Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Kelile ve Dimne»

Шрифт:

Beydeba, MÖ 1. yüzyılda yaşamış olan Hint kökenli bir yazardır. Hayatının üzerinden çok uzun yıllar geçtiği için Beydeba hakkında farklı rivayetler öne sürülmüştür. Gerçek isminin ne olduğu ve aslen nereli olduğu üzerine birtakım tartışmalar vardır. Bakü’de doğduğu ve daha sonra Hindistan’a yerleştiği, onun hakkında rivayet edilen bilgiler arasındadır. Bununla birlikte vefat ettiği yer ve ölüm tarihi ile ilgili de kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır.

Onun yaşadığı dönemde hükümdarlık makamında olan Debşelim, elinde bulundurduğu gücün büyüsüne kapılarak halkına zorbalık hatta eziyet etmeye başladı. Bir bilge olarak bu duruma sessiz kalmak istemeyen Beydeba, maiyeti altındaki öğrencileriyle bir araya gelerek bu duruma bir çözüm aramaya koyuldu. Önce hükümdara yönelttiği sözlü eleştiriler yüzünden idamın eşiğinden kıl payı kurtulan ve uzun bir süre hapsedilen Beydeba, en sonunda Kelile ve Dimne’yi kaleme alarak bu eser üzerinden ahlaki, ailevi ve siyasi terbiyeler verdi.

Sadece kendi döneminde değil, bugün de önemli eserler arasında gösterilen ve pek çok dile çevrilerek dünya edebiyatına kazandırılan Kelile ve Dimne, Beydeba’nın zekâ ve hikmetini yansıttığı on beş ana hikâyeden oluşan ölümsüz bir fabl derlemesidir.

Ömer Rıza Doğrul, 1893 yılında Kahire’de dünyaya geldi. Mehmet Akif Ersoy’un damadıdır. Kahire’de bulunan El-Ezher Üniversitesinden mezun oldu. Daha sonra gazetecilik yapmaya başladı. Balkan Savaşı’ndan sonra ve I. Dünya Savaşı sırasında Kahire’de es-Siyâse gazetesinde edebî makaleler yayımladı. İstanbul’a döndükten sonra Tasvîr-i Efkâr gazetesinde muhabir olarak çalıştı. Türkiye-Mısır ilişkileri hakkındaki bazı yazılarından dolayı 1925’te İstiklal Mahkemesi’nce tutuklandı, bir süre sonra serbest bırakıldı. Türk ve Arap edebiyatları, dinler tarihi ve dinî konularda incelemeler yaptı. İstanbul Radyosu için haber bültenleri hazırladı. 1950 seçimlerinde DP’den Konya milletvekili oldu. Eserleri, Tasvîr-i Efkâr, İkdam, Akşam, Son Posta, Tan ve Cumhuriyet gazetelerinde yer aldı. Telif ve çeviri olmak üzere yüze yakın eseri bulunmaktadır. 1952’de İstanbul’da vefat etti.

Eserleri: Kur’an Nedir, Müslümanlık Nedir, Tanrı Buyruğu, Mehmed Akif Hayatı ve Eserleri, Kanlı Gömlek, Ekber: Bir Türk Dâhisi, Cennet Fedaileri: İslâm Tarihinde Gizli ve Yıkıcı Teşekküller, İslam’ın Özü ve Kur’an’ın Ruhu, Yeryüzündeki Dinlerin Tarihi, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, Hazret-i Rabiatü’l-Adeviyye, İstanbul’da İktidarın Temelleri.

ESER HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

Bu eser, Şark kafasının yarattığı ölmeyen abideler arasındadır. “Dünyada bu eser ölçüsünde başarılı olan, onun kadar dünya dillerine tercüme olunmak bahtiyarlığı kazanan eserler pek nadirdir.”1

Eserin aslı Sanskrit dili ile yazılmıştır. Batılı bilginler eserin bu dil ile yazılan metnini bulmak için çalışmışlar; Hint kitaplarından Panca Tantra’da ilk beş bölümünü, Mahabharata’da daha sonraki üç bölümünü ve Hitopadeşa’da da iki bölümünü bulmuşlar, bu yüzden metnin eski Fars şekline çevrildiği sırada tek bir eser hâlinde toplanmış olmadığına hükmetmişlerdir. Batılı Bilgin Benfey bu fikirdedir. Doğu bilimciler bu bölümleri bir araya getirerek neşretmişler, bunlardan Doğu Bilimci Hertel ile Batılı Bilgin Kosegarten tarafından yayımlanan nüshalar şöhret kazanmıştır.2

Eserin Beydeba namında bir Hint filozofu tarafından yazılmış olduğu söylenmekte ve onun ismi çeşitli şekillerde tespit olunmaktadır. Batı’da ona Bidbay denildiği gibi Arapçada Bidba ve Bidbah da deniliyor. Kitabın Pehlevî dilinden (eski Farsça) hazırlanmış olan Süryani metninde yazara Biddog ve Bidvog adı verilmiştir. Bu şeklin kökü, Benfey’e göre, Sanskrit dilindeki “Vidyapati” kelimesidir ki ilmin sahibi manasındadır.3

Eserin Yazarı:

Kelile ve Dimne yazarının asıl adı hakkında dikkate değer bir söylenti Sultan Murat Hüdavendigâr çağdaşlarından Mehmet Küşteri adlı bir Türk yazarının Şeceretü’l-Beşer adlı yazmasında göze çarpmaktadır.

Bu Türk yazarına göre Kelile ve Dimne’nin yazarı, miladın birinci asrında Bakü şehrinde doğmuş ve sonradan Hindistan’a gitmiş “Ketku” isminde bir Türk âlimidir.

Türk yazarı diyor ki:

“Ketke b. Huret, Bakü’de doğdu. İsa’nın doğumundan seksen bir yıl sonradır. Musiki ilminin mucidi olup Bafer devrinde yazdığı kitap, bu fende emsalsizliğini ispat eder. Kelile ve Dimne adlı meşhur eser bunundur. Nasihat-El-Külliye adıyla diğer bir eseri Arapçaya çevrildi. Bakü b. Türk evladındandır.”4

Mehmet Küşteri’nin bu anlattığını neye dayanarak yazdığını bilmiyoruz ve onun için bu söylentiyi tenkit için kendimizde yetki görmüyoruz. Kim bilir, belki araştırmalar bu söylentiyi değerlendirecek neticeler verir.

Eserin Pehlevî Diline Tercümesi:

Fakat şüphe götürmez bir hakikat, eserin Hindistan’da yazılmış olduğudur. Miladın 300 senesi sıralarında Vişnu mezhebine bağlı bir Brahman tarafından yazılmış olduğu en kuvvetli ihtimal sayılıyor. Sanskrit dilindeki adı “Kratka Dimnaka”dır.

Hindistan’da yazılan ve Hint hükümdarının hazinesinde saklı olan bu eser, miladın altıncı asrında Pehlevî diline tercüme edilmiş ve bu tercüme Kisra Nuşirevan’ın doktoru Bürzuye (Berzeveyh) tarafından başarılmıştı. Eserin ön sözlerinden biri bu zatın Hindistan’a nasıl gittiğini, eseri nasıl ele geçirdiğini ve nasıl tercüme ettiğini anlattığından bu bahsi burada uzatmaya lüzum görmüyoruz.

Süryanice ve Arapça Tercüme ile Diğer Tercümeler:

Eser, Pehlevî diline naklolunduktan sonra 570 yıllarında eski Süryaniceye çevrilmiş ve bu tercüme metin, Almanca tercümesiyle birlikte 1911’de basılmıştır.

Eserin Arapçaya tercümesi ise sekizinci asrın başlarında Abdullah İbnü’l Mukaffa tarafından başarılmıştır.5

Aslen Firuzabadlı olan bu yazar, Mezdekiliği bırakarak İslamiyet’e girmiş ve Arapçanın en yüksek nesir üstatları arasında yer almıştır. Onun yaptığı tercüme Arap memleketlerinde sık sık basılmaktadır. Bu eseri bütün dünyaya tanıtmaya en çok yardım eden eser bilhassa bu Arapça tercümedir.

İran Edebiyatı Tarihi yazarı Browne’a göre dünyada Kelile ve Dimne’nin aslından yapılan biricik tercüme, Tibet lisanına çevrilmiş olanıdır. Diğer tercümelerin hemen hepsi Arapçadan yapılmış ve bu sayede eser Yunanca, Farsça, Yahudice, Latince, İspanyolca, İtalyanca, Slavca, Türkçe, Almanca, İngilizce, Danca, Felemenkçe ve Fransızcaya geçmiştir. Bu da Abdullah İbnü’l Mukaffa tarafından yapılan tercümenin bu eseri bütün medeniyet âlemine yaymak hususunda yaptığı büyük hizmeti bütün açıklığıyla göstermektedir.

Farsça Tercümeler:

Eserin Pehlevî diline yapılan tercümesi kaybolduğundan daha sonraları bu eser Arapçadan Farsçaya çevrilmiş6 ve ilk tercümeyi Ebü’l-Meali Nasrullah bin Muhammed bin Abdülhamid yaparak Gazneli Behram Şah’a ithaf etmiştir.7

Fakat Fasça tercümelerin en güzelini Hüseyin bin Ali el-Vaizü’l-Kâşifî on beşinci asırda yapmış ve eserine Envar-ı Süheylî ismini vermiştir.8

İyar-ı Danişî ismini taşıyan üçüncü bir tercüme de Hüseyin Vaiz’in tercümesinden iktibas olunmuş, Hindistan’ın Türk-Moğol imparatoru Ekber Şah’a takdim edilmek üzere Ebü’l Fazl tarafından başarılmıştır.9

Envar-ı Süheylî sahibi Hüseyin bin Ali el-Vaiz, Nasrullah’ın daha önce yaptığı çeviriyi sadeleştirmek ve böylece eserin bütün halk tarafından okunmasını temin etmek istemişse de eseri daha geniş ve süslü bir üslup ile yazmaktan kendini alamamış ve eserin aslına sadık kalmaya özenmekle beraber tercümeyi genişletmiş; eseri, Browne’un dediği gibi “manasız abartmalarla, anlaşılmaz kelimelerle, lüzumsuz sıfatlarla, birbirini tutmayan benzetmelerle, kulağı tırmalayan süslü kelimelerle” doldurmuştur.

Eserin Türkçe Tercümeleri:

Kelile ve Dimne Türkçeye birçok defalar tercüme edilmiştir. Bu tercümelere dair elde edebildiğimiz bilgiyi burada özetliyoruz.

Kelile ve Dimne’nin Türkçeye, ihtimal ki ilk tercümesi, Aydınoğlu Umur Bey namına, miladın 1360 yılında Kul Mesud’un Nasrullah’tan naklettiği nüshadır. Daha sonra meçhul bir yazarın bu eseri şiire çevirerek I. Murad’a hediye ettiği anlaşılıyor. Fakat bu eserin en meşhur mütercimi Ali Çelebi’dir.10 Envar-ı Süheylî’yi tercüme ederek Kanuni Süleyman’a hediye etmiş ve ondan ödül almıştır.

Fakat Ali Çelebi’nin Hümayunname adını verdiği bu eser, ancak üç dilde hakkıyla bilgi sahibi olan kimselerin anlayabileceği koyu Osmanlıca ile yazılmış ve bugün ancak ihtisas sahiplerinin okumaya imkân bulacakları bir çeviridir.

Ali Çelebi, tercümesine yazdığı ön sözde “lügat-i garibeden ve elfaz-ı vahşiyeden tehaşi” ettiğini söyler ve bunun sebebini de şu şekilde anlatır:

“Tâ dîde-i her bina bî-nazar-ı taammuk ve taammuk-i nazar visal-i gavani-i maanisinden behremend olmak müyesser ve dil-i her dânâ bî-tekellüf-i tahayyül ve tahayyül-i tekellüf ol nazperverin harem-i hücre-i hayalinden berhudar olmak mutasavver ola.”

Eseri niçin sade ve açık bir lisanla yazmak istediğini ve niçin kimsenin anlayamayacağı kelimeler ve yabani sözler kullanmaktan çekindiğini bu derece karışık bir ibare ile anlatmaya özenen Ali Çelebi, sade yazmak iddiasında olmasaydı, kim bilir daha ne büyük hünerler gösterir ve içinden çıkılmaz ne yaman bilmeceler yaratırdı!

Gerçekten Ali Çelebi’nin bu tercümesi, eseri okutmaya ve yaymaya değil, rahmetli Ahmet Mithat Efendi’nin dediği gibi, eseri “büsbütün unutulmuş hâle sokmuş” yani eseri büsbütün uyutturmaya yardım etmiştir. Onun için Ahmet Mithat Efendi 1304’te Matbaa-i Âmire’de basılan Hulâsa-i Hümayunname’siyle bu eseri yaşatmaya çalışmıştır.

Burada şunu söylemek icap eder ki Ali Çelebi’nin tercümesi eserin Fransızca ve İspanyolcaya geçmesine yardım etmiştir.

Ali Çelebi ile Ahmet Mithat Efendi dışında da aynı eseri tercüme veya hülasa eden birkaç kişi ile karşılaşıyoruz. Bunlardan biri, Hilalî namında bir şairin manzum tercümesidir. Keşfel-Zunun’a göre İftiharuddin Muhammed Bekrî el-Kazvinî de Envar-ı Süheylî’yi Türk diline çevirmiştir. Aynı kaynağa göre meşhur Şeyhülislam Yahya Efendi Hümayunname’yi üçte birine indirerek özetlemiştir. H 1136’da vefat eden Osmanzade Tâib de Mısır’da kaldığı sırasında Hümayunname’nin güzel bir özetini yapmıştır. Bunun ismi: Zübdetü’l-Ezhar’dır. Daha sonra 1227’de Vidin Valisi Hafız Ali Paşa’nın divan efendisi Şerif İbrahim Mahir Efendi, Hümayunname’yi sadeleştirmeye çalışmış, daha sonra Tanzimat Devri’nde Adanalı Ramazanizade Abdünnâfi Efendi yine Hümayunname’ye dayanarak manzum bir tercüme vücuda getirmiştir. Bu manzum tercümenin adı Nâfiü’l-Âsâr’dır ve eser, 1849’da (H. 1266) yazılmıştır. Nihayet merhum Ahmet Mithat Efendi de Hümayunname’nin hem özetini yapmış hem de açıklamıştır.

Ahmet Mithat Efendi’nin Hulâsa-i Hümayunname’ye yazdığı ön sözden anlaşıldığına göre, bu eseri çevirmek fikrini kendisine Sultan II. Abdülhamid vermiş, ona kendi kütüphanesinden nefis ve tam bir nüshayı göndererek: “Ahmet Mithat bu nüshayı esas tutsun da yapacağı özeti ona göre yapsın, anlaşılmaz cümlelere girişmesin. Diğer yazdığı kitaplar gibi bunu da sade, güzel ve sehlülfehm (kolay anlaşılır) bir yolda yazsın. Hikâyelerin netayicinde çıkacak hikmetlerden şayan gördüklerini şerh ve izah etsin.” diye de haber göndermiş, o da bu ferman-ı hümayuna uyarak eseri yazmış ve eserin birinci sahifesinde kaydedildiği gibi bu hülasa “Bâ irade-i seniyye-i hazret-i hilâfetpenahî Matbaa-i Âmire’de tabolunmuştur. (H. 1304)”

Ahmet Mithat Efendi’nin altmış seneye yakın bir zaman önce bu özeti yaptığı sırada eserin Arapça metniyle ilgilenmediği açıkça görülmektedir. Çünkü eserin özeti bile Arapça metninden çok daha büyüktür ve bu tercüme ile eser, bir Hint eseri olmaktan çıkarak Binbir Gece Masalları’nın sahnelerini yaşatan bir şekil almaktadır. Ahmet Mithat Efendi’nin bazı hikmetleri izah için yazdığı açıklamalar eseri büyütmüştür.

Ahmet Mithat Efendi’nin bu eserde kullandığı lisan, Ali Çelebi’nin lisanıyla ölçülmeyecek derecede açık ve sadedir. Osmanlıca kültürü sağlam olanlar, bugün dahi bu eseri kolay kolay okuyabilirler.11

Eserin Türkçe tercümeleri bundan ibaret değildir. Eser, Doğu Türkçesine Taşkentli Fazlullah bin İsa tarafından tercüme olunmuş, bundan başka Kazan’da da Abdü’l-allam Faiz Han oğlu tarafından tercüme edilerek 1889’da basılmıştır.

Bizim Tercümemiz:

Bizim tercümemize gelince Abdullah İbnü’l Mukaffa’nın Arapçasından yapılmıştır. Bu yüzden Ali Çelebi’nin Hümayunname’sinden ve Ahmet Mithat Efendi’nin hülasasından çok farklıdır. Hatta eserin mühim bir kısmı ile Hümayunname arasında hiçbir alaka bulunmadığını söyleyebiliriz. Ali Çelebi ile ona uyanlar da Ahmet Mithat Efendi’ye kadar Envar-ı Süheylî adını taşıyan Farsça tercüme veya Hümayunname’yi esas aldıkları için eserin ilk defa olarak bizim tarafımızdan doğrudan doğruya Arapçadan Türkçeye çevrilmiş olduğunu zannediyoruz.

Gerek Ali Çelebi gerek Ahmet Mithat Efendi eserin aslına fazla bağlı olmaya lüzum görmemişlerdi. Ali Çelebi, üç dildeki bilgisini göstermek için İslamiyet’ten çok önce yazılan bu eseri “âyât-ı zaruriyetü’z-zikir ve ehâdis-i mensure ve âsâr ve eş’ar ve emsali meşhure” ile açıklık getirmek yolunu tutmuş, Ahmet Mithat Efendi de eserin aslı ile ilgilenmeyerek açık bir üslup ile mealini anlatmayı ve kendi düşüncelerini ilave etmeyi seçmiştir. Biz ise eserin, Arapça metnine bağlı kaldık ve metne azami sadakati göstermek için elimizden geleni yaptık. Bundan başka, eseri en açık ve en sade dil ile çevirerek bugünün okuyucuları tarafından anlaşılmayacak hiçbir kelime bırakmamaya dikkat gösterdik.

Eserin Mahiyeti:

Ali Çelebi’nin Hümayunname’ye yazdığı ön sözde anlattığı gibi bu kitap, pratik bilgi esasları üzerine kurulmuştur. Pratik bilgiden maksat, insanın iradesine tabi olan işlerini, menfaatlerini ve tabii hareketlerini idare edecek esasları tanıması ve ona göre hareket ederek hayatından umduğu olgunluğa ermesidir. Pratik bilgiden ferde ait olanına “ahlaki terbiye”, aileye ait olanına “ailevi terbiye”, cemiyete ve memlekete ait olanına “siyasi terbiye” denir. Bu eserde bilhassa ailevi terbiye ile siyasi terbiyeye önem verilmiş, ahlaki terbiyeye ait pratik bilgiler ancak istitrat yolu ile anlatılmıştır.

Pratik bilgi, hayat tecrübelerinin, hayat icaplarının telkin ettiği iş, felsefe demek olduğu için bunun aile ve cemiyet yaşayışını düzenleyen esaslarını herkesin anlayacağı hikâyelerle öğretmek ve bu hikâyeleri hayvanlara söyletmek, Doğu’nun başardığı yüksek bir edebî hünerdir. Bu eser ise bu yolda gösterilen hüner ve kazanılan başarının en yüksek şahikasıdır.

Eserin faydalı olmasını temenni ederek çalışmamızın bu naçiz verimini okuyucularımıza sunuyoruz.

Burada, eserin aslına girmeden önce eseri Pehlevî dilinden tercüme eden ve dünya dillerinin çoğuna hediye eden büyük âlim İbnü’l Mukaffa’nın hayatı hakkında biraz bilgi vermeyi de faydalı bulduk.

Ömer Rıza Doğrul

ABDULLAH İBNÜ’L MUKAFFA

Bu eseri eski Farsçadan Arapçaya çeviren, belki bir dereceye kadar yazan Abdullah İbnü’l Mukaffa, Arap edebiyatının en kuvvetli şahsiyetlerinden, İran kültürünü Arap âlemine yaymak hususunda ebedî başarılar kazanan ölmez simalardan ve kendi devrine göre büyük sosyal devrimcilerden sayılmaya layık adamlardandır.

Kendisi aslen Farslıdır ve asıl adı Ruzbih’tir. Babasının adı Dazuyeh’tir. Babası İran’ın Gur nahiyesindendi. Fakat oğlu, Basra’da ve en temiz Arapçayı konuşmakla tanınmış Ethem oğullarının himayesi altında yetişti ve bu sayede en iyi Arapçayı öğrendi. Yazıcılıktaki hüneri sayesinde devrinin en yüksek prenslerine kâtiplik etti ve bu hizmeti ifa ederek devrin bütün içyüzüne nüfuz etti, devrin yüksek tabakasına mensup olan kimseleri ve bu kimselerin bütün yakınlarını; ihtiraslarını, düşünüş, yaşayış tarzlarını tanıdı ve kavradı.

Emevîlerin son halifesi olan Mehmet oğlu Mervan’ın Irak Valisi Ömer ibn Hübeyre oğlu Yezid’in ve kardeşi Davud’un kâtipliklerini, daha sonra Abbasîlerden Seffah’ın ve Halife Mansur’un amcaları olan İsa oğlu Ali’nin kâtipliğini yapmış olduğunu söylemek onun sanatı sayesinde kazandığı mevki ve görmeyi başardığı âlem hakkında bir fikir verebilir.

Devrinin ileri gelen şahsiyetlerine kâtiplik yapmak yüzünden mühim bir servet kazandığı ve servetiyle dostlarına ve değerli olduklarına inandığı kimselere faydalı olduğu da anlaşılıyor.

Fakat bu adamı on iki asırdan beri yaşatan ve sonuna kadar yaşatacağı muhakkak olan meziyet, devrinin yüksek mevki sahibi adamlarına kâtiplik etmesi değildi, eserleri idi. Bu eserlerden elimize geçenler, dört taneden ibaret olmakla beraber onun hakiki hüviyetini bize tanıtmaya kâfi gelmektedir.

İbnü’l Mukaffa’nın İran hükümdarlarının tarihi olan Hüdaname’yi, İranlıların nizamlarından, örf ve âdetlerinden bahseden Âyinname’yi, Kisra Nuşirevan’ın hâl tercümesini anlatan ve kendisi tarafından Tac adı verilen kitabı, Mezdek’ten bahseden ve onun dinini anlatan bir eseri ve daha başka eserleri Farsçadan tercüme ettiğini gerçi biliyoruz. Çünkü Mes’udî, Murucü’z-Zeheb’inde ve İbnü’l Nedim, Fihrist’inde bunlardan bahsetmektedir. Fakat bunlardan biri de henüz elimize geçmemiştir. “Henüz” diyoruz çünkü İbnü’l Mukaffa’nın birkaç eseri ancak yirminci asırda keşfolunmuş ve basılmıştır. Onun için diğer eserlerinin de ele geçmesinden büsbütün ümit kesilmeyebilir. Fakat onun şu dört eseri elimizdedir.

1. El-Edebü’s-Sagîr,

2. El-Edebü’s-Kebîr,

3. Risaletü’s-Sahabe,

4. Kelile ve Dimne.

Bu adamın bütün hüviyetini ve bu hüviyetin büyüklüğünü bize anlatan eserler bunlardır.

El Edebü’s-Sagîr, ahlaka ait ve atasözlerine benzeyen felsefi sözlerden oluşmuştur. Fakat bu sözlerin her biri deney mahsulü olduğu için yalnız edebî bir parlaklık değil, hayat teneffüs eden bir canlılıkla da göze çarpar. Mesela bakınız yazar ne diyor: “Dört şey var ki küçüğünü küçümsememek gerektir; yangın, hastalık, düşman ve borç!” Bu ancak yaşayan ve tecrübe eden bir adamın söyleyebileceği bir sözdür. Yahut şu sözüne bakınız: “Sonunda ziyan getiren kazancı, kazanç; sonunda kazanç getiren ziyanı, ziyan; dostlardan ayrılmak pahasına yaşanılan hayatı, hayat saymayınız!” Bu da ancak zararı ve kazancı çok iyi tanıyan, bunların değerini çok iyi tartan, derin duyuşlu bir adamın sözü olabilir. Abdullah İbnü’l Mukaffa; bu sözleri ister kendisi söylemiş ister Fars filozoflarından almış olsun, hayatında böyle yaşamış olduğu için söylediği sözlere kendi hayatından ruh vermiştir.

Gerçi bu kitabın vecizeleri arasında bağ gözetilmediği ve yazarın karşılaştığı her tecrübeyi en güzel tarzda belirtmekle yetindiği göze çarpmaktadır. Fakat bu düzensizlik de eserin değerinden bir şey kaybettirmiyor.

El-Edebü’l-Kebîr de aynı tarzda yazılmış bir eserdir. Fakat sözler daha uzundur ve vecizeler arasında düzen de gözetilmiştir. Çünkü bu vecizeler bilhassa iki konu etrafında toplanmaktadır. Birincisi hükümdarlara, valilere ve bunlara bağlı olanlara, yani yazarın içyüzlerini yakından tanıdığı kimselere hitap eder. İkincisi bilhassa dostluktan ve dostlardan bahseder. Onun hükümdarlara ve onlarla ilgili olanlara hitap etmeye yetkisi vardı. Çünkü emirlere ve valilere kâtiplik etmiş, bunların dostlarıyla ve düşmanlarıyla temaslarda bulunmuş, bunlarla bazen dost bazen düşman olmuş, Halife Mansur ile amcaları arasında kopan uyuşmazlıklara, ihtilaflara karışmış; bu ihtilaflara, uyuşmazlıklara ait olayları kaydetmiş, bu olaylar esnasında halifenin amcasına danışmanlık etmiş, sonra İran tarihinde bu hadiselerin nice nice eşleriyle karşılaşmış bir adamdı. Onun için bu konuyu tam bir yetkiyle ele almış ve eskilerle yenilerin tecrübelerinden faydalanarak onu tam bir başarıyla yazmıştır. Dostluk ve dostlar bahsi ise onun hayatta en çok sevdiği konu idi. Çünkü ona göre dostluk hayatın belkemiğidir. Dost, insan ruhunun aynasıdır. Sır ancak dosta emanet edilir. Samimiyet ancak dostla ilerletilir. Onun için dost seçmek, hakikaten güç bir iştir ve yazar, dost seçmenin şartlarını açıklarken kılı kırk yararcasına davranır. Fakat bütün hayatı, onun bu şekilde hareket ettiğini ve yazdığına inanarak yaşadığını gösterir. Çünkü kendisi valilerle düşüp kalkan, emirlerle en içten yakınlıklar kuran, tenkit etmek yüzünden hayatta en çetin güçlüklerle karşılaşan, özellikle sosyal bir bozukluğu düzeltmek adına türlü türlü entrikalarla ve dedikodularla savaşan bir adam olduğu için, dostun ancak bu türlüsüne ve en iyisine muhtaçtı.

İbnü’l Mukaffa’nın bu eserinden onu, devrin düzenini tenkit eden ve düzeltmesi için uğraşan inkılapçı hüviyetiyle gösteren eserine yani Risaletü’s Sahabe adlı eserine geçebiliriz.

Bu eserin, o devre göre bir harika sayılması icap eder. Çünkü İbnü’l Mukaffa bu eseriyle on iki asrı aşarak âdeta bizimle konuşuyor hatta bizim devrimizde dahi liberal sayılacak bir dille söz söylüyor.

İbnü’l Mukaffa’nın bu eseri, Halife Mansur gibi şüphelendiği her kimsenin vücudunu ortadan kaldıran bir adama sunmaya cesaret etmesi karşısında hayret etmemek mümkün değildir. Fakat onun eseri bu halifeye sunmuş olduğuna şüphe yoktur.

Yazar bu eseri niçin yazdığını anlatırken vaziyeti şu şekilde özetliyor: “Öyle valiler var ki ortalığı düzenlemeye ehemmiyet vermiyor. Vermek isterlerse de ne yapacaklarını bilmiyorlar. Ne yapacaklarını biliyorlarsa yapmak istedikleri işi başarmaya yetecek irade ve güç sahibi değiller yahut yapacakları işi başarmak için etraflarında yardımcı bulamıyorlar. Çünkü etraflarındaki kimseleri, hükümdar huzurunda sahip oldukları itibar yüzünden atamıyor ve onun için bu kusurları gidermek ve bu kötülükleri ortadan kaldırmak mümkün olamıyor.”

Onun her şeyden evvel düzelmesini istediği şey “ordu”dur ve ona göre, ordunun düzelmesi için alınacak ilk tedbir, ordunun bir kaide veya kanuna uymasıdır. Bu kanun, ordunun bilmesi icap eden her şeyi bildirmeli, askerlerin ne yapacaklarını ve nelerden sakınacaklarını anlatmalı, bütün ordu kumandanları ve eratı bu kanun dairesinde harekete mecbur olmalıdır. Yoksa kanunsuz bir ordu ancak anarşiye yol açar. Ordu, devletin mali işlerine, vergi toplamaya ait faaliyetlere katiyen karışmamalıdır. Çünkü para işleriyle uğraşmak orduyu fesada uğratır. Sonra ordunun başına yetenekli komutanlar tayin etmek, askerin ilmî ve ahlaki terbiyesine önem vermek, ordunun tahsisatını intizam içinde ödemek ve orduyu daima gözetmek ve denetlemek gerekir.

İbnü’l Mukaffa bu konuda tam bugünün adamı gibi konuşmuyor mu? Fakat onun ileri sürdüğü düzeltme çaresi sırf ordu için değildir. Onun, adliye sistemini düzeltmek için anlattıkları ve tavsiye ettikleri de aynı derecede ileridir. Abdullah İbnü’I Mukaffa o zaman adliye sistemindeki anarşiyi de belirtmiş, bu sistemin yalnız fikre dayanmak ve kanuna dayanmamak yüzünden birçok yolsuzluklara fırsat verdiğini anlatmış, onun için âdeta bir medeni kanun lüzumunu ileri sürmüş ve bu kanunun her yerde uygulanmasını istemiştir.

Bu vadide modern bir adam kafasıyla konuşan İbnü’l Mukaffa, devrinin bir yarasına daha dokunuyor ve onu da aynı görüşle inceliyor. Emevîlerin hâkimiyeti devrinde Irak halkı daima suçlu idi ve bu yüzden Emevîler Iraklılara karşı her baskıyı haklı görürlerdi. Emevîlerin Irak halkına karşı yükledikleri suçlamalar hiç olmazsa kısmen Abbasîlerin kafasına da yerleşmiş olduğu ve Iraklıların Ali oğullarını Abbas oğullarına tercih etmelerinden korktukları için onlar da Iraklılara karşı aynı şekilde hareket ediyorlardı. İbnü’l Mukaffa bu yoldaki hareketin doğru olmadığını, Iraklılara karşı uydurulan iftiraların esassız olduğunu anlattıktan başka, Emevîlere bağlılıkları iddia edilerek düşman gözüyle görülen Şam halkına da itimat gösterilmesi lüzumunu müdafaa etmiş ve o zamanın halkını teşkil eden bütün ülkelere de en iyi şekilde davranılmak icap ettiğini izah ederek devleti sağlamlamak ve dâhilî karışıklıkları önlemek için en esaslı çareyi tavsiye etmiş ve İslam devletlerinin çökmesine sebep olan en mühim sebebin önüne geçmek istemişti.

İbnü’l Mukaffa, devrin iktisadi sistemini de kusurlu gördüğü için onunla da meşgul olmuş, bu cephede de hüküm süren anarşiyi anlatarak ona göre tavsiyelerde bulunmuş ve hakikaten bir yenilikçi, bir devrimci kafası taşıdığını göstermiştir.

Yazar, bu eserinde hükümdarı da unutmamış, ona da birtakım bayağı adamları yanına almaması lazım geldiğini ihtar ederek yanında bulunması icap eden insanların şerefli, kafalı, kudretli, iffetli ve temiz kimseler olmaları ve her birinin mütehassıs oldukları işte çalışmaları icap ettiğini anlatmıştır.

Bu eserin, İbnü’l Mukaffa tarafından büyük bir ihtimal, kırkına varmadan evvel yazıldığını düşünürsek onun hakikaten olgun, kafalı, yüksek görüşlü ve devrimci bir hızla donanmış bir genç olduğunu derhâl anlarız.

Kelile ve Dimne’ye gelince bu eser de İbnü’l Mukaffa’nın başarmak istediği yenileşmeyi kolaylaştırmak ve yenilik ruhunu yaymak için tercüme ettiği ve yazdığı bir eserdir.

İbnü’l Mukaffa’nın pek haklı olduğunda tereddüt edilmeyecek bir kanaati, devrinde hüküm süren fenalıklardan birçoğunun özellikle işbaşında bulunan kimselerin yolsuzluklarından, zulüm ve kötülüğünden ileri geldiği idi. O zaman bu şahısları doğrudan doğruya tenkit etmek zordu ve son derece tehlikeli idi. Kendisi gerçi, demin ana hattını anlattığımız risaleyi yazmıştı fakat devrinin bütün edebî hünerlerini kullanarak fikirlerini ifadeye imkân bulmuştu. Biraz daha ileri gittiği takdirde son derece üzücü bir sonuçla karşılaşabilirdi. Zaten bu fikirleri yüzünden “zındık” diye şöhret bulmuş ve aleyhinde türlü türlü dedikodular alıp yürümüştü. Fakat İbnü’l Mukaffa’nın parlak zekâsı, hükümdarı eleştirmenin, onun neler yaptığını anlatmanın çaresini kolaylıkla buldu ve İran edebiyatı onun bu yoldaki isteğini yapmasına yardım etti. Çünkü bu sayede hayvanları konuşturarak iktidar mevkisinde bulunan kimseleri dilediği gibi hırpalamak imkânı belirmişti. O da Kelile ve Dimne eserinden faydalanarak bu şekilde hareket etmiş, bu kitabı tercüme etmek, daha doğrusu Arapçalaştırmak suretiyle devrinin padişahı olan Halife Mansur’a karşı, eserin metnindeki Filozof Beydeba’nın Kral Debşelim’e karşı rolünü almış ve bu sayede devrinin padişahını istediği gibi eleştirmiş, alaya almış ve halkı kralların kötülüğünden korumak için ne söylemek mümkünse hepsini söylemişti.

Onun için İbnü’l Mukaffa bu eserin yalnız çeviricisi değil, aynı zamanda yazarıdır. Fakat onun ne dereceye kadar çevirici ne dereceye kadar yazar olduğunu belirlemek son derece güçtür. Çünkü eserin aslı elimizde bulunmamaktadır.

Acaba İbnü’l Mukaffa’nın dinsizlikle suçlandırılmasının ve nihayet öldürülmesinin sebebi; düzen taraftarı olması, devletin bütün zayıf noktalarını eleştirmek, işbaşında bulunanların yolsuzluklarını yüzlerine vurmak ve bütün bu fenalıkların ortadan kalkmasını istemek miydi? Yoksa daha başka sebepler var mıydı? İhtimal ki onun Araplar arasında yetişmiş olmasına rağmen atalarının dini olan ateşperestlikten ayrılmaması ve ancak ömrünün son senelerinde yani tam manasıyla olgun bir adam olduğu sırada Müslümanlığa girmesi onun dinsizlikle itham edilmesini kolaylaştırmış; hür fikirleri ve bilhassa kanunu hâkim kılarak şahsi ve keyfî idareye son vermek yolundaki uğraşmaları, bu girişimlerinden hoşnut olmayan nüfuzlu kişilerin, aleyhinde propaganda yapmalarına neden olmuştur. Gerçek olan nokta: Halife Mansur’un, yazdığı bir kitap yüzünden öldürülmesini emrettiği ve bu işi de Basra valisi olan Süfyan’a yaptırdığıdır. Süfyan, İbnü’l Mukaffa’nın şahsi düşmanı idi. O da bu şahsi düşmanını ele geçirdikten sonra bir fırın yaktırmış, daha sonra İbnü’l Mukaffa’nın organlarını teker teker kestirerek her organı onun gözü önünde fırına attırmış, nihayet gövdesini de fırına atmış ve fırını kapamıştı.12

Bir söylentiye göre Halife Mansur’un, Abdullah bin Ali’ye vereceği af beratı, İbnü’l Mukaffa tarafından yazılmış ve yazar, beratın halife tarafından bozulmasına imkân vermeyecek en sağlam, en ihtiyatlı lisanı kullanmış olduğundan Mansur’un öfkesine uğramış, halife bu yüzden öldürülmesini istemiş13 ve yazar, hicretin ya 142’nci (miladi 762) ya 143’üncü ya da 145’inci senesinde yukarıda anlattığımız şekilde öldürülmüştür.

Cahiz’in anlatışına göre yazar, Abdullah bin Ali’yi Halife Mansur’a karşı kışkırtmış, Mansur bunun farkına vararak onu bu yüzden öldürtmüştür.14

İbnü’l Mukaffa’nın ölüm tarihi az çok bilinmekle beraber, onun ne zaman doğduğu pek belli değildir. Yalnız onun 106 senesinde doğduğunu anlatan bazı söylentiler vardır ve bundan, onun kırkına dahi varmadan öldürülmüş olduğu anlaşılmaktadır.

Fakat kırkına varmadan veya kırkını biraz aştıktan sonra öldürülen bu adam, şüphe yok ki bir deha idi ve eserleri bunu apaçık göstermektedir. Sonra bu adam, yalnız üstün bir zekâ değildi. Yüksek karakterli bir insandı ve birçok kayıtlar onun asil ahlaklı, ince ruhlu, cömert, vefalı bir insan olduğunu, kendisini daima terbiye ederek daha iyi ve daha ileri bir seviyeye varmak için uğraştığını anlatmaktadır.

Menkıbelerinden biri şudur:

Said ibn Selâm diyor ki: “Kûfe’ye gitmiştim. İbnü’l Mukaffa’yı gördüm. Beni çok iyi karşıladı ve sordu:

‘Burada işin ne?’

Hâlimi anlatarak:

‘Borç yükü altında kaldım da geldim!’ dedim.

Sordu:

‘Bir kimseyi gördün mü?’

‘Evet, Şubrume oğlunu gördüm. İleri gelen kimselerden birinin çocuklarını okutmakla ve terbiye etmekle meşgul olmam için yardımcı olacağına söz verdi.’ dedim.

‘Vah vah, bu kadar yaşlandıktan sonra bakıcılık mı yapacaksın?’ dedi.

Sonra sordu:

‘Evin nerede?’

Ben de evimi tarif ettim. Ertesi gün geldi. Ben, ders okuyan kimselerle uğraşıyordum. Karşıma bir mendil bırakıp gitti. Mendilin içinde kırk bir bilezik ile dört bin dirhem kadar nakit vardı. Ben de bunları alarak Basra’ya gittim ve işlerimi gördüm.”

Cehşiyari ondan bahsederken der ki: “Alicenap ve cömert bir kimse idi. Herkesi ağırlayarak yemeğe alıkoyar ve kendisine başvuran her kişiye yardımda bulunurdu. Ömer oğlu Davud’a kâtiplik etmekten dolayı bir hayli para edinmişti. Onun için Basra’da ve Kûfe’de tanınmış birçok kimselere beş yüz ile iki bin dirhem arasında aylık tahsisat bağlamıştı.”

İbnü’l Mukaffa kendisi gibi Arap nesrinin hükümdarlarından olan Abdülhamid el-Kâtib’in dostu idi. Günün birinde onun da öldürülmesi için, ferman çıkmıştı. Bu sırada Abdülhamid ile İbnü’l Mukaffa beraber bulunuyorlardı. Fermanın çıkması üzerine cellatlar, Abdülhamid’i aramaya çıkmışlar ve nihayet onu İbnü’l Mukaffa ile beraber bulmuşlardı. Bunların yanına giren cellat sordu:

“Abdülhamid hanginiz?”

İkisi birden cevap verdi:

“Benim!”

İbnü’l Mukaffa, dostunun canını korumak için ileriye atılmıştı. Fakat Abdülhamid ona mâni oldu ve gelenlere:

“Abdülhamid benim!” diye ısrar ederek kendisini teslim etti.

1.Browne, İran Edebiyatı Tarihi, C. 2, s. 350.
2.Brockelman İslam Ansiklopedisi, Kelile ve Dimne maddesi.
3.Wensinck, İslam Ansiklopedisi (Türkçe tercüme, s. 602.)
4.Mehmet Küşteri b. Hasan b. Ahmet, (Şeceretü’l-Beşerif-i Hakikat-il-Haber). Konya Memleket Kütüphanesi Müdürü Mesut Koman’daki 913 tarihli yazma nüsha, s. 39, Mesut Koman’ın bize yazdığı hususi bir mektuptan naklen.
5.Hümayunname sahibi Ali Çelebi onun hakkında der ki: “Ser defteri bulâga-yi asr ve ser âmed-i fuseha-yi dehr idi.”
6.“Samanilerden Ebül-Hasen Emir Nasr bin Ahmed Samani, efadıl-ı zamandan birisine emredip ol nüshayı (Arapça nüshayı) lisan-ı Farisiye naklettirdi ve Rudegi şair ki san’ati sıyagat-i şiirde mahir idi, ol cevahir-i zevahire rişte-i nazmda intizam verdi.” Ali Çelebi’den naklettiğimiz bu sözler, eserin Farsçaya Nasrullah tarafından yapılan ve Browne tarafından ilk Farsça tercüme sayılan eserden evvel de tercüme edilmiş olduğunu gösteriyor.
7.Ali Çelebi’nin bu tercüme hakkındaki hükmü çok şiddetlidir. Der ki: “İrad-ı lügat-i garibe ve elfaz-ı vahşiyeden tehaşi etmeyüb, tarz-ı kelâmı mehasin-i Arabiyat üzere tarh edüb elfaz ve ibarat-ı muğlâkayı serhadd-i itnaba ve istiârat ve teşbihat-ı müğrikayı iksar ve ishaba yetiştirdiği için…”
8.Ali Çelebi bu tercümeyi son derece metheder.
9.Browne, İran Edebiyatı Tarihi, ikinci cilt.
10.Vefatı H 950.
11.II. Abdülhamid, her nedense kendi bastırdığı bu eseri, sarayın bir odasına doldurarak neşir sahasına çıkartmamıştır.
12.İbn Ebi’l Hadîd, Nehcü’l-Belâga Şerhi.
13.Cehşiyari, s. 110.
14.Cahiz’in Üç Risalesi, s. 47.
399 ₽
308,65 ₽