Читать книгу: «Çin masalları»
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Ardından gözlerimizi biraz daha batıya çevirip Amerika kıtasından Kızılderili Masalları ve Amerikan Masalları’nı hazırladık. Şimdi yeniden doğuya dönüyoruz ve Çin Masalları’nı sizlerle buluşturuyoruz.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bu lunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Giriş
Eski Çin masalları ve efsaneleri, değerli taşların, altının, rengârenk ipek kumaşların doğuya özgü ışığı ve parıltısı; fantastik ve doğaüstü aksiyonun doğuya özgü zenginliğiyle dolu Binbir Gece Masalları’yla benzerlikler taşır. Buna karşın her ikisi de kendilerine has egzotik bir his verir. “Tanrıların Masalları”nı “Azizlerin ve Büyücülerin Masalları”nı “Hayalet Masalları”nı, “Tarihi Masallar”ı ve “Edebi Masallar”ı kapsayan ve asıl kaynaklarına uygun olarak bu kitapta sunulan elli hikâye muhtemelen şimdiye kadar sunulmuş en kapsamlı ve en çeşitli doğuya özgü masal koleksiyonunu oluşturmaktadır. Bu masalların eşi benzeri olmayan canlılığından, fantastik güzelliğinden, sınırsız konu çeşitliliğinden hoşlanmayacak bir kimse yoktur. “Ay Tanrıçası” veya “Çoban ile Dokumacı Kız” gibi bazı hikâyeler zarafet dolu şiirleri andırmaktadır; “Üç Kahramanın İki Şeftali Yüzünden Ölümü” gibi diğer hikâyeler de bizi çarpıcı ve güçlü bir biçimde Çin’in kahramanlık çağlarına götürür. Fantezinin zirvesi, “Maymun Kral Sun Wukong” ve “Naja”nın yarı dini dramında veya “Yardımsever Büyücü”de gözler önüne serilen tuhaf büyülerle belirlenir. “Savaş Alanındaki Gece” ve “Başarısı Engellenen Hayalet” gibi mutlu sonla biten enfes hayalet hikâyeleri, “Akşam Gülü” gibi pastoral aşk hikâyelerine paralel olarak işlenir. Söz konusu Çin masallarının genç yaşlı tüm okuyuculara aynı hazzı vereceğini söylememizde beis yoktur. Bu hikâyeler, doğu ve batının sahip olduğu farklı bakış açılarının bizi sunumla ilgili birtakım detaylara yer vermeye mecbur bıraktığı bazı zamanlar haricinde biçim ve anlatımlarında herhangi bir değişiklik yapılmaksızın anlatılmıştır. Bu masalları hazırlarken aldığım hazzı okurların da alacağını umut ediyorum.
Fredrick H. Martens
TANRILARIN MASALLARI
Beş Tanrının İnsana Dönüşmesi
Yeryüzü gökyüzünden ayrılmadan önce, her şey kaos adı verilen devasa bir su buharı topundan ibaretti. O sırada beş doğal gücün ruhları şekillenip beş tanrıyı oluşturdu. Bunlardan ilki toprağın hükümdarı olan Toprak Tanrısı’ydı. İkincisi ateşin hükümdarı olan Ateş Tanrısı’ydı. Üçüncüsü ise Su Tanrısı olarak biliniyordu ve sulara hükmediyordu. Dördüncüsü, odunlara hükmeden Ağaç Tanrısı’ydı. Sonuncusu da Metallerin Tanrısı olarak metallere hükmediyordu. Bu beş tanrı doğal güçlerini kullandılar, böylece su ve toprak dibe çöktü. Gökler yukarı doğru süzülürken toprak diplerde katılaştı. Sonrasında tanrılar suların nehirlerde ve denizlerde toplanmasını sağladılar. Ardından tepeler ve ovalar ortaya çıktı. Böylelikle adeta gökler delindi ve karalar parçalara ayrıldı. Güneş, ay ve tüm yıldızlar; rüzgâr, bulutlar, yağmur ve çiy ortaya çıktı. Toprak Tanrısı yeryüzünün dairesel döngüsünü başlattı ve ateşle suyun etkisini de bu döngüye ekledi. Ardından çimler ve ağaçlar bitti yerden; kuşlar ve hayvanlar oluştu; yılan ve böcek, balık ve kaplumbağa kabileleri ortaya çıktı. Ağaç Tanrısı ile Metal Tanrısı, karanlık ve aydınlığı birleştirerek kadınlardan ve erkeklerden oluşan insan ırkını yarattı. Dünya bu şekilde yavaş yavaş şekil aldı.
O günlerde Yeşim Taşı İmparatoru adlı biri yaşardı. Sihir konusunda kendini eğitmiş ve büyücülük sanatında ustalaşmıştı. Beş tanrı, Yeşim Taşı İmparatoru’ndan en üstün tanrı olarak hüküm sürmesini istedi. Bu imparator, otuz üç tanrının yaşadığı cennete yaşıyordu ve altın kapılı beyaz yeşim taşından oluşan Yeşim Kalesi de ona aitti. Ayın yirmi sekiz hanesi, Gök Gürültüsü tanrıları ve Büyükayı takımyıldızının yanı sıra uğursuz, ölümcül niteliğe sahip bir grup kö tücül tanrı da ona itaat ederdi. Bu varlıkların hepsi, göklerin altında yaşayan bin kabileye hükmetmesi, yaşamı ve ölümü, şansı ve belayı paylaştırması için Yeşim Taşı İmparatoru’na yardım etti. Yeşim Taşı İmparatoru bugünlerde Büyük Tanrı ve Beyaz Yeşim Taşı Hükümdarı olarak bilinmektedir.
Görevlerini tamamladıktan sonra beş tanrı kendilerini geri çekerek hayatlarının geri kalanını sessizlik ve sükûnet içinde geçirdiler. Ateş Tanrısı ateşin hükümdarı olarak Güney’de yaşıyordu. Su Tanrısı ise kasvetli kutup göklerinin efendisi olarak hayatını Kuzey’de sürdürüyordu. Kalesi sıvı kristaldendi. Su Tanrısı, daha sonraki çağlarda Konfüçyüs’ü bir aziz olarak yeryüzüne gönderdi. Bu sebeptendir ki bu aziz, Kristalin Oğlu olarak bilinmektedir. Ağaç Tanrısı Doğu’da yaşıyordu. Kendisine Yeşil Tanrı olarak hürmet ediliyordu ve o, tüm varlıkların oluşumunu gözlüyordu. Baharın gücünü barındırıyordu içinde. Sevginin tanrısıydı. Metal Tanrısı da Batı’da, Yeşim Denizi kıyısında yaşıyordu. Batı’nın Ana Tanrıça’sı olarak da biliniyordu. Perilerin devriyelerini yönetiyor, değişim ve büyümeyi gözlüyordu. Toprak Tanrısı ise ortada yaşıyordu. Herhangi bir sıkıntısı olanları kurtarmak ve onlara yardım etmek için durmadan dünyayı dolaşıyordu. İnsanoğlu dünyaya ilk geldiğinde ona her türlü beceriyi öğreten Toprak Tanrısı’ydı. Sonraki yıllarda Kutsal Dağ’da dünyanın anlamını kavradı ve göz alıcı güneşe doğru yükseldi. Zhou Hanedanı döneminde Li Er ismiyle yeniden doğdu. Doğduğunda saçları ve sakalı beyazdı, bu sebeple kendisine Laozi yani “Yaşlı Çocuk” dendi. Yol ve Erdemin Kitabı’nı yazdı ve öğretilerini tüm dünyaya yaydı. Taoizmin kurucusudur. Han Hanedanı hükümdarlığının başlangıcında Nehir Kıyısı Bilgesi (Heshang Gong) olarak tekrar ortaya çıktı. Tao’nun öğretilerini büyük bir gayretle yurtdışına yaydı ve Taoculuk o zamandan bu yana büyük ölçüde gelişti. Bu öğretiler, günümüzde Toprak Tanrısı’nın öğretileri olarak bilinmektedir. Şöyle bir deyiş de vardır: “Önce Laozi var oldu, ardından gökler.” Bu deyiş, Laozi’nin ilk zamanlardaki Toprak Tanrısı’nın ta kendisi olduğu anlamına geliyor olmalıdır.
Tanrıların masallarının ilki olan “Beş Tanrının İnsana Dönüşmesi” adlı bu masal, halk arasındaki mevcut hikâyeden uyarlanmıştır. Hikâye içinde beş temel element olan toprak, ateş, su, ağaç ve metalin gücü, bir yaratılış efsanesiyle bağlantılı şekilde anlatılmıştır. “Yeşim Taşı İmparatoru” veya “Beyaz Yeşim Taşı Hükümdarı” anlamındaki Yu Huang, Çin halkı tarafından iyi yöneticinin tasviri için yaygın olarak kullanılan sözcüktür. Çin kültüründe beyaz yeşim taşı, altından bile değerli görülür ve bu sebeple “Beyaz Yeşim Taşı” ifadesi yalnızca Yeşim Taşı İmparatoru’nun yüceliğini ifade eder. Sonuç olarak, kendisinin en yüksek mertebeye sahip olarak aralarında bulunduğu otuz iki tanrı daha vardır. Otuz üç salonlu bir cennette yaşayan Şimşek ve Yıldırım Tanrısı Indra’yla kıyaslanabilir. İkisi arasındaki astronomik ilişki oldukça belirgindir.
Çoban ile Dokumacı Kız
Genç Çoban yoksul bir ailenin oğluydu. On iki yaşındayken ineğini gütmek üzere bir çiftçinin hizmetine girdi. Birkaç yıl sonra inek büyüyüp şişmanladı ve ineğin tüyleri sarı altın gibi parlamaya başladı. Bu inek tanrılara ait olmalıydı.
Bir gün ineği dağda otlatırken inek dile gelip bir insan sesiyle genç Çoban’a şunları söyledi: “Bugün Yedinci Gün. Yeşim Taşı İmparatoru’nun dokuz kızı tam bugün Gökteki Deniz’de yıkanırlar. Yedinci kız anlatılamayacak kadar güzel ve bilgedir. Gök Tanrısı ve Tanrıçası için bulutlardan ipek eğirir, yeryüzündeki kızların yaptığı dokumaların öncülüğü kendisindedir. Bu sebeple ona Dokumacı Kız denir. Dokumacı Kız yıkanırken gidip onun kıyafetlerini alırsan onun kocası olup ölümsüzlüğe ulaşabilirsin.”
“Ama o gökte,” dedi Çoban, “Oraya nasıl gidebilirim ki?”
“Ben götüreceğim,” diye cevapladı sarı inek.
Bunun üzerine Çoban ineğin üzerine bindi. Bir anda ineğin toynaklarından bulutlar akmaya başladı ve inek göğe yükseldi. Rüzgâr sesi gibi bir uğuldama vardı Çoban’ın kulaklarında. Şimşek hızında uçuyorlardı. Aniden durdu inek.
“Geldik işte,” dedi.
Genç Çoban etrafının krisopraz taşından ormanla ve yeşim taşından ağaçlarla çevrili olduğunu gördü. Çimler donuk akikten, çiçekler ise mercandandı. Tüm bu ihtişamın orta yerinde iki bin dönümlük bir alanı kaplayan, dört köşeli muhteşem bir deniz bulunuyordu. Denizin yeşil dalgaları yükselip alçalıyor, altın pullu balıklar suyun içinde bir oraya bir buraya yüzüyor, sayısız sihirli kuş tepesinde uçuşup şakıyordu. Çoban uzaktan bile sudaki dokuz kızı görebiliyordu. Hepsi de kıyafetlerini kıyıya bırakmıştı.
“Kırmızı kıyafetleri çabucak al, ormana saklan ve ne kadar kibarca isterse istesin asla kıyafetleri kıza geri verme. Ta ki senin karın olmaya söz verene dek…” dedi inek.
Sonrasında Çoban alelacele ineğin üstünden indi ve kırmızı kıyafetleri alıp uzaklaştı. Aynı anda dokuz kız durumu fark ederek dehşete düşmüşlerdi.
“Ey delikanlı, sen nereden geliyorsun da kıyafetlerimizi almaya cüret ediyorsun?” diye bağırdılar. “Hemen onları buraya getir!”
Ne var ki genç Çoban kendisine söylenenlere kulak asmayıp yeşim taşı ağaçlardan birinin arkasına sığındı. Ardından kızlardan sekizi kıyıya çıkıp kıyafetlerini giydi.
“Kaderinde göklerin sahibi olmak olan yedinci kız kardeşimiz sana geldi. Onu seninle yalnız bırakacağız,” dedi kız kardeşler.
Dokumacı Kız hâlâ suyun içinde eğilmiş haldeydi.
Çoban ise kızın önünde durup güldü.
“Eğer karım olmaya söz verirsen sana kıyafetlerini veririm,” dedi.
Ancak bu, Dokumacı Kız’ın hoşuna gitmedi.
“Ben Tanrıların Hükümdarı’nın kızlarından biriyim ve onun emri olmadan evlenmem mümkün değil. Kıyafetlerimi bana hemen geri vermezsen babam seni cezalandıracaktır!” dedi kız.
Bunun üzerine sarı inek şunları söyledi: “Birlikte olmak kaderinizce belirlendi ve ben de evliliğinizi tertip etmekten onur duyarım. Tanrıların Hükümdarı olan babanız da buna itiraz etmeyecektir. Bundan eminim.”
“Akıl almaz bir hayvansın! Nasıl bizim evliliğimizi tertip edebilirsin ki sen?” diye cevapladı Dokumacı Kız.
“Tam şurada, kıyıdaki yaşlı söğüt ağacını görüyor musunuz? Sadece bir deneyin ve soru sorun ona. Eğer söğüt ağacı konuşursa Gökyüzü sizin evlenmenizi istiyor demektir.”
Dokumacı Kız söğüt ağacına bir soru sordu.
Söğüt bir insan sesiyle cevap verdi:
“Bugün Yedinci Gün olur, Çoban’ın Dokumacı’ya teklifi karşılık bulur!”
Dokumacı Kız cevaptan memnun kaldı. Genç Çoban kıyafetleri yere bırakıp ilerledi. Kız da giyindi ve onu takip etti. Ve böylece karı ve koca oldular.
Fakat yedi gün sonra Dokumacı, Çoban’ı terk etti.
“Tanrıların Hükümdarı dokumamla ilgilenmemi emretti. Çok gecikirsem korkarım ki cezalandırılacağım. Şimdilik ayrılmamız gerekse bile, her şeye rağmen yeniden buluşacağız,” dedi kız.
Bu sözleri söyleyip gerçekten de çekip gitti. Çoban peşinden koştu. Tam kıza yaklaşmıştı ki Dokumacı Kız saçındaki uzun iğnelerden birini çekip gökyüzünde boydan boya bir çizgi çizdi. Çizgi, Gümüş Nehir’e dönüştü. Bu nedenle şimdi bile Nehir’in iki ayrı kıyısında durmuş birbirlerini beklemektedirler.
O zamanlardan beri bu iki âşık yılda bir kez, Yedinci Gün’ün arifesinde buluşurlar. O vakit geldiğinde insanların dünyasındaki tüm kargalar uçarak gelir ve Dokumacı Kız geçebilsin diye Gümüş Nehir’in üzerinde bedenleriyle bir köprü oluşturur. Hiç şüphe yok ki o gün sabahtan akşama değin ağaçlarda tek bir karga bile görememenizin sebebi budur. Yedinci Gün’ün akşamı ise genellikle inceden bir yağmur yağar. Bunun üstüne kadınlar ve nineler birbirlerine şunu söyler: “Bunlar Çoban’la Dokumacı Kız’ın vedalaşırken döktüğü gözyaşlarıdır!” Bu yüzden Yedinci Gün bir yağmur festivali olarak da bilinmektedir.
Gümüş Nehir’in batısında üç yıldızdan oluşan Dokumacı Kız takımyıldızı bulunur. Tam karşısında da bir üçgen şekli oluşturan üç yıldız daha vardır. Rivayete göre bu üçgen yıldızlar Dokumacı Kız, Gümüş Nehir’i geçmek istemeyin ce Çoban’ın öfkelenip ineğinin boyunduruğunu kıza doğru fırlattığı gün, kızın ayakları önüne düşen boyunduruktur. Gümüş Nehir’in doğusu ise altı yıldızdan oluşundan Çoban takımyıldızıdır. Bu takımyıldızın bir yanını, ortada nispeten genişleyip iki uçta sivrileşen sayısız küçük yıldızdan meydana gelen bir takımyıldızı oluşturur. Söylentilere göre bu takımyıldız da Dokumacı Kız’ın karşılık olarak Çoban’a fırlattığı ancak isabet ettiremeyip Çoban’ın yan tarafına düşen kirmenidir.
“Çoban ile Dokumacı Kız” sözlü bir kaynaktan yeniden aktarılmıştır. Çoban, Kartal’da (takımyıldızı) bulunan bir takımyıldızıyken Dokumacı Kız ise Çalgı takımyıldızındadır. Onları ayıran Gümüş Nehir de Samanyolu’dur. Yedinci ayın Yedinci Gün’ü, yeniden buluşmalarının kutlandığı festival günüdür. Gök Tanrısı’nın dokuz gökte yaşayan dokuz kızı vardır. Kızlardan en büyüğü Li Jing’le (bkz. “Naja” masalı) evlenmiştir. İkincisi, Erlang Şin’in (bkz. III. Bölüm) annesidir. Üçüncü kız Jüpiter gezegeninin (bkz. “Şafak Gökyüzü”) annesidir. Dördüncüsü zenginlik ve saygınlık kazanmasına yardım ettiği Dong Yong isimli dindar ve çalışkan bir bilgeyle yaşamını sürdürmüştür. Yedincisi Dokumacı Kız’dır. Dokuzuncu kız ise işlediği bazı kabahatlerden dolayı bir köle olarak yeryüzünde yaşamak zorunda kalmıştır. Beşinci, altıncı ve sekizinci kızlar hakkında fazla bir şey bilinmemektedir.
Erlang Şin
Gök Tanrısı’nın ikinci kızı bir keresinde yeryüzüne inip gizlice Yang isimli fani bir adamın karısı oldu. Gökyüzü’ne geri döndüğünde bir erkek evlatla müjdelendi. Ne var ki Gök Tanrısı kutsal yurtlarına yapılan bu saygısızlık karşısında çok sinirlenmişti. Kızını yeryüzüne sürgün edip Wuyi tepelerinin içine sakladı. Gelgelelim ikinci kızın oğlu Erlang, doğuştan olağanüstü yeteneklere sahip bir çocuktu. Yetişkinliğe eriştiğinde büyülü şekil değiştirme sanatında ustalaşmıştı. Kendisini görünmez yapabilir veya seçtiği kuşların, hayvanların, çimlerin, çiçeklerin, yılanların ve balıkların şekline bürünebilirdi. Ayrıca denizlerin nasıl boşaltılacağını ve dağların bir yerden başka bir yere nasıl taşınacağını da bilirdi. Böylece Wuyi tepelerine gidip annesini sırtına alıp taşıyarak kurtardı. Dinlenmek için düz bir kaya parçası üzerinde durmuşlardı.
Annesi, “Çok susadım!” dedi.
Erlang, annesine su getirmek için vadiye indi. Bir süre sonra geri döndüğünde annesi artık kayanın üzerinde değildi. Sabırsızca etrafına bakındı ancak kayanın üzerinde yalnızca annesinin derisi, kemikleri ve birkaç damla kan lekesi vardı. O günler, göklerde hâlâ alev gibi yanıp parlayan on güneşin var olduğu günlerdi. Kuşkusuz ki Gök Tanrısı’nın kızı doğası itibarıyla ilahi özelliklere sahipti fakat babasının hiddetine maruz kalıp yeryüzüne sürgün edildiği için sihirli güçlerini kullanamaz hale gelmişti. Ayrıca o tepelerin altındaki karanlık yerde o kadar uzun süre kalmıştı ki aniden gün ışığına çıktığında güneşin kör edici parlaklığı onu yakıp kül etmişti.
Annesinin acı ölümünü düşündükçe Erlang’ın yüreği sızlıyordu. Omuzlarına iki dağı bindirip güneşlerin peşine düştü. Güneşleri dağların arasına alarak onları ölümüne eziyordu. Ne zaman bir güneş daha ezse yeni bir dağ alıyordu eline. Bu şekilde on güneşten dokuzunu yok etmişti bile. Geriye bir tanesi kalmıştı. Erlang merhametsizce sonuncu güneşin peşine düşünce, güneş de can havliyle kendini ipek çiçeğinin yaprakları altına gizledi. Gelin görün ki yakınlarda bulunan bir solucan onun saklanma yerini ele vererek “İşte orada! İşte orada!” diye tekrarlıyordu.
Erlang güneşi yakalamak üzereyken Gök Tanrısı’nın bir ulağı, elinde bir emirle gökten indi: “Gökyüzü, hava ve yeryüzü güneş ışığına ihtiyaç duyar. Bu kalan tek güneşin yaşamasına izin ver ki tüm varlıklar yaşayabilsin. Anneni kurtararak iyi bir evlat olduğunu ispat ettiğin için artık bir tanrısın ve En Yüksek Gök’te benim korumam olup fani dünyadaki iyiliği ve kötülüğü yönetecek, ifritlerin ve şeytanların üzerinde güç sahibi olacaksın.” Erlang bu emri alıp göğe yükseldi.
Ardından güneş, ipek çiçeğinin yapraklarının altından yeniden ortaya çıktı. Onu kurtardığı için bitkiye minnet duyan güneş, ona bir daha asla güneş ışığından korkmasına gerek olmadığını ve kendisine serbestçe çiçeklenme yeteneği bahşettiğini söyledi. Bugünlerde ipek çiçeğinin yapraklarının alt taraflarında oldukça narin küçük beyaz inciler görülebilir. İşte onlar güneş yaprakların altına saklandığında orada takılı kalan güneş ışıklarıdır. Güneş solucanının ise daima peşindedir. Ne zaman toprağın altından ortaya çıksa zamanında ona ihanet ettiği için solucanı yakıp kavurur.
O zamanlardan bugüne Erlang Şin tanrılıkla şereflendirilmiştir. Eğik ve belirgin kaşları vardır ve elinde çift bıçaklı, üç sivri uca sahip bir kılıç tutar. İki hizmetçisi bir doğan ve bir tazıyla birlikte onun yanında durur, çünkü Erlang Şin aynı zamanda çok iyi bir avcıdır.
Erlang Şin (doğan ve tazı sahibi olmasından da anlaşılacağı üzere) bir avcıdır. Erlang’ın sahip olduğu ve kelimenin tam anlamıyla “ısıran ilahi tazı” olan Göklerin Tazısı, İndra’nın tazısını anımsatmaktadır. Göklerde aslında on güneşin var olup dokuzunun bir okçu tarafından vurulduğu efsanesi, hükümdar Yao döneminde de yer almaktadır. O hikâyede okçunun ismi Hou Yi veya sadece Yi’dir. Bu hikâyede ise güneşlerin oklarla vurulmasından ziyade dağlar arasında ezilip yok edilmesine tanık oluyoruz.
Naja
Gök Tanrısı’nın en büyük kızı General Li Jing’le evlenmiş ve Jinja, Naja ve Muja isimli oğulları olmuştu. Gelgelelim kadın, Naja rahmine düştüğü gece rüyasında Taocu bir rahibin odaya girip “Bu İlahi Oğul’u hemen kabul et!” dediğini ve ansızın vücudunda göz alıcı bir incinin parlamaya başladığını gördü. Rüyasından korkuyla uyandı. Naja dünyaya geldiğinde çark gibi dönen, etten bir top gibi görünüyordu ve tüm odayı garip kokularla kıpkırmızı bir ışık doldurmuştu.
Li Jing korkmuştu, onun bir hayalet olduğunu sandı. Dönmekte olan topa kılıcıyla vurunca içinden tüm vücudu kızıl bir ışıkla parlayan küçük bir çocuk çıktı. Fakat çocuğun yüzü zarif biçimli ve kar gibi beyazdı. Sağ kolunda altın bir kolluk takılıydı ve kalçalarının etrafında da göz kamaştıran kırmızı bir ipek sarılıydı. Li Jing çocuğu gördüğünde ona acıyıp hayatını bağışladı, karısı ise çocuğu yürekten sevmeye başlamıştı bile.
Üç gün sonra tüm dostları mutluluklar dilemek için General’in evine gelmişti. Taocu bir rahip ortaya çıkıp şunları söylemeden hemen önce şölen ziyafetine geçiyorlardı: “Ben Yüce Kişiyim. Bu çocuk, sana oğul olarak bahşedilmiş Her Şeyin Başlangıcı’nın parlak incisi. Fakat çocuk vahşi ve asi; birçok insanı öldürecek. Bu yüzden onu, yabani huylarını yumuşatmak için öğrencim olarak yanıma alacağım.” Li Jing eğilip teşekkür etti ve Yüce Kişi ortadan kayboldu.
Naja yedi yaşındayken bir defasında evden kaçtı. Yeşil suları iki sıra salkım söğüdün arasından akan dokuz dönemeçli ırmağa geldi. Sıcak bir gündü ve Naja serinlemek için suya girdi. Kırmızı ipekten kıyafetini çıkarıp ırmakta yıkadı. Ne var ki oturup kıyafetini çırpması Doğu Denizi’ndeki Ejderha Kralı’nın kalesini temellerinden sarsmıştı. Bunun üze rine Ejderha Kral, korkunç görünümlü bir balık kralını ne olup bittiğini öğrenmesi için görevlendirdi. Balık kral, çocuğu görünce azarlamaya başladı. Buna karşın çocuk yalnızca yukarı bakıp şöyle dedi: “Ne garip görünümlü bir yaratıksın, sahiden konuşabiliyorsun bir de!” Yaratığın öfkeden gözü döndü, sıçrayıp Naja’ya baltasıyla saldırdı. Çocuk darbeyi savuşturup altın kolluğunu ona fırlattı ve kolluk yaratığın başına çarpıp onu öldürdü.
Naja gülerek, “Haydi bakalım! Hem öldü hem de kolluğumu kana buladı!” dedi. Kolluğunu yıkamak için tekrar bir kayaya oturdu. O sırada ejderhanın kristal kalesi sanki parçalanmak üzereymiş gibi sarsılmaya başladı. Bir gözcü gelip balık kralının bir çocuk tarafından öldürüldüğünü rapor etti. Böylece Ejderha Kralı çocuğu yakalaması için oğlunu gönderdi. Oğlu, suyu yararak ilerleyen bir yaratığın üzerinde oturur vaziyette, devasa dalgaların gürültüsüyle çıkageldi. Naja ayağa kalkıp şöyle dedi: “Bu büyük bir dalga!” Birdenbire, dalgaların arasından bir yaratığın geldiğini gördü. Yaratığın üzerinde oturan bir adam şöyle bağırıyordu: “Balık kralımı öldüren kim?” Naja yanıtladı: “Yaratık beni öldürmek istediği için öldürdüm onu. Ne fark eder ki?” Ejderha baltalı kargısıyla saldırmaya başladı. Fakat Naja şöyle dedi: “Savaşmadan önce bana kim olduğunu söyle.” “Ejderha Kralı’nın oğluyum,” diye cevapladı. “Ben de General Li Jing’in oğlu Naja’yım. Şiddet uygulayarak öfkemi uyandırmamalısın, yoksa o çamur balığı babanla birlikte derilerinizi yüzerim!” Ejderha sinirden çılgına dönerek saldırıya geçti. Ama Naja kırmızı ipekten kıyafetini havaya fırlatınca kumaş, ateş topu gibi parlayıp Kral’ın oğlunun göğsüne çarptı. Ardından Naja, altın kolluğunu tutarak düşmanının kafasına attı. Böylece gerçek şekli olan altın ejderhaya dönüşen yaratığın ölüsü yere yuvarlandı.
Naja gülüp şöyle dedi: “Ejderhaların kas tellerinden iyi kordon yapıldığını duymuştum. Birini çıkarıp babama götüreceğim, zırhını onunla bağlayabilir.” Sonra da ejderhanın sırtındaki kas tellerinden birini çıkarıp eve götürdü.
Bu sırada öfkeyle dolu Ejderha Kralı, Naja’nın babası Li Jing’e gidip çocuğun kendisine teslim edilmesini talep etmişti. Ancak Li Jing, “Yanılıyor olmalısınız. Oğlum yalnızca yedi yaşında olduğundan bu tür suçları işleyebilecek kabiliyete sahip değil,” dedi. Onlar hâlâ tartışırken Naja koşarak gelip şöyle bağırdı: “Baba senin için bir ejderha kası teli getirdim, zırhını bununla bağlayabilirsin!” Bunu duyan Ejderha gözyaşlarına boğulup sinirle bağırıp çağırdı. Li Jing’i Gök Tanrısı’na şikâyet etmekle tehdit edip burnundan soluyarak oradan ayrıldı.
Li Jing’i telaş sardı, karısına olan biteni anlatınca beraber ağlamaya başladılar. Ancak Naja yanlarına gelip şunları söyledi: “Neden ağlıyorsunuz? Şimdi ustam Yüce Kişi’ye gideceğim, o ne yapılacağını bilir.” Bu sözleri söylemesiyle ortadan kaybolması bir oldu. Ustasının huzuruna varıp tüm hikâyeyi anlattı. Usta, “Ejderhanın önüne geçmeli ve Gök’te seni suçlamasını engellemelisin!” dedi. Sonra da bir büyü yapıp Naja’yı önünde ejderhayı bekleyeceği Gök kapısına gönderdi. Sabahın erken saatleriydi. Gök kapısı henüz açılmamış, bekçi henüz yerine gelmemişti. Ama ejderha çoktan yukarı tırmanmaya başlamıştı. Ustasının büyüsüyle görünmez halde olan Naja, kolluğuyla ejderhayı yere düşürüp üzerine saldırdı. Ejderha bağırıp çağırdı. “İşte, yaşlı solucan çırpınıyor,” dedi Naja, “Üstelik ne kadar dayak yediğini de umursamıyor! O zaman pullarının bir kısmını kazıyacağım!” Bu sözlerle birlikte ejderhanın kıyafetlerini yırtıp sol kolunun altındaki pullardan koparınca kırmızı kan damlaları akmaya başladı. Ejderha artık acıya dayanamayacak hale gelince merhamet etmesi için Naja’ya yalvardı. Ne var ki önce kendisini şikâyet etmeyeceğine dair Naja’ya söz vermesi gerekiyordu. Sonrasında ejderha, Naja’nın yenine koyup eve götürdüğü küçük yeşil bir yılana dönüştü. Küçük yılanı yeninden çıkarmasıyla birlikte yılan, insan şeklini aldı. Ardından ejderha, Li Jing’i korkunç bir şekilde cezalandıracağına yemin edip anında ortadan kayboldu.
Li Jing bu sefer oğluna gerçekten çok kızmıştı. Bu yüzden annesi, Naja’yı babasının gözü önünden uzak tutmak için evin arkalarına gönderdi. Naja ejderha döndüğünde ne yapması gerektiğini öğrenmek için ustasının yanına gitti. Ustası bazı tavsiyeler verdi ve Naja evine döndü. Dört denizin ejderha krallarının hepsi toplanarak Naja’yı cezalandırmak için savaş nidalarıyla Naja’nın ailesini bağladılar. Naja koşarak gelip şöyle haykırdı: “Yaptığım şeylerin cezasını çekeceğim! Ailem suçsuzdur! Bana uygulamak istediğiniz ceza nedir?” “Cana karşılık can!” dedi Ejderha. “Peki, öyleyse kendimi yok edeceğim!” Dediğini yaptı ve Naja’nın annesi gözyaşlarıyla oğlunu gömerken ejderhalar memnun şekilde ayrıldılar.
Gelgelelim Naja’nın ruhu havada dalgalanıp rüzgârla birlikte Yüce Kişi’nin mağarasına savruldu. Yüce Kişi ruhu içeri alıp şöyle dedi: “Annene görünmelisin! Evinizden altmış beş kilometre uzakta yeşil bir dağ yükseliyor. Dağın kayalıklarına senin için bir tapınak inşa etmeli. Üç yıl boyunca insanların ibadet için yaktıkları tütsülerin tadını çıkarınca tekrar bir insan vücuduna sahip olabilirsin.” Naja rüyasında annesine görünüp haberi iletince kadın gözyaşlarıyla uyandı. Fakat Li Jing rüyayı duyunca çok sinirlendi: “Uğursuz çocuk ölerek hak ettiği cezayı buldu! Sürekli onu düşündüğün için rüyalarına girmiştir. Önemsemene gerek yok.” Kadın daha fazla konuşmadı, fakat o günden sonra Naja her gün, kadın gözlerini kapatır kapatmaz ona görünerek isteğinde daha da ısrarcı olmaya başladı. Sonunda kadının Li Jing’den habersiz, Naja için bir tapınak inşa etmekten başka bir çaresi kalmadı.
Naja tapınağında büyük mucizeler gerçekleştirdi. Tapınakta edilen tüm dualar kabul oldu. Çok uzaklardan insanlar tütsüler yakmak için akın akın geldiler.
Böylece altı ay geçti. Bir gün Li Jing büyük bir askeri tatbikat vesilesiyle söz konusu kayalıklara gelince insanların karınca sürüleri gibi dağa üşüştüklerini gördü. Kayalarda ne olduğunu sordu. “Bu yeni bir tanrıdır. O kadar çok mucize gerçekleştiriyor ki uzaktan yakından birçok insan ibadete geliyor.” “Ne tür bir tanrı bu?” diye sordu Li Jing. Tanrının kim olduğunu gizlemeye cesaret edemediler. Li Jing öfkeyle atını kayalıklara doğru mahmuzladı, elbette, tapınağın kapısında “Naja’nın Tapınağı” yazıyordu. Tapınağın içinde de yaşarken göründüğü haliyle Naja’nın resmi bulunuyordu. Li Jing şöyle dedi: “Hayattayken ailene talihsizlik getirdin. Şimdi de ölü halinle insanları kandırıyorsun. Bu iğrenç!” Sözlerini tamamlayınca kamçısını çıkarıp Naja’nın puta benzer resmini parçalara ayırdı ve tapınağı yaktırıp ibadete gelenlere dostane şekilde açıklamalar yaptı. Sonra da eve döndü.
O gün Naja’nın bilinci dışarıdaydı ve döndüğünde tapınağını yıkılmış halde buldu. Dağ ruhundan orada ne olduğunu öğrenince ustasına gidip gözyaşlarıyla başına gelenleri anlattı. “Li Jing’in hatası bu. Bedenini ailene geri verdikten sonra artık onunla bağın kalmamıştı. Adakların tadını çıkarmaktan neden alıkoydu ki seni?” dedi ustası. Ardından lotustan bir beden yapıp ona hayat verdi ve Naja’nın ruhunu içine kapattı. Sonra da “Ayağa kalk!” diye seslendi. Bir nefes sesi duyuldu ve Naja tekrar küçük bir çocuk şeklinde uyandı. Ustasının ayaklarına kapanıp teşekkür etti. Yüce Kişi ona ateşli mızrağın büyüsünü bahşetti ve Naja o andan itibaren ayaklarının altında dönen iki çarka sahip oldu: Rüzgâr çarkı ve ateş çarkı. Bunlarla havada yukarı ve aşağı hareket edebiliyordu. Ustası ayrıca kolluğunu ve ipek kıyafetini koyması için panter derisinden bir torba verdi.
Naja, Li Jing’i cezalandırmaya kararlıydı. Gözetlenmediği bir andan yararlanıp dönen çarkları üzerinde gürüldeyerek Li Jing’in evine gitti. Li Jing ona direnemeyip kaçtı. İlahi Puhain’in öğrencisi olan ikinci oğlu Muja, Ak Turna Mağarası’ndan yardımına geldiğinde tükenmek üzereydi. Kardeşler arasında şiddetli bir kavga gerçekleşti ve savaşmaya başladılar. Naja, Muja’nın üstesinden gelip Li Jing’in peşine bir kez daha düştü. Gazabı had safhadaydı; fakat Li Jing’in en büyük oğlu Jinja’nın ustası olan, Beş Ejderha Tepesi’nden kutsal Wençu öne çıkıp Li Jing’i mağarasına gizledi. Naja öfkeyle babasının kendisine teslim edilmesini talep etti, ancak Wençu şöyle dedi: “Yabani tabiatını gönlünün istediğince başka yerlerde şımartabilirsin, ama burada değil.”
Naja muazzam bir öfke içinde ateşli mızrağını adama yönelttiğinde, Wençu bir adım geri çekilip yeninden yedi yapraklı lotusu çıkarıp havaya fırlattı. Bir kasırga oluştu, bulutlar ve sisler etrafı kapladı, kum ve toprak yerden savruldu. Sonra da kasırga, büyük bir gürültüyle yere çarptı. Naja bayıldı ve bilinci tekrar yerine geldiğinde kendini hareket edememesi için üç altın sırımla altın bir sütuna bağlanmış halde buldu. Ardından Wençu, Jinja’yı yanına çağırdı ve ona asi kardeşine güzel bir sopa atmasını emretti. O da yaptı. Buna katlanmak zorunda olan Naja da dişlerini sıkıp bekledi. Bu sıkıntılı anında Yüce Kişi’nin yanından süzülerek geçtiğini görüp bağırdı: “Ey Usta, kurtar beni!” Ancak ustası onu fark etmedi. Hatta mağaraya girip Naja’ya verdiği ağır ders için Wençu’ya teşekkür etti. En sonunda Naja’yı yanlarına çağırıp ona babasıyla uzlaşmasını buyurdular. Ardından ikisini de gönderip satranç masasına geçtiler. Gelgelelim Naja serbest kalır kalmaz tekrar öfkeye kapılıp babasının peşine düştü. Li Jing’i yakaladığında başka bir aziz babayı kurtarmaya geldi. Bu kez gelen Parlak Işığın Yaşlı Budası’ydı. Naja onunla savaşmaya kalktığında Buda kolunu kaldırdı ve kırmızı, dönen bulutlar Naja’yı çevreleyen bir Budist tapınağı oluşturdu. Sonra da Parlak Işık, iki elini tapınağa koydu ve içeride Naja’yı yakan bir yangın çıktı. Çocuk merhamet etmesi için bağırmaya başladı. Babasından af dileneceğine ve ileride daima ona itaat edeceğine söz verdi. Tüm bu sözleri verdiğinde Buda, çocuğun tapınaktan çıkmasına izin verdi. Tapınağı da Li Jing’e vererek ona Naja’nın üzerinde egemenlik sağlayabileceği büyülü bir söz öğretti. Bu sebeple Li Jing, Göklerin Tapınak Taşıyan Kralı olarak bilinir.