Читать книгу: «Peygamberimiz»
KİTAP VE YAZAR HAKKINDA
Muhammed Ali Lâhûrî (1874-1951)
Mevlana Muhammed Ali, Ahmediye hareketinin Lahor kolunun kurucusudur. Hindistan’da, Murar’da (Kapurthala) doğdu.1 Muhammed Ali, Batı tarzındaki okullarda öğrenim gördü ve 1894’te Lahor’daki Government College’dan mezun oldu. S. Muhammed Tufeyl, onun İslam hakkında düzenli bir eğitim almadığını ve Kur’an’ı kendi kendine öğrendiğini yazar. 1894’te Lahor İslamia College’da matematik hocası tayin edildi. İngiliz dili ve hukuk alanındaki yüksek lisansını tamamladı. 1897-1899 yıllarında Lahor Oriental College’da öğretim üyesi oldu. Bir süre avukatlık yaptı.2
Gulâm Ahmed ondaki potansiyelin farkına vardı. Ondan kendisini ilme adamasını ve İngilizce yayın yapmasını istedi.3 Mevlana Muhammed Ali, Kadiyan’a yerleşerek Gulâm Ahmed’in teşvikiyle ilmî çalışmalara başladı. Bir süre onun konuşma ve yazılarını İngilizceye çevirdi, bazı telif denemeleri yaptı. Kadiyanilerin, ilk sayısı Ocak 1902’de çıkan yayın organı “The Review of Religions” dergisinin editörlüğünü üstlendi. Gulâm Ahmed, 1905’te açıkladığı vasiyetinde kendisinden sonra cemaatini yönetmek üzere teşkil ettiği Sadr-ı Encümen-i Ahmediye’ye Muhammed Ali’yi de aldı.
Muhammed Ali ileri düzeyde bir İngilizce ve Urduca ile yazılarını yazmıştır. Yazılarını dilin tüm kuralları ve Batı araştırma metodolojisi ile donatmıştır. Muhammed Ali, Hristiyan misyonerlerinin İslam’a yönelik eleştirilerine cevap vermiştir. O, Kur’an metinlerini İngilizceye çeviren ilk Müslüman’dır. [1917]4
Osmanlılar’a kayıtsız kalan Gulâm Ahmed’in ve sonraki Kadiyanilerin aksine Osmanlı hilafetini desteklemiş, bu amaçla iki risale kaleme almıştır. Geleneksel İslam anlayışını devam ettirmesine rağmen Gulâm Ahmed’in hayatına ve eserlerine aşırı vurgu yapması, onu beklenen mesih olarak anması, modernist görüşlerinde Seyyid Ahmed Han ile Batıcıları takip etmesi, modern bilimin verilerine çok güvenmesi yüzünden birçok kişi ona tereddütle yaklaşmıştır. Ebü’l Hasan Nedvî, 1959’da yazdığı kitabında Muhammed Ali’nin görüşlerine olumsuz bakışını ilmî seviyede sürdürürken eserlerinde aşırı bir çizgi takip eden İhsan İlahi Zahir, onu, Müslümanları aldatmakla suçlamıştır. Pakistan’da ulemanın girişimiyle Kadiyanilerin hem Kadiyan kolu hem Muhammed Ali’ye bağlı Lahor grubu, İslam dışı azınlık ilan edilmiş, bu hüküm anayasaya ve ceza kanununa da konulmuştur. Neticede Lahor Ahmedileri, Pakistan’da pasif hâle gelmişlerse de başka ülkelerdeki faaliyetlerini yaygınlaştırmışlardır.5
Gulâm Ahmed’in halifesi Hakîm Nûreddin’in 1914’te ölümü üzerine ikinci halife seçilen Mirza Beşîrüddin, Gulâm Ahmed’in peygamberliğine inanmayanları kâfir ilan edince cemaat ikiye ayrıldı.6 Muhammed Ali bazı arkadaşlarıyla birlikte Kadiyan’ı terk edip Lahor’a yerleşti. Burada Ahmediye Encümen-i İşaat-ı İslam adıyla cemaatin bir şubesini açtı ve ölümüne kadar başkanlığını yaptı.7 Cemaat faaliyetlerinin büyük bir kısmı Lahor merkezli olarak yürütüldüğü için bu yeni hareketin mensuplarına Lahorî Ahmedîleri denildi. Muhammed Ali, cemaat faaliyetleri için şube açmak ve tebliğde bulunmak amacıyla yakın bölgelere seyahatler düzenledi, dünyanın çeşitli bölgelerine davetçiler gönderdi. 13 Ekim 1951 tarihinde Karaçi’de öldü ve Lahor’da defnedildi.
Mevlana Muhammed Ali’nin “Ku’ran-ı Kerim”, tefsir, hadis, kelam ve mezhepler tarihi ile ilgili pek çok eseri mevcuttur. Siyer ve İslam tarihi ile ilgili eserleri aşağıda verilmiştir.
Kendilerinden ayrıldığı Kadiyaniler kadar iyi teşkilatlanmış olan Muhammed Ali; Kadiyaniliğin, Kadiyan ve Rebve koluna sert eleştiriler yöneltmiş; Ahmedîliğin asıl amacının İslamiyeti yaymak olduğunu söylemiş; peygamberliğin Hz. Muhammed ile sona erdiğini, Gulâm Ahmed’in peygamber değil müceddit ve beklenen mesih olduğunu ileri sürmüş; Gulâm Ahmed’in kitaplarındaki vahiy ve nübüvvet gibi ifadelerin sembolik anlatımlar şeklinde ve tasavvufi çerçevede anlaşılması gerektiğini belirtmiştir.
Siyer ve İslam Tarihiyle İlgili Eserleri
“Ahmed-i Müctebâ” [Lahor 1917], Kur’an’da, Hz. İsa tarafından Ahmed ismiyle müjdelendiği bildirilen kişinin [61.Saf 6] Hz. Muhammed olduğunu ispatlamak amacıyla telif edilen eserde Mirza Mahmud Ahmed’in, Gulâm Ahmed’in nebi olduğu yolundaki yanlış inancını reddedici mahiyette izahlara da yer verilmiştir.
“Muhammad and Christ” [Lahor 1922], Hristiyan misyonerlerin Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den daha üstün olduğu iddiası üzerine telif edilen eserde Hz. Muhammed ile Hz. İsa, Kur’an’daki ayetler ışığında karşılaştırılmıştır. Geniş ölçekli ün kazanan eser Doğu’da (Asya) ve Batı’da on beş farklı dile çevrilmiştir.
“Tarih-i Hilafet-i Raşide” [Lahor 1924, 1932], Dört halife dönemiyle ilgili olan eser, Mevlana Ya’kub Han tarafından “The Early Caliphate” adıyla İngilizceye tercüme edilmiştir. [Lahor 1932-1947-1951]”
“Hâtemü’n-Nebiyyin” [Lahor 1937], Urduca bir siyer kitabıdır.
“Living Thoughts of the Prophet Muhammad”. [London 1947] Eser müellif tarafından Urducaya çevrilmiş ve “Zinda Nabi ki Zinda Ta’lim” adıyla yayımlanmıştır. [Lahor 1948]8
“Sîretü Hayrü’l-Beşer” [Lahor 1919], Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili olup müellifin en meşhur eserlerinden birisidir. Eserde yeri geldikçe İslam karşıtlarının Hz. Peygamber’e yönelik eleştirilerine de cevap verilmiştir. Muhammed Mustafa adıyla bir muhtasarı da bulunan eserin [Lahor 1929] “Muhammad the Prophet” adlı İngilizce çevirisi Mevlana Muhammed Ya’kub Han tarafından yapılmıştır. [Lahor 1924] Bu tercüme “The Prophet of İslam” adıyla ihtisar edilmiştir. [Lahor 1928] Müellif, kitabın İngilizce tercümesinin ikinci baskısına [Lahor 1932] “Islamic Wars” ve “The Alleged Atrocities of the Prophet” [Lahor 1930], adıyla iki risale eklemiştir. Eserin bu baskısının otuzu aşkın dile çevrildiği belirtilir. Eser, Ömer Rıza Doğrul tarafından “Peygamberimiz Aleyhisselam” [İstanbul 1341-1342], Ali Genceli tarafından “Peygamberimiz’in Hayatı: Sîretü’n-Nebî” adıyla Türkçeye de çevrilmiştir.
Mevlana Muhammed Ali’nin Metodolojisi
Mevlana, eserin ilk iki bölümünde İslamiyetten önce Arap Yarımadası’nın genel durumu hakkında bilgi verir. Üçüncü bölümde kutsal kitaplarda Hz. Muhammed’in müjdelenmesi üzerinde durur. Tevrat’tan ve İncil’den parçalar verip bunları Kur’an’dan ayetler ile destekleyerek Hz. Muhammed’in kutsal kitaplarda müjdelendiği sonucuna varır. Beşinci bölümde; Hz. Muhammed’in ataları ile ilgili bilgiler verir. Altıncı bölümde Hz. Muhammed’in nübüvvetten önceki hayatını anlatır. Özellikle “el-Emin” sıfatını alışı, “hilfu’l-Fudûl”a katılışı, Kâbe’nin tamiri esnasındaki hakemliği ve “Hacerü’l-Esved”i yerine koyuşunu anlatır. Maun Suresi’nin ayetlerine atıfla Hz. Muhammed’in yetimlere, yoksullara ve çaresizlere karşı çok iyi davrandığını belirtir. Daha sonra vahyin başlangıcı, ilk Müslümanlar ve Habeşistan’a hicreti anlatır. Onuncu bölümde Garanik Olayı ile ilgili olarak bazı değerlendirmeleri mevcuttur. Taberi ve Vakıdi’nin rivayetlerinin temel alınarak tüm hayatı putperestlikle savaş ile geçen bir Peygamber’in putlara secde etmeyeceğini, onları tanımayacağını belirtir. Bu rivayetlerin mevsuk olduğunu belirtir. Daha sonra Hz. Muhammed’in ve ilk Müslümanların çektikleri eziyetleri uzun uzun anlatır. Medine’ye hicreti anlatır. Ancak Hz. Muhammed’in kendi can korkusuna hicret etmediğine vurgu yapar. Öyle olsa idi; önce kendisi giderdi şeklinde bir değerlendirmesi vardır. Hz. Peygamber’in Allah’a tam güvendiğini, davasına sadık olduğunu belirtir. Bu yüzden Hz. Peygamber’in en son hicret ettiğini belirtir. Batılı yazarların kitaplarından bölümler vererek onların Hz. Muhammed’in çok kısa bir sürede bu kadar değişiklik meydana getirmesine hayranlıklarını belirtir.
Medine anayasası üzerinde durur. Hz. Peygamber’in, barışı her zaman ön planda tuttuğuna vurgu yapar. Bedir Savaşı’nı anlatırken, coğrafya bilgisini de kullanarak tam bir tarihçilik yapmıştır. Ebu Süfyan’ın Mekke’ye göndereceği habercinin ve gelecek yardımın en az otuz günlük bir sürede geleceğini Bedir’in Mekke’ye üç günlük mesafede bulunduğunu, dolayısıyla Mekkelilerin çok önceden hazırlık yaptıklarını belirtmektedir. Olayın yanlış anlaşıldığını hatta Müslüman tarihçilerin bile bu gerçeğin farkına varamadıklarını belirtir. Bedir Savaşı’nda Allah’ın yardımı ile hakkın batıla üstün geldiğini belirtir. Görüşlerini ayetler ile desteklemektedir. Hudeybiye Antlaşması’na kadar olan bölüm klasik kaynaklara uygun bir şekilde anlatılmış, yer yer ayetler ile desteklenmiştir. Hudeybiye Antlaşması’na ayrı bir önem vermiş, Müslümanlığın ve Hz. Muhammed’in birinci gayesinin barış olduğunu antlaşma esnasındaki olaydan örnekler vererek ortaya koymaya çalışmıştır. İslam dinin, barış ortamında daha hızlı yayılacağını savunmaktadır ve bu görüşüne Hudeybiye’den Mekke’nin fethine kadar geçen yaklaşık üç yıl gibi kısa bir sürede Müslümanların on bin asker toplayabilmesini delil olarak gösterir.
Mekke’nin fethini ve Huneyn Savaşı’nı, İslam’ın bütün Arabistan’a yayılışını klasik kaynaklara uygun bir şekilde anlatmıştır. Veda hutbesi’ni anlattıktan sonra Hz. Muhammed’in evliliklerinden bahsetmiştir. Hz. Muhammed’in iddia edildiği gibi şehvet düşkünü olmadığını, hayatının elli beş yılını tek eşli geçirdiğini belirterek yapılan evliliklerin siyasi ve insancıl olduğunu belirtmiştir. Peygamberimiz’in güzel ahlakını ayet ve hadislerle anlatarak kitabını bitirmiştir.
Kaynak olarak gerek klasik kaynaklar gerekse Batılı kaynakları rahatlıkla kullanmıştır. Anlatımlarını Kur’an’dan ayetler ile süslemiştir. Ara ara bilimsel tarihçiliğin tüm unsurlarını kullansa da yer yer savunmacı bir tarih anlayışı benimsediği görülür.
Dr. Zekeriye Akman Ankara, Ocak 2013
BİRİNCİ BÖLÜM
ARABİSTAN VE ARAPLAR
Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke’de, dünyalar için mübarek ve doğru yol gösteren Kâbe’dir. 9
“Arabistan Yarımadası” ismiyle bilinen memleket; Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının bulunduğu doğu yarım kürede, merkezî bir yer işgal eder. Arabistan âdeta eski dünyanın kalbi gibidir. Bir din tesis eden peygamberlerin sonuncusu olan Peygamber Efendimiz’in ataları bu memlekettendir. Doğuda Basra Körfezi, batıda Kızıl Deniz, güneyde ise Umman Denizi, Dicle ve Fırat nehirleri mevcuttur. yarımadanın doğusundaki Basra Körfezi’ne dökülen Dicle ve Fırat nehirleri, kuzeydoğuda sanki tabii bir sınır gibidir. Coğrafyacılar Irak ile Arap Suriye’sini, yarımadanın bir parçası olarak kabul etmişlerdir. Irak ve Suriye diyarı çıkarıldığında, Arabistan Yarımadası 12.000 mil karelik bir alandır. Bu sahanın hemen hemen üçte birini çöller teşkil eder. Böyle olmakla beraber yarımadada küçük akarsulara da rastlanır. Fakat bunlar çöllerde kaybolur gider. Yarımadada kuzeyden güneye doğru uzanan dağ silsilesinin en yüksek noktası 2400 metreye ulaşır. Yarımadanın başlıca mahsulü hurmadır. Eski devirlerde burası; altın, gümüş, kıymetli taşlar ve baharatıyla meşhurdu. Arabistan’da en kıymetli hayvan ise deve ile attır. Arap atı, güzelliği, sureti ve hareketliliği itibarıyla emsalsizdir.
Hâlihazırdaki siyasi taksimat, Irak ile Arap Suriye’sini Arap Yarımadası’nın bir parçası olarak tanımamaktadırlar. Aslında bunlar Arabistan’ın bir parçasıdırlar. Irak, İran’a bitişik olarak uzanır. Uzun bir zaman İslam eğitim sisteminin bir merkezi olarak Basra ve Kufe, Hz. Ömer zamanında tesis olunmuşlardı. Arap Suriye’si kuzeydedir; Halep’e kadar uzanır. Bu sebepten Arap coğrafyacıları, Arabistan’ın kuzey sınırını Fırat nehri olarak gösterirler. Hz. Musa’nın vahiy aldığı Sina Dağı bu kısımdandır. Bir zamanlar Amalika burada büyük bir devlet kurmuştur.
Asıl Arabistan birtakım coğrafi bölgelere ayrılır. Harem-i Şerif’in içinde bulunduğu kısım Hicaz’dır. Mekke, başlangıcı kesin olarak bilinmeyen bir zamandan beri Kâbe-i Muazzama içinde bulunduğundan büyük bir hürmet görmüştür. Bu hürmetten dolayı Kâbe’nin etrafında herhangi bir düşmanca hareket yasaklanmıştır. Harem-i Şerif adıyla da anılmasının sebebi budur. Yahudilerin mukaddes kitabı Tevrat’ta, Hicaz; Paran ismiyle geçer. Hicaz’ın meşhur şehirleri Mekke, Medine ve Taif’tir. Hicaz, Kızıldeniz sahili boyunca bir dikdörtgen gibi uzanır. Hicaz’ın başlıca limanları Cidde ve Yenbu’dur. Mekke ve Medine’ye giden hacılar buralara inerler. Hicaz’ın doğu tarafından Necid ile batı tarafından Yemen’in bir parçası olan Asir ile sınırlıdır.
Arabistan’ın ikinci önemli kısmı, yarımadanın güneyinde bulunan Yemen’dir. Hadramut ile Ahkaf, Yemen’in önemli merkezleridir. Arabistan’ın en verimli parçası Yemen olduğundan, en medeni bölümü de burası olmuştur. Bugün bile o tarihlerden kalma muhteşem binaların enkazlarına rastlamak mümkündür. Su kaynaklarını dağlardan kurtarmak ve arazinin sulanmasını temin maksadıyla, burada muazzam kemerler yapılmıştı. Bunların en meşhurlarından birisi, Kur’an’da da zikredilen Ma’rib Seddi’dir.10 Yemen ayrıca madenler, kıymetli taşlar ve baharat gibi eşyaların alım satımının yapıldığı bir ticaret merkeziydi.
Kur’an-ı Kerim’in bahsettiği Ad11 Kavmi, bir zamanlar burada kendi adıyla anılan bir devlet kurmuştu. Bu bölüm ise Ahkaf adıyla bilinir. Hadramut, Yemen’in Hint Okyanusu’na en yakın olan bölümüdür. Merkezî şehri San’a, iskelesi Aden’dir. San’a’nın kuzeyinde, bir zamanlar Hristiyanlığın yayıldığı bir yer olan Necran bulunur. Resul-i Ekrem’i ziyaret eden ve Mescit-i Nebevi’de misafir edilen Hristiyan heyet buradan gelmiştir. Necran’ın kuzeyinde Asir vilayeti uzanır.
Arabistan’ın üçüncü bölümü, Cebelü’s-Sırat’ın doğusundan içlere doğru uzanan Necid’dir. Deniz seviyesinden yaklaşık olarak iki bin üç bin kademe yüksekliğinde bulunan bu bölge çok verimli bir ovadır. Hz. Peygamber’in büyük bir sefer düzenlediği Gatafan Kabilesi burada oturur. Necid, üç taraftan çöl ile çevrili, güneyde ise Yemame ile huduttur. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancı peygamber Müseyleme’yi yetiştiren Beni Hanife Kabilesi burada ikamet etmektedir.
Arabistan’ın güneydoğusunda Umman Körfezi’nin sahili boyunca Umman ismindeki saha uzanır. Merkezi Maskat olan bu vilayet sultan namını ancak ismen taşıyan bir şahıs tarafından idare edilmektedir. Umman’ın kuzeyinde Bahreyn bulunur ki incisiyle, meşhurdur. Bu sahanın batısında bir zamanlar bir hükümdarlık olan Hire mevcuttur.
Dikkate değer diğer bir saha ise bir zamanlar Semud Kavmi’nin oturduğu Hicr’dir. Burası Medine’nin kuzeyindedir. Tebük üzerine yürüyen Peygamber Efendimiz buradan geçmişti. Semud Kavmi’ne gönderilen Peygamber Salih’tir (a.s.). Tebük ve Hicr bugün Hicaz demir yolunun iki istasyonu idiler. Hicr’in doğusunda Hz. Şuayb’ın (a.s.) peygamber olarak gönderildiği Medyen şehri bulunmaktadır, Medyen’in kuzeyinde bir zamanlar Yahudilerin meşhur yerleşim merkezlerinden biri olan Hayber bulunur.
Yukarıda da söylediğimiz gibi Hicaz’ın başlıca şehirleri, Mekke, Medine ve Taif’tir, Bunlardan Taif iklimi serin, yeşillik, suyu bol, meyvenin çok yetiştirildiği bir şehirdir. Mekke’nin doğusunda bulunan bu şehir Hicaz zenginlerinin sayfiye şehridir. Mekke, tarih boyunca birçok isimle anılmıştır; Bekke, Ummü’l-Kura gibi. Mekke şehri bugün de Suudi Arabistan’ın en kalabalık üç şehrinden biridir. Her taraftan dağlarla çevrili olan Mekke en eski zamanlardan beri yarımadanın ruhani, manevi merkezidir. Bilinen tarihin en eski devirlerinden beri Arabistan’ın her köşesinden Araplar, Mekke’de bulunan Beytullah’ı ziyaret için gelirlerdi. İngiliz bir yazar olan William Muir12 “Muhammed’in Hayatı” isimli eserinde Mekke’den şöyle bahseder:
Milattan yarım asır önce yazdığı eserinde, Diodorus Siculus, Arabistan’ın Kızıldeniz’le çevrili bölümü hakkında, “Burada bütün Araplar tarafından saygı gösterilen bir mabet bulunur.” demektedir. Bu sözler muhakkak Mekke’deki Beytullah’ı ifade etmektedir. Çünkü ondan daha eski bir mabet bilinmemektedir, Arapların ananeleri, Kâbe’den başka hiçbir yerin bu hürmeti kazanmadığını göstermektedir. Yemen, Hadramut, Basra Körfezi, Suriye Çölü, Hire ve Irak havalisinden halk her sene bölük bölük aceleyle Mekke’ye gelirlerdi. Bu kadar geniş bir hürmetin bulunması muhtemelen Kâbe’nin tarihinin çok eski olduğunu gösterir.
William Muir, Kâbe’nin tarihinin eskiliğini Arap gelenekleriyle bağlantılı görmektedir. Kâbe’nin tarihinden Kur’an-ı Kerim de bahsetmektedir. Kur’an’a göre Kâbe, insanlar için yapılan ilk ev, yani ibadet maksadıyla yapılmış ilk binadır.13 İlahi vahyin nurları asırlarca önce burada parlamıştır. Mekke aynı zamanda peygamberlerin sonuncusu, Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) doğduğu yerdir. Mekke’nin tarihi olarak taşıdığı şeref, orada bulunan Beytullah sayesindedir. Kur’an-ı Kerim ayrıca Kâbe’nin Hz. İbrahim’den (a.s.) önce var olduğunu bize bildirmektedir.14
Hz. İbrahim (a.s.), oğlu İsmail’i (a.s.) oraya bıraktığı zaman Allah’a şöyle yalvarmıştı: “Ya Rabbi! zürriyetimden bir kısmını bu çıplak vadide, senin evinin yanında iskân ettim.”15 Bu da gösteriyor ki Kâbe o tarihlerde mevcuttu.
Medine-i Münevvere’nin asıl ismi Yesrib’dir. Hz. Peygamber’in Yesrib’i ikametgâh olarak seçmesinden sonra buraya, “Peygamber’in Şehri” anlamına gelen “Medinetü’n-Nebî” denilmeye başlanmıştır. Medine de çok eski bir şehirdir. Bazı tarihi deliller de Medine’nin Mekke gibi, Milattan 26 asır önce kurulduğunu göstermektedir. Burada daha önce Amalika Kavmi yaşamaktaydı. Onlardan sonra Yahudiler, Evs ve Hazrec kabileleri gelmişlerdir. Peygamber Efendimiz, Medine’ye hicret ettiklerinde Medine halkı bunlardan oluşmaktaydı.
Evs ve Hazrec kabileleri ensar adını alarak şereflenmişlerdir. Hz. Peygamber risaletin on üçüncü senesinde Mekke’den Medine’ye hicret etmiş, geri kalan zamanını burada geçirmiş ve vefat etmiştir. Medine, Mekke’nin kuzeyinde ve Mekke’ye 270 mil uzaklıktadır. Mekke’ye oranla daha ağaçlık ve ormanlıktır. Medine’de ziraat yapılırdı. Toprağı bereketli, suyu ise boldu. Meyve ağaçları çoktu. Kış ayları Mekke’den daha serin olur.
Ad, Semud, Tasm ve Cedis, Arabistan’ın en eski kabileleridir. Ad ile Semud’dan ilahi kitapta bahsedilmektedir. Bu eski kabilelere “Arab-ı Baide” adı verilir. Nuh Kavmi’nin helak olmasından sonra bunlar tarih sahnesine çıkarak yükselmişler, Arabistan’ı aşarak Mısır’a kadar geçmişlerdir. Ad Kavmi yeryüzünden kaldırılınca, yerine yine aynı boydan olan Semud Kavmi yükselmiştir.
Bunları müteakip asıl vatanları Yemen olan Kahtaniler tarih sahnesine çıktı. Medine’de oturan Evs ve Hazrec kabileleri bunlardandır. Bunlara da “Arab-ı Aribe” denilir.
Daha sonra “Arab-ı Müstarebe” adıyla bilinen Hz. İsmail’in (a.s.) zürriyeti gelir. Babasının aldığı emr-i ilahiye bağlı olarak Hz. İsmail ve annesi Hacer ile Kâbe’nin civarında bırakılmıştı. Bunlar bırakılırken Hz. İbrahim’in, hanımı Sare’nin etkisinde kaldığı söylense de bu söylentiler yanlıştır. Hz. Peygamber’in bir hadisinde Hz. İbrahim’in ilahi emir ile bunları bıraktığı belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in beyanatı da aynı doğrultudadır. Çünkü bu olayı takiben Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in (a.s.) yıkılmış olan Kâbe’yi yeniden yaptıkları görülür. Bunu tamamladıktan sonra Hz. İbrahim ve İsmail, Allah’a duada bulunmuşlardır. “Ya Rabbi bunlara aralarından bir peygamber gönder.”16 demişlerdir ki bu dua Peygamberimiz’in gelişi ile hakikat bulmuştur.
Hz. İsmail’in (a.s.) zürriyeti çoğalarak birkaç kabile meydana gelmiştir. Bu kabilelerden birisi Kureyş ki Nadir’in evlatlarıdır. Kureyş’te daha sonraları birçok aileye taksim olmuştur. Hz. Peygamber bu kabilelerden Haşimoğulları ailesinden gelmiştir.
İKİNCİ BÖLÜM
CAHİLİYE DEVRİ
İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır. 17
Bi’setten önce geçen zamana “Cahiliye Devri” diyen Kur’an-ı Kerim, yukarıda aldığımız ayet-i kerime ile açıklanması ciltler tutacak bir vaziyeti özetlemektedir. Ayet-i kerimenin tasvir ettiği manzara, Arap müşrikleri ile Yahudilerin ve Hristiyanların kötü durumlarını göz önüne çıkarmaktadır.
Belki de bu ayet-i kerime dünyanın her tarafında, bu bozukluğun ve ahlak düşüklüğünün hükümran olduğunu ifade etmektedir. Böyle olmakla beraber, Bi’seti nebeviyye’ye tesadüf eden devrin bu hâlde olması, dünyanın hiçbir zaman daha iyi bir devir geçirmediğini göstermez. Ancak zaman zaman gönderilen peygamberlerle meydana gelen medeniyetler ve kavimlerin ahlaki durumlarında meydana gelen değişmeler hangi mahiyette olursa olsun, Bi’set-i nebeviyye öncesinde ahlak ve medeniyetten eser kalmamıştı. Bu sırada dünya milletlerinin tamamı gerçek medeniyet sahasından çok uzaklaşmışlardı. Ayet-i kerime umumi bir Peygamber’in dilinden dünyanın bu durumunu ifade ediyordu.
Dünya’nın hâl ve hadiselerini kayıt eden ve herkese bildiren bir neşriyat ve matbuatda yoktu. Fakat dünyanın o zamanki durumu tetkik edildiği takdirde, Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) ve Kur’an’ın tasvir ettiği vaziyet, tarih sahifelerinde bir gerçek olarak tecelli eder. Bu sırada, Avrupa’nın güneydoğusunda muazzam bir Hristiyan devleti olarak ayakta duran Roma İmparatorluğu kelimenin tam anlamı ile barbardı. Asya kıtası, dünyanın diğer kıtaları içinde medeniyet beşiği olarak yerini almıştı. Din ve hikmet beşiği de olan bu kıtanın muhtelif memleketleri tetkik edildiği takdirde, bunların da ahlak fesadına düçar oldukları görülür. Doğunun eski irfan merkezi Hindistan çok kötü bir hâldeydi. Rezil, vahşice hareketler ve şer kuvvetler halka o kadar hâkim olmuştu ki fazilet sahibi insanlar bile çirkin lekelerden zor kaçarlardı. Çin ve İran da aynı durumda idiler. Muhtemelen bunun sebebi; yeryüzünde faziletkâr ve mübarek kişilerin eksikliği veya etkisizliğidir. Kurulan medeniyetler köhneleşmiş, yenileşme hareketlerinden eser kalmamış, her şey hurdaya dönmüştü. Kur’an-ı Kerim’de: “Zaman çok uzadı da insanların yürekleri katılmıştı.”18
Zaman bakımından Peygamberimiz’e en yakın olan peygamber Hz. İsa’dır. İnsan şüphesiz İsa Peygamber’in dininden hiç olmazsa bir miktar ahlak parçasının kaldığını görmeyi ümit eder. Ancak yedinci asırda İsevilik ne hâldeydi? Bunu anlamak için Hristiyan yazarların vermiş olduğu bilgilere müracaat etmek gerekirse bu devri tasvir eden bir piskopos, ilahi emirlerin yerle bir olduğunu, insanlık hasletlerinin kalmayışından dolayı yeryüzünde gerçek bir cehennem kurulduğunu belirtmektedir. Sir William Muir da hemen hemen aynı görüştedir. “Yedinci yüzyılın Hristiyanlığı soysuzlaşmıştı. İhtilaflar ve ayrışmalar Hristiyanlığı çok kötü durumlara düşürmüştü. Eski zamanların saf ve geniş akaidini sonsuz hurafeler kaplamıştı.”
İşte Hristiyanlığın genel durumu bu şekildeydi. Tevhit inancı çoktan unutulmuş, teslis19 (üçleme) yani bir’in üç olması, üç’ün bir olması belirsizliğini halletmek için birbirleri ile dövüşmeye koyulmuşlardı. Çeşitli ayrılıklar ve mezhepler ortaya çıkmıştı. Bunun için sayısız mücadele eserleri yazılmış, bunlar da insanları, dinin gerçek hedefinden tam manası ile uzaklaştırmıştı.
Gibbon,20 Hristiyanların taassubu yüzünden yakılan İskenderiye Kütüphanesi’nden bahsederken şu düşüncelerini açıklıyor: “Aryus’un21taraftarları Monofistlerin22 arasındaki tartışmalara dair yazılan yığın yığın kitaplar da İskenderiye hamamlarının külhanlarında yakıldı. Bir filozof ise bu hareketin insanlığa bir hizmet olduğunu belirtmektedir.” Hristiyanlığın hâkim olduğu yerlerde, içki, kumar ve fuhuş son derece yaygındı. Dozi, İmam Ali’nin (r.a.) Hristiyan bir Arap kabilesi olan Tağlib hakkında şu sözleri söylediğini nakleder: “Bunların Hristiyanlıktan öğrendikleri, şarap içmekten ibarettir.” Özetle, o zaman ilahi dinlerin sonuncusu olan Hristiyanlık iflas etmiş durumdaydı. Ahlaki bir düzen getirecek, iyi bir ortam oluşturacak birisine ihtiyaç vardı. Bundan başka bütün dünyada insanoğullarının düçar olduğu çöküş, yukarıda naklettiğimiz ayet-i kerimede olduğu gibidir.
Acaba Arabistan ne hâlde idi?
Bu sırada, Arap şiirinin en yüksek devrini yaşadığı şüphesizdi. Arapların İslam’dan önceki şiirleri, yüksek bir iktidar ve mahareti göstermekteydi. Buna rağmen Arabistan’da yazının pek kullanılmadığı doğrudur. Aslında yazıdan hiçbir fayda umulmuyordu çünkü Araplar şiirlerini bile yazı ile tespit etmiyorlardı. Cahiliye devrine ait olan Arap şiirleri sözlü olarak rivayet yolu ile sonrakilere intikal etmiştir. Ancak Muallakat’ın (Kâbe’ye asılanların) çoğaltılıp duvarlara asıldığı söylenmektedir. Arapların şiir sanatını inkişaf ettirdiklerine gelince; yalnız şiirin medeniyete ölçü teşkil etmeyeceğini söylemek kâfi gelir. Ne kadar iptidai olursa olsun, hemen her cemiyet şiirle alakadar olur. Bunun sebebini anlamak güç bir şey değildir. Hayatlarını mahdut esaslar üzerine kurmuş toplumların alakadar olduğu mevzular da o nispette azdır. Toplumun alakadar olduğu şeylerin çoğalması medeniyetin gelişmişliğine bir işarettir. Fakat geri bir toplumun dikkat sarf edeceği yegâne güzel sanat şiirdir. Arap şiiri, bir kültür neticesi olan geniş görüş ve yüksek fikirlerden mahrumdur. Arap şiirinin iftihar edeceği tek husus, lisan güzelliğidir.
Arap seciyesinin birçok asil sıfatı bulunduğu şüphesizdir. Misafirperverlik, hürriyet aşkı, cesaret, mertlik, kabileye bağlılık, Arap’ın diğer kavimlere nazaran farklı olduğu, sıfatların bir kısmıdır. Fakat bu gibi meziyetler, Arap’ın batmış olduğu vahşette kaybolmuş, bir medeniyet kurulmasına yaramamıştır. Arap bir taraftan misafirine her türlü ikramı yaparken, diğer taraftan bir yolcuyu çevirip soyuyordu. Kabilesine bağlı olan Arap, bu bağlılık hissini ifrat bir dereceye vardırır ve onu sevimsiz bir hâle koyardı. Kişiler arasında meydana gelen en önemsiz münakaşalar, nesilden nesile intikal eden müthiş harplere sebebiyet verirdi. Netice olarak Arabistan için bu devir, ahlaksızlık ve dinsizlik bulutları ile kararan kötü bir devirdi. Gerçek fazilet tamamen meçhul bir şeydi. Arapların tevhit inancına yabancı olmadıkları şüphesizdi. Fakat bu çok az yaygındı. Arapların sürdürdüğü hayat şekli, dillerinin söylediğini yalanlıyordu. Araplar, Cenabıhakk’ın kâinatı idareye ait çeşitli vazifelerini, müteaddit ilahlara ve putlara yüklediğini sanarak, putperestliğe koyulmuşlardı. Putlara her türlü tazimi yerine getirirler ve tapınırlardı. Bu suretle tevhit akidesi boş bir inançtan ibaret kalıyor ve yaşanılan hayatta hiçbir mevki olmuyordu. Putlardan başka Araplar, mukadderatı tanzim edici sandıkları güneşe, aya, yıldıza ibadet ederlerdi. Araplar daha da alçalarak taş parçalarına, ağaçlara, kum tepelerine boyun eğerler, onlara tapınırlar, yollarında tesadüf edecek heybetli bir kaya parçasına bile kulluk gösterirlerdi. Bir kaya parçası bulamazlarsa üzerinde develerini sağdıkları bir kum tepesine bile tapınırlardı. Melekler, Arapların nazarında haşa Allah’ın kızları idi. Şöhret kazanan insanlar adına yontulan taşlara bile secde ederlerdi. Bazen yontulmamış taşlar dahi bu hizmeti görürdü. Bir sefere çıktıkları zaman Araplar, yanlarında dört taş taşırlar, üçü ile bir ocak çatar, dördüncüsüne de tapınırlardı. Bazı kere de bu dördüncü taşa lüzum görülmez, ocak üstünde yemek piştikten sonra, ocağı teşkil eden taşlardan biri sökülerek ona tapınırlardı. Kâbe’de üç yüz altmış kadar put bulunuyordu. Her kabilenin kendine mahsus bir putu vardı. Bundan başka her evde de bir put bulunur aile fertleri buna ibadet ederdi. Özetle, putperestlik Arapların ikinci tabiatı olmuş ve günlük hayatın her alanına nüfuz etmiştir. Arap dininin esas akidesi, hastaya şifa, çocuk edinme, kıtlık ve veba gibi belaları kaldırmak gibi görevleri başka başka ilahlara devrederek, dünyanın idaresinin onlara taksiminden ibaretti. Allah’ın yardımının ancak bu putlardan şefaat edilmekle elde edilebileceğine inanırlardı. Araplar bu putlara secde ederler, bunları tavaf ederler, bunlar adına kurban keserler, ekinlerinin bir kısmını, sürülerinin bir parçasını bunlara tahsis ederlerdi. Araplar böylesine bir putperestliğe koyulmuş iken Hz. Peygamber Efendimiz, yirmi sene gibi kısa bir zaman zarfında onların seviyesini yükseltmişti. Bu müddet zarfında putperestlik yalnız yarımadadan çıkarılmakla kalmamış kalplerdeki tevhit akidesi de bütün heybeti ile doğmuş, onları, o devrin bütün milletlerini tevhide davet için kıyam ettirmişti. On iki bin mil metrekare gibi bir sahayı işgal eden bu memleketi, asırlarca anane ile bağlı bulunduğu putperestlik felaketinden, yirmi sene gibi kısa bir zaman zarfında kurtarmak, bu millete tevhit dinini yayma şerefini kazandırmak, dünyanın gördüğü mucizelerin en kuvvetlisi değil midir? Bu inkılabı yapan şahsiyet “Fahr-ı Âlem” lakabını gerçekten almaya layık değil midir?
Arabistan’da umumi din olan putperestlikten başka, yıldızlara ibadet de aynı derecede kökleşmişti. Beşeriyetin mukadderatı, muhtelif yıldızların hareketine bağlanmıştı. İnsanın hayır ve şerrine ait olan tabii hadiseler yıldızların nüfuzuna bağlanıyordu. Bunlardan başka Arabistan’da hiçbir dine bağlı olmayanlarla doğrudan doğruya dinsiz olanlar da mevcut idi.
Bir taraftan putperestlik en yaygın şekliyle Arapların zihinlerine hâkim iken Arapların içinde, Allah’ın varlığını inkâr eden, ruhun ölümsüzlüğüne inanmayan, hesap gününü kabul etmeyenler de vardı. Bunların gözünde din bir maskaralıktı. Bunlar, tapındıkları putlarla da istihza ederlerdi. Arapların meşhur şairi Ümrü’l Kays’ın babası öldürüldüğü zaman, Arap âdetlerine göre putu ile istişare ederek babasının intikamını almak veya almamak hususunu ilahının hükmüne bağlı kılmıştı. Şair, birinin üzerinde evet anlamında olan “Neam”, diğerinin üzerinde hayır manasına olan “la” yazılan ve bir de üzerinde istişarenin tekrarını ifade eden üç ok almış ve bunları üç defa atmıştı. Sonuç hep menfi çıkıyordu. Bu duruma hiddetlenen şair, oku ilahının yüzüne atarak, ona hitaben: “Sefil, öldürülen kendi baban olsaydı, intikamını almaktan beni menetmezdin!” demişti.
Arabistan’da dinsizlik ve putperestlik bu merkezde idi. Arapların sosyal hayatı da çok kötü idi. Araplar sosyal toplum olmanın esaslarından bile haberdar değillerdi. Bunların hayat tarzı, hiçbir içtimai fazileti terakki edecek bir hâlde değildi. Arapları meşgul eden en önemli olay, kendi aralarındaki kabile mücadeleleri idi. Her an diğer bir kabilenin düşmanca saldırısına maruz kalabilirlerdi. Araplar sürüleri ile genellikle göçebe bir hayat sürüyorlardı. Nerede su ve sürülerini otlatacak güzel bir yer görürlerse çadırlarını oraya kurarlardı. Arapların çok az kısmı köylerde, daha da az diyebileceğimiz bir kısmı da şehirlerde yaşarlardı. Bu şartlar altında Arapların muntazam bir medeniyet kurmalarına hiç ihtimal verilebilir mi? Arabistan’da kanunu tatbik ve asayişi temin edecek bir hükûmet merkezi yoktu. Sanki bütün memleket, sayısız hükûmetlere bölünmüştü. Her kabile, müstakil bir siyasi birlik teşkil ediyordu. Şurada burada mevcut olan hükûmetler de adalet tevzi edemeyecek derecede zayıftı. Birinin hakkını diğerinden almak için insanın dayandığı yegâne kuvvet bilek gücü idi. Her kabilenin haklarını korumak için o kabileyi harbe sevk edecek bir başkanı vardı. Fakat ne fertleri kabileye ne de kabileyi millete bağlayacak bir kanun ve şeriat yoktu. Herkes müstakildi. Yani merkezî bir bağlılık yoktu. W. Muir’ın da kabul ettiği gibi, bunları birleştiren ancak Müslümanlık olmuştur. İngiliz tarihçi diyor ki: “Nazarı dikkatimizi çeken en mühim nokta, Arapların sayısız heyetlere ayrılmaları; genellikle aynı dil ile konuşmaları, aynı âdetleri taşımaları, aynı haysiyet ve ahlaka tabi olmaları fakat hepsinin birbirinden başka ve birbiri ile daima harpte bulunmaları; kan veya menfaat bağları ile bağlı oldukları hâlde önemsiz bir meseleden dolayı en şiddetli düşmanlıklara girişmeleridir.” İslam’ın zuhuru zamanlarında Arabistan’ın gösterdiği manzara, herhangi bir birleşme teşebbüsünü akamete uğratacak derecede bir ihtilaf manzarası idi. Bu kabilelerin nasıl birleşebileceği, hangi kuvvetle toplanabileceği, müşterek bir merkeze nasıl bağlanabileceği meselesi, henüz halledilmemiş bir konu idi. Bütün bu sorunları Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) çözdü. Kur’an-ı Kerim’in şu ayetinde Arapların bu durumuna işaret vardır: