Читать книгу: «Kahramanlık Mitleri», страница 2
2. İrokuaların Ioskeha Miti 18
İrokuaların en kadim mitine göre dünya sularla kaplıydı. Burada su hayvanları ile derinlerin canavarları yaşamaktaydı. Dünyanın yukarısında, çok uzaklarda ise doğaüstü varlıkların yaşadığı gökler vardı. Belli bir zamanda, bu varlıklardan olan Ataensic adlı bir kadın gökyüzündeki bir yarıktan atlayıp dünyaya düştü. Kadını bu eyleme iten şeyin ne olduğu farklı şekillerde kaydedilmiştir. Bazılarına göre bir ayıyı kovalarken yarıktan düşen köpeğini kurtarmak için atlamıştı. Başkalarının naklettiğine göre ise yukarıdaki dünyada yaşayanlar belli bir ağacın meyvesiyle besleniyordu. Ataensic’in kocası hastaydı ve rüyasında iyileşmesi için bu ağacın kesilmesi gerektiğini gördü. Ataensic taş baltasıyla bir darbe indirince ağaç birden gökyüzünün zeminini delip aşağı doğru gitti. Kadın da ağacın peşinden düşmüştü.
Olay nasıl gerçekleşmiş olursa olsun, kadın gökyüzünden ilk olarak suların üzerine düşmüştü. Burada bir kaplumbağa ona geniş sırtını bir dinlenme yeri olarak sundu ta ki kadın ya bir kurbağa, ya bir kuzgun yahut da bir başka hayvan tarafından kendisine getirilen küçük bir çamur parçasından büyü marifetiyle üzerinde yaşayacağı kuru toprağı yaratana dek.
Kadın gökten düştüğü sırada hamileydi ve zamanı gelince bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Ne yazık ki efsane bu çocuğun ismini kaydetmemiştir. Kız büyüyüp kadın oldu ve hiç erkek görmeksizin gebe kaldı zira erkekler henüz yaratılmamıştı. Rahminin ürünü ikiz çocuklardı. Bunlardan biri, olağan şekilde doğmak yerine annesinin böğrünü (ya da koltuk altını) yırtarak dünyaya gelmekte ısrar ederek huzursuz ve kötücül tabiatını henüz doğmadan açığa vurmuştu. Çocuk bu şekilde doğdu ama bu hareketi annesinin hayatına mal olacaktı. Kadın toprağa gömüldü. İşte bu topraktan, insanın yaşayabilmesi için bulunması gereken çeşit çeşit bitkiler çıktı.
Bu arada biraderler de büyüdü. Birinin adı Ioskeha idi. Ioskeha, o zamanlar kurak ve susuz olan dünyayı dolaşıp pınarları ve gölleri ortaya çıkardı, ışıl ışıl ve engin nehirleri meydana getirdi. Fakat inadı nedeniyle annesinin ölümüne sebep olan baş belası kardeşi Tawiscara devasa bir kurbağa yarattı. İşte bu kurbağa bütün suları yutup dünyayı eskisi gibi kurak bırakmıştı. Ioskeha bu haberi keklikten öğrendi. Hemen kardeşinin ülkesine doğru yola çıktı zira yeryüzünü kendi aralarında bölüşmüşlerdi.
Çok geçmeden, devasa kurbağanın yanına gelerek onun böğrünü (ya da koltuk altını) deldi. Böylece sular bir kez daha eski yollarında akmaya başladı. Sonra Ioskeha, annesinin ruhu vasıtasıyla şu sırra vakıf oldu: Tawiscara kalleşlik ederek onu katletmeyi amaçlıyordu. Bu yüzden, iki birader kısa süre sonra buluştuklarında ölümcül bir dövüşün başlayacağı aşikârdı.
Tabii onlar insan değildi. Aksine, birer tanrıydılar. Bu yüzden, onları görünürde bile olsa öldürmek imkânsızdı. Bunun tek yolu, her birinin kendine sakladığı bir sırra başvurmak yani belli bir maddeyi kullanmaktı. Sıradan silahlarla yapılacak bir dövüş beyhude ve faydasız olacağından, her biri kendisi için ölümcül savaş aleti olan şeyi açıklamayı kabul etti. Ioskeha, bir yabangülü dalının (ya da başka bir versiyona göre içi mısır dolu bir çuvalın) onun için her şeyden daha tehlikeli olduğunu kabul etti. Tawiscara ise yalnızca bir geyik boynuzunun onu öldürebileceğini açıkladı.
Er meydanına çıktılar. İlk şansı elde eden Tawiscara bir yabangülü dalıyla kardeşine şiddetle saldırıp ölü gibi yerde uzanıncaya dek vurdu. Fakat hemen canlanan Ioskeha, bir geyik boynuzuyla Tawiscara’nın üzerine hücum edip böğrüne bir darbe indirdi. Bunun üzerine, Tawiscara’nın yarasından oluk oluk kan aktı. Bahtsız dövüşçü sahadan kaçıp aceleyle batıya doğru koşturdu. Koşarken kanının toprağa düşen damlaları çakmaktaşlarına dönüşmüştü. Ioskeha canını bağışlamadı, aksine peşinden koşturarak nihayet onun işini bitirdi. Fakat aslında onu öldürmemişti çünkü daha önce söylediğim gibi bunlar ölemeyen varlıklardı. Hakikaten, Tawiscara yalnızca dünyadan sürülüp ölülerin ruhlarının hükümdarı olacağı en batıda yaşamak zorunda bırakılmıştı. Ölüler, bedenlerini dünyada bıraktıktan sonra orada yaşamaya giderlerdi.
Ioskeha geri dönünce kendini sükûnetle toprağı iskân etmeye adadı. Yerin içindeki bir mağarayı açıp ormanları ve çayırları dolduracak olan her çeşit hayvanı dışarı çıkardı. İnsanlar tarafından daha kolay yakalanabilsinler diye hayvanların her birini ayağından yaralamıştı. Ioskeha’nın hamlesini savurmayı başaran kurt dışında. Bu sebeple kurt, yakalaması en zor olan hayvanlardan biridir. Ardından insanları yarattı. Onlara can vererek kendisinin de büyük tosbağadan öğrendiği ateş yakma sanatını öğretti. Ayrıca, insanlara mısır yetiştirmeyi gösterdi. Esasen, toprağa verimlilik katan Ioskeha’nın kendisidir ve tohum da onun cömertliği ve iyiliği sayesinde yüz kat karşılık verir.
Ioskeha uzak, görünmez ve ulaşılmaz bir tanrı olarak düşünülmüyordu. Hayır, talimatları ve yardımıyla daima yakındaydı. Hasat başarısız olacak olursa, mevsim başında ortaya çıkardı. Halkı için endişelenmekten zayıf düşmüş halde elinde kurumuş bir mısır başağı tutuyor olurdu. Bir avcı ava çıkarken, Ioskeha’dan yardım isterdi. O da dilediği takdirde avcının yoluna besili hayvanlar koyardı. Köy bayramlarında daima hazır bulunur ve coşkuya katılırdı.
Peder Lalemant’ın naklettiğine göre, çiçek hastalığının Huron köylerini perişan ettiği 1610 senesinde bir Kızılderili, heybetli ve güzel bir delikanlının ona gözüküp şu sözleri söylediğini anlatmıştı: “Hiç korkma! Ben dünyanın efendisiyim. Siz Huronların Ioskeha adıyla tapındığıyım. Fransızlar bana yanlış bir şekilde İsa diyor çünkü beni tanımıyorlar. Halkımı yok eden bu salgını görmek beni çok üzüyor. Bu yüzden, size bu hastalığın nedenini ve çaresini öğretmek için geldim. Hastalığın nedeni bu yabancıların varlığıdır. Çaresi ise bu kara cüppelileri (misyonerleri) kovmanız, size bahsedeceğim bir sudan içmeniz ve benim şerefime gece boyunca yani şafak sökene dek sürmesi gereken bir şenlik yapmanızdır.”
Ioskeha’nın evi en doğuda, ufuk üzerinde güneşin doğduğu yerdedir. Kulübesi işte oradadır. Ioskeha burada büyükannesi bilge Ataensic ile yaşar. Ataensic müthiş bir büyü gücüne sahip bir kadındır ve dilediği her kılığa girebilir. Tüm insanların hayatının kaderi onun elindedir. Ioskeha yaşama dair şeyleri idare ederken, ölüm vaktini tayin eden ve varlığın sonuyla alakalı her şeyle ilgilenen ise Ataensic’dir. Dolayısıyla, ondan korkulurdu ama kötü bir ilah olarak değil, en dehşet verici ve kasvetli işle uğraşan ilah olarak.
Rivayet odur ki bir defasında dört cesur delikanlı güneşin doğduğu yere seyahat edip büyük Ioskeha’yı ziyaret etmeye karar verirler. Kulübesine vardıklarında onu orada yalnız bulurlar. Ioskeha gençleri sıcak bir şekilde karşılar, sonra da hoş bir sohbete koyulurlar. Fakat bir an gelince Ioskeha, canlarını kurtarmak için saklanmalarını emreder, çünkü büyükannesinin geleceğini söyler. Delikanlılar aceleyle gizlenir. Hemen sonra Ataensic içeri girer. Sihirli sezgisi, onu misafirlerin varlığı konusunda uyarmıştır. Bu yüzden, güzel bir kız kılığına girer. Renkli bir elbise giyip, boynunu ve kollarını wampum19 kolye ve bileziklerle ışıl ışıl donatır. Misafirleri sorar fakat onları kurtarmak isteyen Ioskeha, numara yaparak “Neden bahsettiğini bilmiyorum,” diye cevap verir. Ataensic misafirleri aramaya gidince Ioskeha saklandıkları yerden çıkmaları için onlara seslenir. Böylece delikanlılar kaçmayı başarır.
Ioskeha’nın büyükannesi için koca rolünü oynadığı söylenirdi. Başka bir deyişle bu mit, antik Mısır rahiplerinin öğretmeye çalıştığı fikrin çekirdeğini sunmaktadır. Buna göre, Osiris “kendi babası ve kendi oğluydu”, “kendinden olan”dı ve hatta “kendi annesinin babası”y-dı. Bunlar, korkunç derecede materyalist ifadeler olsa da mitoloji araştırmacıları için tamamen açıktır. Bu ifadeler, tabiattaki yaşamın kendini yenileme gücünü iletmeyi amaçlamaktadır. Toprağı ekip biçme, kış ile yaz, kurak ile yağmurlu mevsimler ve bilhassa da günbatımı ile doğumu bunu örneklendirmektedir. Bunlar, tabiat hareketlerindeki fasılasız ritmin insan ruhundaki yankıları olup insanın sonsuz yaşam umutlarının yegâne garantörleri halini alır.20
Bunu tasdik için önümüzdeki mitte yer alan isimlere bir göz atalım. Ioskeha, İrokua dilinin Oneida diyalektinde kişiliksiz bir eylemin üçüncü tekil kişi çekimidir ve tam olarak “suyun içindeki kadın”21 anlamına gelmektedir. Sade bir ifadeyle, hikâyenin manası şudur: Şafak, gün doğar doğmaz solup gider. Sonra ışık küresi, karayı çevrelediği sanılan uçsuz bucaksız suların içinden yükselir. Güneş, her gün bu sularda gözden kaybolur ve ertesi sabah yine buradan doğar. Güneşin yaklaşması şafak vaktine neden olduğu için güneş tanrısının kendi annesinin babası, büyükannesinin ise kocası olduğunu söylemek bunu kabaca ifade etmenin bir yoluydu.
Ioskeha’nın mitolojideki pozisyonu, belki de İrokuaların çoğunun daha aşina olduğu öteki adıyla ortaya konmaktadır. Bu isim Tharonhiawakon olup bir fiilin üçüncü şahıs çekimidir ve tam olarak “O (erkek), gökyüzünü iki koluyla tutar (ya da kaldırır),” anlamına gelmektedir.22 Başka bir deyişle, kadim Aryan tanrısı Dyâus yani Gökyüzü veya Sema’yla, bilhassa da gündüz vaktindeki Gökyüzü’yle neredeyse akrabadır.
İkiz kardeşiyle çatışmasının anlamı, bu kardeşin de efsanelerde taşıdığı iki isimde açıkça görülmektedir. Bunlardan biri yukarıda verdiğim Tawiscara olup şüphe yok ki “karanlık oluyor” anlamındaki tiokaras fiil köküyle ilgilidir. Diğeri ise Tehotennhiaron şeklindedir ve kök kelimesi kannhia “çakmaktaşı”dır. Bu ismi almasının nedeni, kardeşiyle dövüşürken yarasından düşen kan damlalarının çakmaktaşlarına dönüşmesidir.23 Burada çakmaktaşı, Algonkin mitinde işaret etmiş olduğum aynı anlama sahiptir. Dolayısıyla, bu iki ulus arasında mutlak bir mitolojik fikir ve sembolizm benzerliği görmekteyiz.
Bu mitler tarihi olarak özdeş olmuş olabilir mi? Buna inanmamak zordur. Fakat bu uluslar birbirinin ezeli düşmanıydı. Dilleri ise birbirinden tamamen farklıdır. Bu benzerlikler öyle geniş alanlarda, birbirinden öyle uzak ve çok farklı kültürlere sahip uluslar arasında meydana çıkıyor ki nihayetinde gelişim paralelliği teorisi daha inandırıcı olan açıklama haline geliyor.
Tabiat olaylarının eşit kültür katmanlarındaki zihinler üzerinde bıraktığı izlenimler birbirine çok benzer. Aynı düşünceler çağrıştırılır ve bu düşünceleri konuşulan dilde iletmek için aynı ifadeler uygun görülür. Bu durum aynı neslin usta şairleri ve her bilgi dalındaki çağdaş düşünürler arasında sık sık ortaya konur. Yine de bunun ilkel ve işlenmemiş koşullarda gerçekleşmesi daha muhtemeldir. Bu koşullarda en belirgin ifade biçimleri hemen benimsenir ve zihnin kaynakları ister istemez sınırlıdır. Bu, medeniyetin daha alt aşamalarının zihinsel ürünlerinde hâkim olan müthiş aynılık için basit ve mantıklı bir açıklama olup birinin diğerinden ya da her ikisinin de ortak bir soydan tarihi olarak türediğini varsayma gereksinimini ortadan kaldırır.
IKINCI BÖLÜM
AZTEK KABILELERININ KAHRAMAN-TANRISI
Büyük Göller’in kıyıları ile kuzey ormanlarının korunaklı köşelerine yerleşmiş vahşi avcı kabilelerden başkenti Meksika Vadisi’nde olan ve dağınık kolonilerinin Rio Grande ile Gila ağızlarından neredeyse Panama Kıstağı’na kadar iki okyanusun kıyılarında bulunduğu o ulusa dönüyorum. Bu halk Aztekler yahut Meksikalılar olarak bilinmektedir. Ortak dilleri ise Nahuatl olup kendilerine ait bir kelimedir ve “hoş sedalı” anlamına gelmektedir.
Mitolojileri diğer Amerikan halklarının hepsinden daha eksiksiz biçimde korunmuştur. İşte bu sebeple, onların kahraman mitini daha ayrıntılı olarak sunabiliyorum. Hakikaten de bu kitapta derlediklerim arasında en mükemmel kahraman miti bu sayılabilir.
1. İki Düşman
Azteklerin kültürel kahramanı Quetzalcoatl’dı. Nahuatl dilini konuşan kabilelerin kapsamlı ve karmaşık teolojisindeki başlıca drama yani merkezi mit, onun Tezcatlipoca’yla uzun süren mücadelesiydi. Meksikalı tanınmış bir eskiçağ uzmanı “Bu mücadele, Nahuatl dininin temel unsuru ve değişimlerinin nedeni haline geldi. Bu halkın kaderini ilk devirlerinden yıkıldığı zamana kadar maddi olarak etkiledi,” der.24
Bu mücadeleye ilişkin olarak sunulan açıklamalar, bunları öne süren yazarların teorileri nedeniyle değişmektedir. Öyle ki söz konusu mücadele basit bir tarihi gerçek olarak ele alındığı gibi iki halk arasındaki üstünlük mücadelesini temsil etmek için kullanılan bir metafor, Venüs gezegeni ile Ay’ın ilgili pozisyonlarına gönderme yapan gökbilimsel bir ifade, Aziz Thomas tarafından tanıtılan Hıristiyanlık ile yerlilerin paganizmi arasında bir çatışma ya da en az bunlar kadar yetersiz veya saçma başka manalara sahip olarak düşünülmüştür.
Öteki Amerikan kahraman mitleriyle yan yana koyduğumuzda bu mitin esas olarak aynı özellikleri temsil ettiğini ve hiç şüphesiz aynı şekilde açıklanması gerektiğini göreceğiz. Hepsi de basit bir halkın Gece ile Gündüz, Karanlık ile Aydınlık, Fırtına ile Gün ışığı arasındaki günlük mücadeleyi anlaşılır şekilde ifade etmek için kullandığı şeffaf hikâyelerdir.
Işığın tüm kahramanları gibi Quetzalcoatl da doğu ile özdeşleştirilir. Orada doğmuştur ve oradan gelmiştir. Dolayısıyla, Las Casas ve diğerleri ondan bahsederken Yuka-tan’dan geldiğini ya da Meksika Körfezi kıyılarına bilinmeyen bir ülkeden ulaştığını söylerler. Doğum günü Ce Acatl yani Tek Kamış’tır ve genellikle bu isimle tanınır. Fakat bu, Aztek sembolizminde doğunun simgesidir.25 Sahagun’un aktardığı ve güneş ile ayın oluşumuna dair bir mitte26 gönüllü bir kurban, tanrıların yaktığı kurban ateşine atlar. Onun güneş olarak doğacağını bilirler ama ufkun hangi kısmında gözükeceğini bilmezler. Bazıları bir yana bazıları başka bir tarafa bakar fakat Quetzalcoatl ısrarla doğuyu izler ve Işık Küresi’ni ilk görüp karşılayan olur. Yüzü beyazdır, tüm şafak kahramanları gibi neredeyse kızıla çalan gür saçları ve sakalları vardır27 ve yine onlar gibi çeşitli zanaatların öğretmeni olup barışı ve yumuşak yasaları yeğler.
Adı semboliktir ve eşit derecede geçerli açıklamaları mümkündür. Bu adın ilk bölümü olan quetzalli kelimesi kelimesine “büyük, güzel, yeşil kuş tüyü” demektir. Yerliler için böylesi kuş tüyleri çok kıymetliydi. Bu yüzden sıfat olarak “kıymetli, güzel, sevgili, hayranlık uyandıran” gibi anlamlar kazanmıştır. Bu tüylerin elde edildiği kuş quetzal-tototl (totol “kuş”) idi. Bu kuş, ornitologlarca Trogon splendeus olarak adlandırılmaktadır.
İsmin ikinci kısmı coatl ise Aztek dilinde bütünüyle farklı üç anlama sahiptir. “Misafir”, “ikizler” ve nihayet cohuatl kelimesinin kısaltılmış biçimi olarak da “yılan” anlamlarına gelir. Mecazi olarak, cohuatl gizemli bir şey ve dolayısıyla doğaüstü bir varlık, bir tanrı anlamına geliyordu. Bu yüzden Montezuma, Meksika şehrinde bir tapınak yaptırdığında bu tapınağı tüm ilahlara yani sıradan bir panteona adayarak Coatccalli “Yılanın Evi” diye adlandırmıştı.
Bu çeşitli anlamlar sayesinde ismin pek çok farklı tercümesinin iyi bir savunması yapılabilir. Muhtemelen bu isim, yerliler için de farklı zamanlarda farklı anlamlar taşımıştır. Ben özgün anlamının, on yedinci yüzyılda Becerra’nın savunduğu ve on sekizinci yüzyılda Veitia’nın da benimsediği anlam olduğunu düşünmeye meyilliyim. Bu kişilerin her ikisi de Aztekler konusunda yetkin bilginlerdir.28 Becerra ve Veitia, Quetzalcoatl adını “hayranlık uyandıran ikiz” diye tercüme ediyorlar. Bu ismin Havari Tomas’a29 gönderme yaptığı şeklindeki düşünceler benim görüşlerime uymasa da etimoloji konusunda doğru olduklarına inanıyorum. Burada Işık Tanrısı’nın ikili tabiatına referans yapılmaktadır. Zira doğan ve batan güneş, bugünün ve dünün güneşi, aynı ama farklıdır. Diğer pek çok mitolojide bunun paralelleri vardır.30
Bu varsayımın doğruluğunun Aztekler arasında ikizler hakkında yaygın olan ve tüm dünyada mitolojik kavramların birliğini çarpıcı bir şekilde gösteren bir batıl inançla ortaya konduğu görülüyor. Tüm okuyucular şu ünlü ikizleri biliyordur: Roma hikâyesindeki Romulus ve Remus; bunlardan birinin kaderinde büyükbabalarını yok etmek yazılıydı. Edipus ve Telephos; babaları Laios, ölümünün çocuklarından birinin elinden olacağına dair uyarılmıştı. Theseus ve Peirithoos; Theseus, babası Aigeus’un intiharına yol açacaktı. Bunlara benzer daha pek çok mit var. Hiç şüphesiz bu mitler, bir günün sabah ve akşamının ancak önceki gün geçip gittiği takdirde gelebileceği düşüncesine dayandırılabilir. Mecazi olarak ifade edilirse, her bir gün kendinden öncekini yok etmek zorundadır. Bu da Aryan mitolojisinde çok sık karşılaştığımız “ölümcül çocuklar” hikâyelerine yol açmıştır.31
Aztekler kaba ve vahşi bir halktı. Batıl inançlarını hiç vicdan azabı duymaksızın tatbik ederlerdi. Şüphesiz ki doğal bir olayın bu mitsel ifadesine dayanarak ikizlerin yaşamasına izin verildiği takdirde ikisinden birinin kendi annesini ya da babasını öldürüp yiyeceği şeklinde bir inanca sahiptiler. Bu yüzden, ikiz bebekler dünyaya geldiğinde bunlardan birini yok etmek âdetleriydi.32
Algonkin hikâyesinde Miçabo’nun, babası Batı Rüzgârı’nı öldürmeye çalışması gibi Quetzalcoatl’ın da babası Tezcatlipoca-Camaxtli yani Karanlığın Ruhu ile sürekli bir savaş halinde olduğunu göreceğiz. Sıkça tekrarlanan bu mitin batıl inançlı yerlilerin zihni üzerindeki etkisi, onları biraz önce sözünü ettiğim vahşi çocuk katlini uygulamaya itmek olmuştu.
Ne var ki kelimenin daha sıradan anlamı olan “kuş tüylü yılan” ya da “kuş-yılan”ın popülerleşmesi doğaldı. Resim yazısında yılan ile kuş tüylerinin ya da kuşun başka bir parçasının birleşimi, çoğu kez Quetzalcoatl adının görselleştirilmesi olarak kullanılıyordu.
Kadim mitolojilerdeki bütün önemli tanrılar gibi ona tapınanların zihninde en üstte yer alan özel nitelik veya fonksiyona göre çeşitli unvanları olduğundan başka adlarla da tanınıyordu. Bunlardan biri Papachtic yani “Bukle Bukle Saçları Olan” idi. İspanyollar bu kelimeyi Papa şeklinde kısaltmış ve kendilerinin Katoliklerin lideri papa için kullandıkları unvana yakın olduğunu düşünmüşlerdi. Oysa bu tamamen Nahuatl diline ait bir kelime olup33 daima sahip olduğu kabul edilen gür saçlarına gönderme yapmaktadır. Esasen, gür sakalları gibi saçları da güneş ışıklarının, yüzünü saran halenin yahut da ışık görkeminin sembolüdür.
Beyaz yüzü, her zaman olduğu gibi, ışığı belirtmekteydi. Bu çağrışım, Meksikalılar arasında öyle iyi biliniyordu ki bir güneş tutulması olduğunda bulabildikleri en beyaz kadın ve erkekleri getirip güneşi yatıştırmak için onları kurban ederlerdi.34
Düşmanı Tezcatlipoca, Aztek panteonundaki en yüce figürdü. Olimpos’taki Zeus gibi diğer bütün tanrıların üzerindeydi. Yeryüzünün ve gökyüzünün her yerde hazır bulunan yaratıcısı, dünyanın görünmez ve her şeyi bilen tek hükümdarı olarak ona yakarılırdı.
Tezcatlipoca’ya hitap etmek için kullanılan çeşitli unvanlar, ona duyulan hürmeti de göstermektedir. Dualardaki en yaygın adı Titlacauan “Onun Köleleriyiz”di. Ayrıca sonsuza dek genç kalacağına inanıldığından Telpochtli “Gençlik”ti; kudretli ve ikna edilemez olduğundan Moyocoyatzin “Kararlı Yapıcı”ydı35; ibadette titizlik istediği için Monenequi “Dua İsteyen”di; insan ırkının efendisi olarak Teyocoyaui “İnsanların Yaratıcısı” ve Teimatini “İnsanları Yok Eden”di. Kıskanç ve korkunç olduğu, insanlara salgınları, kıtlıkları ve berbat hastalıkları musallat eden ve savaşları körükleyerek kavgayı kışkırtan ilah olduğu için ise Yaotzin “Başdüşman”, Yaotl necoc “İki Tarafın Düşmanı”, Moquequeloa “Alaycı”, Nezaualpilli “Oruç Tanrısı”, Tlamatzineatl “Tövbekârlığa Zorlayan” olarak adlandırılıyordu. Ayrıca karanlık, görünmez ve anlaşılmaz olduğu için Yoalli ehecatl “Gece Rüzgârı”ydı.36
Hava ve karanlıktan oluştuğu söylenirdi. İnsanlar tarafından görüldüğünde ise maddesiz bir gölgeden ibaretti. Tüm tanrılar arasında zamanın hücumlarına karşı koyabilen bir tek oydu, daima genç ve kuvvetliydi, yıllar geçse de yaşlanmıyordu. Böylesi bir düşman karşısında kim zafer ümidi besleyebilirdi ki?
“Tezcatlipoca” ismi tuhaf bir anlama sahiptir. “Tüten Ayna” anlamına gelmektedir. Bu garip metafor için çeşitli açıklamalar getirilmiştir. Azteklerin kullandığı aynalar, tıraşlanarak dairesel biçime getirilmiş cilalı obsidyen levhalardı. Tezcapoctli yani dumanlı ayna taşı denilen bu kara taşın çeşitleri vardı. Zaman zaman bu taştan Tezcatlipoca’nın putları yapılırdı.37 Fakat bu çok kolay bir açıklama gibi gözüküyor.
Başkaları ise hiç şüphesiz karanlık ve gecenin ruhu olduğundan, Tezcatlipoca’nın anlamı bakımından aya işaret ettiğini ileri sürmüştür. Ay, gökyüzünde parlak bir ayna gibi asılı durur fakat yerlilerin duman sandığı şeyle kısmen gölgelenir.38
Ne var ki ben aynanın çok tanıdık bir şey olan su yüzeyine işaret ettiğine inanıyorum. Dumanın ise gerçek dumanın durgun havada yaptığı gibi geceleri göl ve nehirlerden yükselen sis olduğunu düşünüyorum.
Karanlığa ve geceye nezaret ettiği için kasvetli rüyalar ve gölgelerin Tezcatlipoca tarafından gönderildiğine inanılıyordu. Kokarca ile çakal gibi gece av peşinde dolaşan hayvanlar onun için kutsaldı. Dolayısıyla isimleri, çeşitli sıfatları, kutsal hayvanları ve mitleri bu ilahı, ister fırtınadan isterse geceden kaynaklanıyor olsun, karanlığın ilkel bir kişileştirilmesi olarak belirlemede birleşmektedir.39
Yeryüzündeki görünümü hakkındaki yaygın inanışlar bunu iyice ortaya koymaktadır. Daima gece vakti ve ormanın karanlığında gözükürdü. Avcı, düşen ağaçların gürültüsünü andıran bir ses duymuşsa bu, gece gezintisindeki tanrının dev bedeninin muazzam soluklarından ibaret olurdu. Adam, cesaretini yitirdiği takdirde tanrının dehşetli varlığını görür görmez oracıkta ölürdü. Fakat gözü pek biriyse ve üzerine hücum edip onu belinden kavrayacak olursa, tanrı çaresiz kalıp avcıya ne dilerse bahşedecekti. “Ne dilersen dile, senin olacak,” diyecekti tutsak ilah. “Yalnız güneş doğmadan beni bırakmayı unutma. Zira güneş gözükmeden gitmem gerek.”40
Бесплатный фрагмент закончился.