Читать книгу: «Pirinç Şişe»
Thomas Anstey Guthrie, kitaplarını F. Anstey takma adıyla yayımlatan Thomas Anstey Guthrie, 8 Ağustos 1856-10 Mart 1934 yılları arasında yaşamış İngiliz roman yazarı ve gazetecidir. Londra’nın Kensington bölgesinde, orgcu ve besteci Augusta Amherst Austen ve Thomas Anstey Guthrie’nin çocuğu olarak dünyaya geldi. Eğitimini Londra’daki King’s College ve Cambridge’deki Trinity Hall’da tamamladıktan sonra 1880 yılında baroya kaydoldu. Ancak 1882 yılında yazdığı karmakarışık bir dönüşüm hikâyesi olan ve bir babanın okul çağındaki oğlunun yerine geçmesini konu alan Vice Versa isimli öyküsünün getirdiği popülerliğin ardından bir anda özgün bir güldürü yazarı olarak ün kazandı. 1883 yılında The Giant’s Robe adlı ciddi bir roman yayımladı; ancak roman ne kadar mükemmel olsa da (1889’da yazdığı The Pariah ile) halkın onu güldürü yazarı olarak görmekte ısrarcı olduğunu keşfetti. The Black Poodle (1884), The Tinted Venus (1885), The Fallen Idol ve diğer eserleriyle bu alandaki ünü daha da doğrulanmış oldu. Guthrie ayrıca, kamuoyuyla ve Burglar Bill adlı kitabın parodilerini ezberden anlatmasıyla en iyi çalışmasını ortaya koyduğu Punch dergisinde önemli bir üye haline gelmişti. Punch’ta çıkan bir hikâyesine dayanan The Man from Blankleys isimli başarılı kaba güldürüsü, ilk kez 1901’de Londra’daki Prince of Wales Tiyatrosu’nda sergilenmiştir. Sonrasında Only Toys (1903) ve Salted Almonds (1906) adlı eserlerini yazmıştır. Anstey’nin hikâyelerinin çoğu tiyatro ve sinemaya uyarlanmıştır.
Ezgi Uğur, 1995 yılında Kastamonu’da doğdu. Çocukluk yıllarından beri yabancı kültürlere olan ilgisini sürdürerek lise öğrenimini dil bölümünde tamamladıktan sonra İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi’nde İngilizce-Fransızca-Türkçe Mütercim Tercümanlık bölümünden mezun oldu. Bugün İngilizce ve Fransızca dillerinin yanı sıra İspanyolca öğrenmeye devam etmekte, serbest çevirmenlik ve redaktörlük yapmaktadır.
I
Horace Ventimore Komisyoncu Oluyor
“Altı hafta, sadece altı hafta önce bugün!” dedi Horace Ventimore hafif yüksek sesle kendi kendine ve saatini çıkardı. “On iki buçuk, saat on iki buçukta ne yapıyordum?”
Westminster’daki Great Cloister Sokağı’nda bulunan ofisinin penceresinde otururken şimdi çok uzak ve telafisi olmayan, ağustos ayındaki o olağanüstü sabaha geri gitti. Tam bu saatlerde, bisiklet turu sırasında zihninde bir ampul yakan, Normandiya’nın küçük kaplıcası St. Luc-en-Port’un tek hanı olan Hôtel de la Plage’ın balkonunda onu görmeyi bekliyordu.
Manzara olduğu gibi ayaklarının altındaydı; yemyeşil suyun üzerinde uyuyan kayalıkların mosmor gölgesinin düştüğü minik koy, yarım saat önce üzerinden atladığı dalış tahtasına hafif hafif vuran dalgaların yükselişi… Şamandıraya doğru uzun süre yüzdüğünü, giyinip hanın terasına çıkan dik patikayı tırmanırken içindeki coşkulu bekleyişi anımsadı.
Çünkü o keyifli günün geri kalanını Sylvia Futvoye’la geçirecekti. Birlikte bisiklete binecek (elbette yanlarında başka insanlar da olacaktı ama onlar sayılmazdı), bisikletleriyle Veulettes’e gidip kayalıkların altında piknik yapacak ve yine birlikte, tatlı bir kokunun hüküm sürdüğü alacakaranlıkta yamaçların üzerinden geçerek mor renkli sımsıcak bir gökyüzüne karşı kavakların veya altın gibi parlayan mısır tarlalarının arasından geri döneceklerdi.
Şimdi ise birdenbire onu ele geçiren özlemin korkusuyla, kendini hanın önündeki çakıllı avluya yönelirken buluvermişti. Avluda Profesör Futvoye ve karısını randevu yerine götüreceği hafif eğimli küçük inek arabasından başka bir şey yoktu.
Sonunda havalı pembe bluzu ve krem rengi eteğiyle dikkatleri üzerine çekecek kadar güzel olan Sylvie göründü. Diğerlerinden nispeten daha az mükemmel olan o unutulmaz gün boyunca ne kadar kibar, arkadaş canlısı ve hoştu. Şimdi bunların hiçbirinden eser kalmamıştı.
Bazı çekinceleri olduğu doğruydu. Yaşlı Futvoye, Mısır sanatı ve eski doğu medeniyetlerine ait elyazmaları üzerine bitmek tükenmek bilmeyen araştırmalarıyla zaman zaman biraz sıkıcı olabiliyordu. Yine de Horace tüm bunlara son derece ilgili görünmekten yanaydı çünkü onu etkilemenin akıllıca olacağını düşünüyordu. Profesör çok bilge bir arkeologdu ve ilgisini çeken konularda bilgiyle dolup taşıyordu ancak bu bilgilerin kaynağı başka birinin babası olsaydı, Horace’ın çivi yazısıyla Aramice veya Kûfi ve Arapça yazıtlar arasındaki ayrım konusunda çok daha az meraklı davranması muhtemeldi. Ayrıca bu tür samimiyetsizlikler, samimiyetin kanıtlarıydı.
Böylece Horace, kendine eziyet eden bir hünerle, zihninde Normandiya tatiline dair çeşitli görüntüler canlandırdı; soluk mavi renkli panjurları ve samanla örtülü çatılarından sarkan sazlıklarıyla küçük, yarı ahşap kulübeler; koyu yeşil kayın ağaçlarının arkalarındaki köy kiliselerinin tepeleri; üstündeki yumuşak çimlerle korkunç bir tezatlık oluşturan toprak ve hardal tonlardaki kayalıklar; gök cevher ve malakit renkli denizin arkasında sakince otlayan, iple bağlanmış siyah beyaz inekler ve bu görüntülerin her birine eşlik eden Sylvia’ya yakın olmanın verdiği his ve onun sesinin kulaklarındaki tınısı… Peki ya şimdi? Bu düşüncelerle kafasını masadaki kâğıtlardan ve resim muşambalarından kaldırıp ofis olarak kullandığı küçük tablalı odanın duvarlarındaki çerçevelenmiş krokilere, fotoğraflara, gönyelere, T cetvellerine baktı. Etrafındakilere içerlemişti. Pencereye doğru dönüp bir zamanlar manastır sınırları içinde yer alan, çınar ağaçlarının sararmış dallarının üzerindeki paslı çivileri gerdiği, chevaux-de-frise’in1 üstünde yükselen, uzun ve çürümüş bir duvarın keyifli manzarasını izlemeye başladı.
Horace’ın aklı başka yere kaymıştı, “Bana bakmaya gelirdi,” diye geçirdi aklından. “O son gün, yanıma gelebilirdi… Hem ailesi buna karşı gelecek gibi durmuyordu. Annesi şehre döndüğümüzde onlara uğramamı söyledi, oldukça içtendi.
“Uğradığımdaysa…”
Onlara gittiğinde farklı bir şey hissetti. Bu konuşma, Avrupa’daki bir kaplıcada başlayan bir tanışıklığın alışılagelmemiş şekilde devam etmesi gibi değildi. Neyin farklı olduğunu tanımlamak zor olsa da bir fark olduğu aşikârdı. Bayan Futvoye’da, hatta Sylvia’da bile bir resmiyet ve baskı hâkimdi. Demek ki her arkadaşlığın Manş Denizi’nden sağ çıkması mümkün olmuyordu. Böyle düşününce yüreğindeki acı dinmişti ama bundan sonra adım atacak tarafın onlar olması gerektiğinin farkındaydı. Onu yemeğe davet edebilir ya da tekrar ziyarete gelmesini teklif edebilirlerdi. Aradan bir ay geçmesine rağmen hiçbir şey yapmamışlardı. Her şey bitmişti.
“Zaten,” dedi kendi kendine şen bir kahkaha atarak, “Böyle olması normal. Bayan Futvoye muhtemelen mesleğimle ilgili araştırmalar yapıyordu. Böylesi daha iyi oldu. Kendime bir iş bulamadıkça evlenmek için ne kadar şansım olabilir ki? Doğru dürüst bir adam olmak için iş bulmalıyım. Hem sadece Sylvia değil, başka bir kadından da benimle evlenmesini istemeye hakkım yok. Onu biraz daha görme şansım olabilseydi, daha baştan çıkarıcı davranmam gerekirdi. Zaten o, benim gibi doğuştan talihsiz bir dilenciye göre değil. Neyse, sızlanmak bir işe yaramayacağına göre en iyisi Beevor’ın son performansına bir göz atalım.”
Köşesinde “Mimar William Beevor” yazan büyük ve renkli bir projeyi masanın üzerine serdi ve takdir eden bakışlarla incelemeye başladı. “Beevor başarı merdivenlerini teker teker tırmanıyor,” dedi kendi kendine. “Tanrı şahidimdir ki onun başarısını kıskanmıyorum. Mimaride gaddar bir tutum oluşturmasına ve bundan memnun görünmesine rağmen iyi bir adam. Ben kimim ki burnum havada olsun? O başarılı, ben değilim. Lakin ondaki fırsatlar bende olsaydı, kimbilir neler yapardım!”
Şunu belirtmek gerekir ki durum asla beceriksiz birinin alışılageldik şekilde kendini kandırması değildi. Ventimore gerçekten ortalamanın üzerinde yetenekliydi. Daha iyi koşullara sahip olabilse, ideallerini herkese tanıtmış ve hırslarına ulaşmış olabilirdi.
Ancak kendini fark ettirme konusunda çabalamak için fazla gururlu olmasının yanı sıra, çok aktif biri değildi ve talihsizlikler bugüne kadar hiç peşini bırakmamıştı. Bu yüzden şu an tek yaptığı, ofisi ve kâtibi ortak kullandığı Beevor’a ihtiyacı olduğu takdirde küçük şeylerde yardımcı olmaktı. Mecburen içinde bulunduğu bu yarı aylaklığın onu her yıl servet ve şöhret sahibi olma yolunda daha da engellediğini hissetmek onu memnun etmiyordu çünkü çoktan yirmi sekizinci yaşını geride bırakmıştı.
Bayan Sylvia Futvoye bir zamanlar ona karşı gerçekten çekim hissetmiş olsaydı, bunu gözden kaçırmak zor olurdu. Horace Ventimore erkek güzeli sayılmazdı, zaten erkek güzelleri romanlarda bile nadiren yer alır ve nadiren ilgi çekici olarak ele alınır. Ancak temizdi, tıraşlıydı ve yüzünde bir farklılık vardı. Son derece içten ve hoş, gri-mavi gözlerindeki ifade ağız çevresindeki hafif alaycı çizgileri telafi edecek türdendi. Fiziği çok düzgündü, kimsenin kısa diyemeyeceği kadar uzun bir boyu vardı. Sarışın ve soluk benizli olsa da teni sağlıksız bir görüntüye sahip değildi. Hayatı olduğu haliyle ele alan ve mizah anlayışı, ufkunu karartabilecek bulutların çoğuyla arasında bir paravan görevi gören bir adam izlenimi veriyordu.
Beevor’ın ofisinden bir tıkırtı geldi ve bir anda süslü kıyafetleri, iri yapılı vücudu ve kısa kesilmiş bıyıklarıyla Beevor içeri daldı.
“Ventimore, Larchmere’da inşa edeceğimiz evin projesini alıp kaçmadın, değil mi? Çünkü… Ah, projelere mi göz atıyordun? Elinden almak istemezdim ama…”
“Hiç sorun değil dostum. Alabilirsin, zaten hepsini inceledim.”
“Pekâlâ, şimdi Larchmere’a gideceğim. Metrajları kontrol etmek istiyorum, bir de Fittlesdon’daki ev var. İşleri halledip yola koyulmalıyım, muhtemelen birkaç gün buralarda olmayacağım. Harrison’ı da alacağım, onunla işin yok değil mi?”
Ventimore güldü. “Bana yardım edecek bir kâtip olmadan da hiçbir şey yapmamaya devam edebilirim. Ona benden daha çok ihtiyacın var. Şu projelere bak.”
“Biliyorsun, projeler benim de içime çok sindi,” dedi Beevor. “Bu çatının güzel görünmesi lazım. Üstteki dekoratif karolarla arduvazı aydınlatma fikrim epey iyiydi. Pencerelerinden birine ufak bir ekleme yaptığımı görmüşsündür. Senin önerdiğin gibi üçgen çatıların ikisini de aynı bırakma fikrine sıcak bakıyordum ama biri kırmızı tuğlalı, diğeri sıvalı olabilir. Biraz çeşitlilik katmak bana daha olağandışı geldi.”
“Ah, evet,” diyerek kafasını salladı Ventimore. Onunla aynı fikirde olmadığını söylemenin faydasız olacağını biliyordu.
“Kusuruma bakma ama…” diye devam etti Beevor, “Söz konusu ev mimarisi olduğunda özgünlüğün çıtasını yükseltmek gerektiğine inanıyorum. Ortalama bir müşteri sıradan bir şapka almayı ne kadar istiyorsa, sıradan bir ev almayı da ancak o kadar isteyecektir; müşterinin arzusu içinde kendini ahmak gibi hissetmeyeceği bir eve sahip olmak. Bu konuya biraz kafa yordum da dostum, belki işinde ilerleyememenin sebebi… Açık açık konuşmamın sakıncası var mı?”
“Kesinlikle yok,” dedi Ventimore neşeyle. “Dürüstlük, dostluğun çimentosudur. Ne düşünüyorsan söyle.”
“Şey, sadece fazla alışılmadık fikirlerinin sana bir faydası dokunmadığını söyleyecektim. Yarın eline bir fırsat geçse, fantastik bir heves veya başka bir ısrar uğruna bu fırsatı elinden kaçıracağını düşünüyorum.”
“Elime bir fırsat geçeceğine dair en ufak bir ihtimal bile olmadığından, böyle bir tahminde bulunmak için biraz erken.”
“Benim önüme bir fırsat çıktığında daha altı ayımı bile doldurmamıştım,” dedi Beevor. “Ancak harika olan şey,” diyerek devam etti, “fırsat geldiğinde onu nasıl kullanacağını bilmek. Ah, Waterloo’dan Larchmere’a yetişmek için şimdi çıkmam gerek. Beni soran olursa ya da benim adıma bir şey gelirse ilgilenip bana haber verirsin değil mi? Bu arada, metraj ölçümcüsü Woodford’daki sınıfların metrajlarını az önce gönderdi, gözden geçirip doğru olup olmadığına bakabilir misin? Bir de Tusculum Lodge’daki yeni ek binanın şartnamesi hazırlanacak. Vaktin olduğunda taslağını hazırlamaya başlayabilirsin. Tüm kâğıtlar masamda. Çok sağ ol eski dostum.”
Beevor aceleyle odasına döndü. Sonraki birkaç dakika boyunca Kâtip Harrison’a acele etmesini söyleyip durdu; ardından bir faytona ıslık çaldı, eski merdivenlerdeki ayak sesleri ve engebeli taşların üzerinde hareket eden faytonun gürültüsü yerini sessizliğe ve yalnızlığa bıraktı.
Biraz bile olsa kıskanç hissetmemeye çalışmak insan doğasına aykırıydı. Beevor’ın bu dünyada yapacak işleri vardı ve bu işler çoğunlukla gösterişli villalarla ormanlık alanları kirletmekten ibaret olsa bile, dürüst insanların gözünde onu yücelten ve saygıdeğer biri yapan şey yine işiydi.
Hiç kimse Horace’a ve onun kabiliyetlerine inanmadı, zehir gibi bir beyni olduğunu taş, tuğla ve harçla insanlara göstermenin verdiği tatmini henüz hiç yaşamamıştı. O öldükten seneler sonra varlığına ve kabiliyetine tanıklık edecek bir tek binası bile yoktu. Bunları düşünerek bir yere varamayacağını anlayınca zihnini başka bir şeyle meşgul etmek için Beevor’ın odasına gidip bahsettiği kâğıtları aldı. En azından öğle yemeği için kulübe gidene kadar bunlarla oyalanabilirdi.
Sahanlıktan gelen ayak seslerinin ardından Beevor’ın ofisinin kapısının çalındığını duyduğunda daha belgelerin başına oturmamıştı. “Beevor’a bir iş daha geldi,” diye düşündü. “Bu adamdaki de ne şans! En iyisi içeri gidip Beevor’ın iş için şehir dışına çıktığını söyleyeyim.”
Yan odaya geçtiğinde bu kez kendi kapısının çalındığını duydu. Bu saklambaç oyununa bir son vermek için acele ederek kapıyı açtığında bu ziyaretçinin Profesör Anthony Futvoye olduğunu gördü.
Profesör, bombeli gözlükleriyle kapının eşiğinde durmuş, kafası tıpkı bir kaplumbağayı andıran şekilde bol kesim paltosundan dışarı çıkmıştı. Horace için Profesör’ün gelişi, zengin bir müşteriden daha kıymetliydi. Sonuçta Sylvia’nın babası aralarındaki tanışıklığı devam ettirmek istemese neden bu ziyareti yapma zahmetinde bulunacaktı ki? Hatta bir mesaj iletmek veya davet etmek için bile gelmiş olabilirdi. Bu yüzden Profesör toplumu aşırı keyiflendirecek türden bir yaşlı beyefendiye benzemese de Horace onu gördüğüne sevinmişti.
Onu müşteriler için ayrılmış koltuğa oturttuktan sonra “Beni görmeye gelmeniz ne büyük incelik efendim,” dedi samimi bir şekilde.
“Pek öyle denemez. Maalesef bir süre önce Cottesmore Gardens’a yaptığınız ziyaret biraz hayal kırıklığı yarattı.”
“Hayal kırıklığı mı?” diye tekrarladı Horace, bundan sonra ne olacağına dair bir fikri yoktu.
“Muhtemelen dikkatinizden kaçan bir unsurdan bahsediyorum,” diye açıkladı Profesör. Kırlaşmış bıyıklarına asabiyetle dokunarak devam etti, “O sırada ben evde değildim.”
“Doğrusu büyük bir hayal kırıklığına uğradım,” dedi Horace. “Elbette ne kadar meşgul olduğunuzu biliyorum. Şimdi sohbet etmeye zaman ayırabilmenize sevindim.”
“Sohbet etmeye gelmedim Bay Ventimore. Hiçbir zaman sohbet etmem. Yardımcı olabileceğinizi düşündüğüm bir konu hakkında sizinle görüşmek istemiştim ancak görüyorum ki bu kadar küçük bir meseleyle ilgilenemeyecek kadar meşgulsünüz.”
İşte şimdi her şey açıklığa kavuşmuştu. Profesör bir inşaat yapacaktı ve bu işi ona emanet etmeye karar vermişti. Bu Sylvia’nın önerisi olabilir miydi?
Ancak kendini açığa vurma arzusunu bastırarak elindekilerin aciliyeti olmadığını ve daha sonra ilgilenebileceğini, Profesör ne istediğini söylerse ona yardımcı olabileceğini söyledi.
“Benim canıma minnet,” dedi Profesör. “Hem karım hem de kızım sizin çok iyi niyetli bir adam olduğunuzu söylediler. Onlara ‘Yanılmışım,’ dedim. Eğer Bay Ventimore’un işleri o kadar kapsamlıysa, bir öğleden sonrasını bana ayıramaz…”
Belli ki inşaattan bahsetmiyordu. Öğleden sonra onlara eşlik etmesini mi isteyecekti? Bu bile birkaç dakikadır aklına gelen şeylerin en iyisiydi. Aceleyle o öğleden sonra tamamen boş olduğunu tekrarladı.
“Öyleyse,” dedi Profesör, ceplerini karıştırmaya başlamıştı. Sylvia’nın yazdığı bir notu mu arıyordu? “Covent Garden’daki Hammond müzayedesine gidip benim adıma bir veya iki ürün için teklif verirseniz bana çok büyük bir iyilik yapmış olursunuz.”
Ventimore ne kadar hayal kırıklığına uğradığını hiç belli etmedi. “Elbette, zevkle giderim,” dedi. “Bir faydam dokunacaksa…”
“Beni geri çevirmeyeceğinizi biliyordum,” dedi Profesör. “Ne kadar nazik bir adam olduğunuz, St. Luc’te, cayır cayır yakan o güneşin altında her türlü keşif gezisinde karıma ve kızıma eşlik etmenizden belliydi. Halbuki benimle otelde kalıp sakince zaman geçirebilirdiniz. Sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim, Oriental Club’da bir öğle yemeği yiyeceğim. Sonra da tüm öğleden sonrayı yakın zamanda keşfedilen ve müzede sergilenecek yazılı bir silindiri inceleyerek ve rapor yazarak geçireceğim. Bu yüzden Hammond’a gitmem imkânsız, başka birini bulabilme şansım varsa, bu iş için bir komisyoncu kiralamayı tercih etmem. Kataloğu nereye koydum? Ah! İşte burada. Bunu bana önceki gün vefat eden eski dostum General Collingham’ın vasileri gönderdi. Onunla birkaç yıl önce Nakada’da kazı yaparken tanışmıştık. Bu konuda çok fazla bilgisi olmasa da kendine göre bir koleksiyoncuydu. Elindekilerin çoğu çöp ama biraz bilgili biri için makul rakamlara güvence altına alınmaya değecek birkaç parça var.”
“Sevgili Profesör,” diyerek araya girdi Horace. Böyle bir sorumluluğun altına girmekten hoşlanmamıştı. “Bahsettiğiniz çöplerden birkaçını toplamayacağıma dair garanti veremem. Oryantal antikalar konusunda bir bilgim yok.”
“St. Luc’te,” dedi Profesör, “bir amatöre göre, Mısır ve Arap sanatına ta ilk çağlardan beri olan aşinalığınızla beni etkilediniz.” (Eğer öyleyse, bu korkunç riyakârlığı karşısında Horace sadece müthiş bir utanç duyardı.) “Yine de omuzlarınıza ağır bir yük bindirmek istemiyorum. Katalogda göreceğiniz gibi, ilgilendiğim parçaları işaretledim ve teklifler için limitimi yazdım. Bu sebeple zorlanmayacaksınız.”
“Peki öyleyse,” dedi Horace. “Doğrudan Covent Garden’a gideceğim, sonra salondan sessizce çıkıp öğle yemeğimi yerim.”
“Pekâlâ, sizin için nasıl uygunsa. İşaretlediğim parçalar oldukça sık aralıklarla değişiyor gibi görünüyor ama bu yüzden öğle yemeğinizi ihmal etmeyin. Eğer siz orada değilken parçalar satılırsa hiç önemi yok. Yine de yazık olur tabii. Her halükârda, her partide gelen parçaları işaretlemeyi unutmayın. Belki de kataloğu iade ederken bana birkaç satır yazarsınız ya da bu akşam yemekten sonra bize uğrayıp müzayedenin nasıl geçtiğini söyleyebilir misiniz? Böylesi daha iyi olur.”
Horace bunun daha iyi olacağını düşündü ve akşam uğrayıp müzayedede olanları haber vereceğini söyledi. Geriye bir tek, bir veya iki parçayı alması durumunda vereceği depozitonun ayarlanması kalmıştı. O an cebindeki on sterlinden daha fazlasına ihtiyacı olduğu için, Profesör çantasından bir senet çıkararak değerli bir nesneyi kurtaran yardımsever bir insan edasıyla ona uzattı.
“Limiti aşmayın,” dedi. “Şu an daha fazlasını karşılayamam. Ayrıca Hammond’a benim adımı değil kendi adınızı verin. Satıcılar bu parçaların peşinde olduğumu öğrenirse sizi kovalarlar. Şimdi, özellikle zaman bu kadar hızlı akarken sizi daha fazla alıkoymamı gerektirecek bir durum olduğunu zannetmiyorum. Benim için elinizden gelenin en iyisini yapacağınız konusunda size güvenebileceğimden şüphem yok. Akşam görüşürüz.”
Birkaç dakika sonra, Horace seçebileceği en güzel atın arkasında çoktan Covent Garden’a doğru yola koyulmuştu. Tanışıklıklarını gerekçe göstererek Profesör ondan çok daha fazlasını isteyebilirdi, ayrıca rızasını da epey önemsemişti. Hem ne olmuş yani? Sonuçta bu adam Sylvia’nın babasıydı.
“Şansım yaver giderse,” diye düşünüyordu, “işaretlediği parçalardan en az bir ya da iki tanesini almalıyım. Eğer onu memnun edebilirsem, bu işime yarayabilir.”
Bu iyimser ruh haliyle Horace, Bay Hammond’ın ünlü müzayede odalarından birine girdi.
II
Ucuz Parça
Ventimore, Hammond müzayede odalarına tam öğle yemeği vaktinde varmış olsa da merhum General Collingham’ın mobilya ve eşyalarının satışının devam ettiği büyük ve tavan penceresiyle aydınlanan salon, generalin bu işin connoisseur’ü2 olduğunu kanıtlayacak kadar kalabalıktı.
Ellerinde kâğıt kalemleriyle, ancak Monte Carlo’da bir kumarhanede görülebilecek bir kayıtsızlık ve ihtiyatla oturan, içlerinden bir veya iki tanesi kadın olan profesyonel satıcılar, çoktan müzayede kürsüsünün altındaki dar, yeşil çuha masalarında yerlerini almışlardı. Etraflarında ise farklı tarzlarda, ticaretle uğraşan efendi görünümlü ve işlerinde iyi oldukları her hallerinden belli olan bir kalabalık vardı. Müzayedeci, salona hâkim bir kürsüye oturmuş, en övgü dolu yorumlar karşısında bile hiçbir coşku belirtisi göstermeden hukuki bir tarafsızlık ve ağırbaşlılıkla müzayedeyi yönetiyordu.
Camlı çatıdan vuran ekim güneşi, gaz lambalarını yeniden parlatıyor ve tozlu atmosferi altın sarısı bir renkle kaplıyordu. Ancak kalabalıktaki kayıtsızlık, müzayedecinin sakin, düzenli bir ses tonunda konuşması ve ara sıra, eşyalar taşınamayacak kadar büyük olduğunda görevlilere “Yeni parça baylar!” diye bağırması… Bunların hepsi Ventimore’un genellikle değişken ruh halini daha da bozmaktan başka bir işe yaramadı.
Horace’ın tek bildiği, koleksiyonun bütün olarak çok az bir değerinin olduğuydu. Ancak çok geçmeden Profesör Futvoye’un yanı sıra bekleyenlerin de değerli parçaların peşinde olduğu ve Profesör’ün satış için muhtemelen çok az fiyat biçtiği anlaşıldı.
Ventimore, tekliflerini olabilecek en akıllı şekilde yapsa da zaman ilerledikçe delikli bir cami feneri, oymalı ibrik veya eski porselen karo için rekabet öyle kızışmıştı ki kısa sürede Profesör’ün belirlediği limite ulaştı. Tek tesellisi, Profesör’ün tahmininin neredeyse iki katı olan meblağların bir şekilde el değiştirmesiydi.
Pazarlıktan ümidi kesen pek çok tüccar ve komisyoncu, küfürler mırıldanarak salonu terk etti; kalanların çoğu ise müzayedeye olan ilgisini kaybetmişti ve fırsat buldukça ucuz espriler yaparak kendilerini teselli ediyordu.
Satış yavaş yavaş devam ederken Horace yaşadığı hayal kırıklığı ve açlıkla kendini o kadar yorgun hissetmeye başlamıştı ki kalabalık azalınca yeşil çuha masalardan birine geçip oturdu. Bu sırada çöken alacakaranlık, tavandaki pencereleri arduvaz renge bürümüştü.
Birkaç adet sıkıcı Birman Buda’sı daha yeni açıkartırmaya çıkmıştı, dokuz pound ve altı peni için esrarengiz hilelerle yere serilmiş olmanın utancını yaşıyorlardı. Horace, sadece Profesör’ün işaretlediği son parçayı, ağız kenarına Hafız’a ait bir yazının oyulduğu gümüş işlemeli eski bir Pers bakır kâsesini bekliyordu. Limiti iki sterlin on şilindi; ancak Ventimore eli boş dönmemeye niyetliydi. Bu yüzden gerekirse fazladan para verip Profesör’e bundan bahsetmemeye karar verdi.
Kâse satışa çıkar çıkmaz teklif kısa süre içinde üç sterlin on şilin, dört sterlin, dört sterlin on şilin, beş sterlin, beş gineye yükseldi ve Horace’ın sağında oturan sakallı bir adam son meblağ karşılığında parçayı satın aldı. Ventimore elinden gelenin en iyisini yapsa da başarılı olamadı; artık burada kalmaya devam etmesi için bir sebep yoktu. Yine de yorgunluğundan ve hareket etmek istemediğinden oturmaya devam etti.
“Baylar, 254 numaralı parçayı alalım,” dedi müzayedeci mekanik bir ses tonuyla. “Mısır’a ait bir mumya kutusu… Ah! Özür dilerim, yanıldım. Bu yanlışlıkla katalogdan çıkarılan bir parça. Bugün burada satılan her şey, General Collingham’ındı. Bu parçaya 253a diyelim. Antika bir pirinç şişe. Çok ender bir parçadır.”
Görevlilerden biri şişeyi masaların arasına getirdi ve yorgun bir ifadeyle diğer taraftaki tüccarların önüne koydu.
Bu parça, ağzı bir tür metal tıpa veya kapakla kapatılmış, uzun ve kalın boyunlu, yaklaşık altmış santimetre boyunda şişkin gövdeli bir şişeydi. Yer yer kabuk bağlamış ve çukurlaşmış yüzeylerinde göze çarpan bir süsleme yoktu, bazı yerleri kazınmıştı.
Antika bir süs eşyası için pek çekici görünmüyordu ve burada sergilenen diğer önemsiz parçalar şişeyi alaya alıyor gibiydi.
Müzayedecilerden biri “Buna ne diyorsunuz efendim?” diye sordu, öğretmenini kışkırtmaya çalışan arsız bir çocuğa benziyordu. “Bu da diğerleri kadar ‘benzersiz’ mi?”
“Bu parçaya siz de değer biçebilirsiniz,” gibi ihtiyatlı bir yanıt geldi karşı taraftan. “Herhangi biri bu parçanın çöp olmadığını bilebilir.”
“Şömine için güzel bir süs!” diye bağırdı salondan bir şakacı.
“Bunun üst kısmını çivi sökmek için mi kullanıyorlar? Öyle değilse ne işe yarıyor? Oldukça sıkı görünüyor,” dedi başka biri.
“Muhtemelen uzun süredir açılmadı.”
Salondaki şakacılardan biri şişeyi eline aldıktan sonra “Kilosu yerinde!” dedi. “İçinde ne var efendim? Sardalye mi?”
“Bu parçayı, içinde herhangi bir şey olduğunu söyleyerek açıkartırmaya koymadım,” dedi müzayedeci.
“Bana sorarsanız içi parayla dolu.”
“Öyle mi dersiniz?”
“Beni yanlış anlamayın. Paradan bahsederken şişenin içinde para olduğunu söylemiyorum. İçinde bir şey olduğunu düşündürecek bir nedenim yok. Sadece bu şişenin göründüğünden daha değerli olabileceğini söylüyorum.”
“Ah! Eminim öyledir.”
“Pekâlâ baylar, zaman kaybetmeyelim. Spekülasyonlarınızı bir kenara bırakın da bu parçaya bir teklif verin. Haydi!”
Büyük bir teklifte bulunacakmış edasıyla, “İki peni!” diye bağırdı salondaki başka bir şakacı.
“Lütfen ciddi olalım. Hepimiz müzayedeye devam etmek istiyoruz. Artırmayı başlatmak isteyen var mı? Beş şilin? Metalin değeri bu değil ama yine de kabul edeceğim. Altı. İyi düşünün. Bu her gün karşınıza çıkacak bir parça değil.”
Şişe hâlâ saygısız bir tavırla ve tokatlamalarla elden ele geziyordu. Sıra Ventimore’un sağındaki alıcıya gelmişti. Adam teklifte bulunmuyor ama şişeyi dikkatle inceliyordu.
“Gayet iyi,” diye fısıldadı Horace’ın kulağına. “Bu parça gayet iyi. Yerinde olsam kaçırmazdım.”
“Yedi şilin, sekiz oldu, şu köşeden bir dokuz geldi.”
“Madem bu kadar iyi, neden siz almıyorsunuz?” diye sordu Horace komşusuna.
“Ben mi? Ah, doğrusu bu pek benim tarzım değil ve aldığım son parça bütçemi epey zorladı. Bugün alabileceğim kadarını aldım. Bu, çok nadir bulunan ilginç bir parça. Daha önce buna benzer pirinç bir vazo görmüştüm. Buradakiler bu parçanın değerini anlayamayacak kadar cahiller, gerçekten de çok eski bir şişe. İşte bu sebepten size tüyo vermekte sakınca görmüyorum.”
Horace doğruldu ve şişenin üst kısmını incelemeye başladı. Müzayedecinin az önce yakılmasını söylediği gaz lambalarından birinin cılız ışığında görebildiği kadarıyla, kapak kısmındaki yarısı silinmiş çiziklerin ve üçgenlerin yazıt olabileceğini düşündü. Elinden geleni yapmasına rağmen Profesör’ün takdirini kaybedeceğini anlamıştı ancak bu şişenin kapağındakiler gerçekten önemli yazıtlarsa, takdirini kazanmak için bir fırsat elde etmişti.
Katalogda olmadığı için bu parçaya Profesör adına teklifte bulunamazdı, onun parasını harcamak istemediğinden cebinden birkaç şilin çıkardı. Gücü yettiği müddetçe kendi adına teklif verecekti. Daha öncekiler gibi bu defa da teklifin altında kalırsa, artık yapacak bir şeyi kalmayacaktı.
Müzayedeci soğukkanlı bir sesle “On üç şilin,” dedi. Horace onunla göz göze gelip kataloğunu kaldırdı, aynı anda başka bir köşeden de teklif gelmişti. “İki kişi on dört diyor.” Horace kataloğunu yeniden kaldırırken, “On beş şilinden öteye gidemeyeceğim,” diye düşündü.
“On beş. Size doğru geliyor efendim. Artıran var mı? On altı geldi, bu çok ilginç şişe sadece on altı şiline gidiyor.”
“Sonuçta,” dedi Horace, “Bir sterlinden az olduğu sürece teklifi artırmanın zararı olmaz.” Ve on yedi şilin teklif etti. Kısa boylu, neşeli, temiz yüzlü küçük bir tüccar olan rakibi “On sekiz!” diye bağırdı ancak yanındakiler ona “sessizce oturmasını ve parasını boşa harcamamasını” öğütledi.
“On dokuz!” dedi Horace ve onun ardından az önceki adam “Bir sterlin!” diye bağırdı.
“Bu büyük pirinç şişe, sadece bir sterline gidiyor!” dedi müzayedeci kayıtsız bir ses tonuyla. “Artıran var mı?”
Horace birkaç şilin daha vermekten bir zarar gelmeyeceğini düşünüp başını salladı.
“Bir gine! Son kez soruyorum. Kaybedeceksiniz bayım!” dedi müzayedeci ufak tefek adama dönerek.
“Devam et Tommy! Yenilme! Ona bir darbe daha indir Tommy!” Arkadaşları alaycı bir şekilde konuşmaya devam ediyorlardı ancak Tommy ne zaman duracağını bilen bir adam edasıyla başını salladı.
Suratında üzgün bir ifadeyle, “Bir gine! Değerinin yarısı bile etmez bir fiyatla, bu parça solumdaki beyefendiye gidiyor,” dedi müzayedeci. Pirinç şişe Ventimore’un oldu.
Parayı ödedikten sonra, bu devasa şişeyle dikkat çekmeden eve kadar yürümesi zor olacağından şişenin Vincent Meydanı’ndaki pansiyonuna gönderilmesini söyledi.
Ancak kulüp binasına doğru açık havada yürürken, zaruri ihtiyaçlarına bile ancak yetecek kadar parası olmasına rağmen kendisini bir gineyi değeri belirsiz bir parçaya verecek kadar çeken şeyin ne olduğunu düşünmeye başladı.