradığınız şeyi getirmediğini görürsünüz.

Bu kadar yüksek maliyetle ayakta kalma ya da hayatta kalma mücadelesi sırasında insanlığımızı yitiriyoruz. İnsani özellikleri kaybolmuş insancıklar oluyoruz.

Kazanıp harcamaya bakıyoruz. Dün bizi mutlu eden bir şey ki bu yeni alıp da ilk kez giydiğimiz bir gömlek, ayakkabı, elbise, etek de olabilir bir araba, ev, takı, CD de ya da gittiğimiz bir bar ve orada içtiklerimiz, dinlediklerimiz de. Ertesi gün tüm bunlar bizi mutlu etmemeye başlıyor.

Mutlulukların tekrar gösterimi reyting getirmiyor. Paraya odaklayarak elde ettiğimiz her şey bir seferlik, bir anlık bizi mutlu kılıyor. Sonrası yeni arayışlar, yeni mutluluk kaynakları, yeni harcamalar.

Ve her seferinde bir öncekinden daha fazlası…

Yalnızlığımızı, sorunlarımızı, bağımlılıklarımızı, korkularımızı, endişelerimizi harcayarak çözmeye çalışıyoruz ya da harcama, zenginlik hayalleri ile. Hiçbir sorunumuzun farkına doğrudan varamıyoruz.

Hayatımız birbirinin aynı tek düze akıp gidiyor avcumuzdan. Bu akıntı içinde de hayatımızdaki hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimize inanmaya başlıyoruz. Bu inanç yavaş yavaş olduğu için buna karşı koyamıyoruz da. O zaman nasıl yaşıyorsak öyle yaşamaya devam etmeye başlıyoruz. Her şeyi olduğu gibi kabul edip, değişime direnmeye başlıyoruz.

Bu noktada da mutsuzluğumuz başlıyor. Mutsuzluğumuzun, huzursuzluğumuzun esas kaynağı bu. Mutsuzluğumuzdan da para kazanıp harcayarak kurtulmaya çalışıyoruz.

Harcama herkese göre değişiyor. Önemli olan hayatı bir şeyler satın alma üstüne kurmamaktır. Harcama üstüne kurulan bir yaşam sizi tatminsiz kılar. Tatminsizlikse insanı mutsuz kılar.

Oysa ruhsal tatmin, huzur satın alınacak şeyler değildir. İçinizden gelir. İnsan olmanın niteliklerini tekrar hatırlar ve yaşama geçirirsek parayı amaç olmaktan çıkarabiliriz.

Başarabiliriz. Paranın hiç mi önemi yok. Para tabi ki önemli. Para ile mutlu olabileceğin bir hayatı yaratabilirsin, olanaklarını artırabilirsin.

Para mutluluğu satın almaz derler. Alır, hem de nasıl alır. Sizi mutlu edecek şeyleri almanıza yarar para. Ancak diğer taraftan da doğrudur bu söz. Ancak bu parasız kalmak için bir gerekçe değildir.

Güç, kariyer, ün, şöhret, servet ancak ve ancak istediğiniz duyguları, mutluluğu sağlıyorsa yaşamın tadını artırabilir. Gerisi boştur, boş…

İnsan parası olmadan da zenginliği yakalayabilir. Zenginlik dediğimiz şey kişiseldir ve ihtiyaçlarınızla, isteklerinizle bağlantılıdır. Zengin olmak için paraya ihtiyacınız yoktur.

Sahip olduğunuz manevi unsurların değerini bilmek de zenginliktir.

Sevenler, dostlar, nefes alabilmek, yürüyebilmek, düşünceleri ifade edebilmek. Sahibi olduğunuz her şey sahip olmayan birine göre bir zenginliktir. Bu açıdan bakınca her şey bir zenginlik olabilir. Eninde sonunda parayla da parasız da ihtiyaç duyduğumuz veya sonuçta elde ettiğimiz şey duygularımızdır.

Mutluluk dediğimiz şey beklediklerinizin ötesine geçmek değil midir? Beklediğinizden fazlasını elde etmeniz sizi mutlu eder. Beklentilerin altında kalmak mutsuz, beklentilerinizi tam olarak yakalamak ise doyum sağlar. Mutlulukları oluşturan şeyler ise küçük küçük mutluklardır.

Beklentilerinizi yükseltmek yaşam standardınızı da yükseltir. Çıtayı yüksekte tutmak ulaşmayı da zorlaştırır. Bu durumda mutsuzluk kapıdadır.

Daha önce yaşamadığınız her basit deneyim önce sizi mutlu eder, sonra yetmez olur. Basit bir giysi bile önce size keyif verirken, modeli ve fiyatı ne olursa olsun ilk aldığınız araba sizi mutlu ederken modeller yükseldikçe, fiyatlar arttıkça o keyif duygusunun artık kalmadığını görürsünüz. Bu nedenledir ki para belirli bir süre sonra sizi mutlu etmez. Mutluluğu başka şeylerde aramaya başlar o döngünün başına gelirsiniz. Yine kendinizle baş başasınızdır. Mutluluğu kendi içinizde aramaya başlarsınız. Mekanlarda, arabalarda, takılarda, giysilerde değil, dostlarda, sevdiklerinizde ararsınız. İşte bu sadece gücün, kariyerin, paranın mutluluk getireceğini varsaymanın doğru olmadığının göstergesidir.

Önce kendiniz dışında mutluluk kapıları ararsınız sonra yine kendinize dönersiniz. Bu dönüşü sağlayan para, kariyer, güç ile elde etmiş olduğunuz yaşanmışlık, tatmin duygusu değil bunların sizi gerçekten mutlu etmeye yetmediğini ve sürekli çıtanın yükseklere çıktığını fakat hala beklediğiniz sonuca ulaşamamış olduğunuzu anlamış olmanızdır. Başka bir şey değildir.

Gün gelir sahip olmak için yanıp tutuşup da sahip olduğunuz her şey size sahip olur. Ancak her şeyinizi kaybettiğiniz ve dibe vurduğunuz zaman hayat yeniden başlar.

Sizi güçsüz kılan sahip olduklarınızı kaybetmeniz sizin özgürlüğünüz olacaktır.

Züğürt Ağa filmini tekrar seyredin beni daha iyi anlayacaksınız.

ZİHİNSEL FİTNESS

1. Kendinize bakın bakalım son bir haftada, ayda, yılda gereksiz ne harcamalar yapmışsınız?

2. Ruhsal tatmini harcama yerine nelerde bulabiliriz ve neden bu kadar harcıyoruz?

3. Züğürt Ağa’dan çıkardığınız ders nedir? Yoksa hala seyretmediniz mi?

Бесплатный фрагмент закончился.

399 ₽
159,70 ₽