Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Teselli», страница 3

Шрифт:

Ukraynalı genç kadın Nastasya Tukalenko kuru otlar üzerine oturmuş ağlıyordu.

– Rüstem onun yanına gelip ne oldu, seni kim incitti, diye sordu.

– Vatanıma dönmek istiyorum, dedi kadın, kazandığım paramı vermiyorlar. Mektup aldım, ablam ölüm döşeğindeymiş. Onunla görüşmek, vedalaşmak gerek. Yola çıkacak param yok. İşveren güz gelince gidersin diyor.

– Ama güzün ablanız dünyadan göçmüş olur belki!

Arkadan Abdullah’ın sesi duyuldu.

– Kazık gibi ne dikilip duruyorsun? Senin yerine kim çalışacak?

Rüstem bu sözlerin kendine söylendiğini anladı. Türk’e göz edip kadına sordu:

– Bunun kuyruğuna kim bastı?

– Nastasya şaşırarak bilmiyorum diye cevap verdi. Bugün o, adeta canavar gibi!

Abdullah Rüstem’in sözlerini işitmedi, lâkin dudaklarının hareketinden ve kötü bakışından kendisinden söz edildiğini sezdi, parmağını salladı.

– Ben seninle sonra konuşurum!

Genç adam ona cevap vermeye kalkışınca yanındaki ihtiyar işçi onu dürttü:

– Bırak, Rüstem, dedi. Onlarda para var, kuvvet ve kanun var. Bizde birşey yok.

Rüstem Sefer ağanın sözünü tuttu, belini hiç doğrultmadan tütün diplerini çapaladı. Başkaları da öyle, birbirleriyle konuşmaya korktular. Abdullah tarla boyu kurt gibi dolanıp durdu, öğle yemeği için eve gidince insanlar rahat bir nefes aldı. Soluklanmak ve bişeyler yemek için yere oturdular.

Öğleden sonra Abdullah’ın yerine Şevket geldi. Bu tıknaz genç başına püsküllü bir fes geçirmiş; tütün işlerinden anlayan biri değil, yorulan biri belini biraz doğrultsa hemen çemkiriyor. Artık ikindi namazı yaklaştığında kendisi de yorulup durdu ve köylülerin evlerine gitmelerine izin verdi. Bitkin haldeki ırgatlar, çapalarını tarlanın bir köşesine bırakıp evlerine dağıldılar.

Rüstem dere başında durup elindeki fışkınla parlak çizmelerini temizlemekte olan Şevket’in yanında durdu:

– Beyefendi lütfediniz, bu kadına yardım ediniz, dedi, ardından gelen Nastasya’yı işaret edip. Ablası hasta… Ölüm döşeğindeyken varıp görmek istiyor, yol parası yokmuş.

– Onun için sen niye dertleniyorsun? Kadının kendi dili var.

– Abdullah ağanın kendisine yalvardım, dedi Nastasya Tatarca! Ama o razı olmadı!

– Demek ki öyle gerekiyor. Abdullah amca ne yapmak gerektiğini bilir. Parmağı ile Rüstem’in başını göstererek kafası seninki gibi boş değil, dedi.

Rüstem’in yüreği sıkıştı, gövdesi titredi. Şakaklarındaki damarları zonkladı.

– Sizce sadece beyler akıllı, bizlerin yani kölelerinizin kafaları boş, öyle mi?

– Siz karabacaklarda akıl nerden olsun? – Şevket elindeki fışkını Rüstem’in burnuna doğru sallayıp kahkaha ile güldü, kıyafetine bak, maskaralık akıyor, ama sen Gülara’nın peşinden koşup duruyorsun..

Şevket böyle söyleyip sonra posta yoluna çıkmaya niyetlendi, arkasını döndü. Rüstem yerinden kımıldamadı. Üzüntü ve keder dolu yüreği öfke dolmuştu. Şevket’in geniş omuzlarına baktı, baktı. Bey oğlu, Rüstem’in bakışını kendi üzerinde hissettii, ona tekrar dönüp:

– Ne beklersin? Lâf bitti!

– Yok, bitmedi, dedi Rüstem.

– Ne? Gülara’nın peşinden yürüdüğünü inkâr mı etmek istersin?

– Sana ne ondan?

– Şu ki, o kızla asla evlenemeyeceksin!

– Ben mi? Rüstem biraz öne atılıp, Şevket’in boğazına yapıştı. Niçin evlenemeyeceğim? Söyle!

– Çek şu pis ellerini! diye sinirlendi Şevket. Pişman olursun!

– Sen buraya daha dün geldin. Benim küçük garip dünyama karışıyorsun. Elimde bir tek Gülaram var, onu da tutup almak mı istersin!

Rüstem, onun sağ elmacık kemiğine güçlü bir yumruk indirdi. Şevket bir kaç adım geriye savruldu, sonra yere yığıldı. Düştüğü yerden derhal bileğine dayanıp, sağ dizi üstünde yukarı kalkarken ayağı kaydı, uçurumdan aşağı kayıp, dere içine yuvarlanıp gitti.

Rüstem, ne olup bittiğini anlayamadan hayli vakit derenin içini gözetip durdu, karanlıkta bir şey göremedi, sadece köyün üstündeki sarkık Buyka kayaları gizliden inildemekte ve yanındaki dere suyu inceden seslenmekte idi. Oraya gitmeli miydi, belki de kaçmalıydı. Nereye? Nasıl? Çıkışa doğru bir kaç adım attı, yumuşak bir şeyin üstüne bastı. Eğildi, yerde, toz içinde Şevket’in püsküllü fesi durmaktaydı. Ayağını arkaya doğru gerdi, hızla fese vurdu. Fes sahibinin peşinden dere içine yuvarlandı. Rüstem yola çıktı. Köprüden geçtikten sonra durdu, uzun uzun düşündü geri döndü. Eve değil, köyün batısında uzayıp giden yüksek kırlığa doğru yürüdü.

Ertesi gün Mithat köydeki bütün evleri dolaşıp Rüstem’i soruşturdu. Hiç bir yerde bulamadı. Kök– Köz’e Seyyare’nin evine de vardı. Rüstem orada da yoktu. Bağatır’daki Uman ablanın evine varıp sordu. Rustem’i orada da kimse görmemişti. Tenzile yenge üzüldü, kederlendi, gözyaşları döktü.

Bu ağır günlerin birinde eve Özenbaş’tan, Kekre Mevlüd geldi. Bu adam, iki yanına zembiller bağlı atın üstünde köy köy gezip ucuz fiyatla yumurta satın alır, Yalta’ya götürüp satar, geçimini böyle sağlardı.

– Mevlüd ağa, bizim Rüstem kayıp, dedi ona Tenzile yenge ve gözlerinden gene yaşlar boşandı. Babası pazara gitmişti, bundan haberi yok. Gelince üzüntüsünden ölür. Yalta’ya gideceksin değil mi? Yalvarırım size, bize bir iyilik yapınız! Mithat’ı yanınıza alınız, belki ağasını orada bulur.

Kekre Mevlüd pek üzüldü:

– Büyük şehir içinde Rüstem bulunur mu? Kimden soralım? Kim ne bilsin? Belki gemiye binip Batum’a gitmiştir. Savaş zamanı!

Bedbaht kadın dizleri üstüne çöktü ellerini göğe açtı:

– Rüstem bulunmazsa, ben deli olurum, dedi Tenzile. Yalvarırım size, Mevlüd ağa!

– Pekâla!.. Mithat benimle gelsin, dedi Mevlüd. Lâkin ben Autka10 vadisinden geçerim. Oğlunuz daha çok genç. O, dik ve sarp yollardan geçebilir mi?

– Geçerim diye bağırdı Mithat, sofanın önünden; hemen çarıklarını ayaklarına geçirdi Tenzile yenge Mevlüd’e lakşa çorbası11 ve sütlü çay ikram etti. Kekre çorbayı içerken, köylerdeki tavukların azalmasından şikâyetlendi.

Öğleden sonra Mevlüd yola çıktı. O, atının dizginini tutarak önde, çocuk ise ardında gittiler.

Altı gün, altı gece geçmişti ki, Mithat dönüp geldi, ağasını bulamamıştı. Rüstem’in kaybolmasından bu yana on altı gün geçmişti, Dülger Selahattin arabasıyla çıkıp geldi.

Baba yorgun atını suvardı, buğday çuvallarını, kuyruk yağı keselerini ve diğer erzakları taşıdı, işleriin bitirmeye yakın Rüstem’in hiç görünmediğini farketti, hayretle:

– Rüstem nerede, diye sordu Mithat’a.

Kederinden çöp gibi incelip kalan Tenzile yenge höykürerek ağlamaya başladı.

– Rüstemimiz yok, kayıp!

– Kayıp! Bu ne demek şimdi?

Arabayı boşaltıp, atı ağıla aldıktan sonra, Mithat babasına, ne oldu, ne bitti hepsini anlattı.

– Senin pazara gittiğin gün, Rüstem işten dönmedi. İki haftadan beri onu Nahiye İdaresi arıyor.

– Nahiye İdaresi mi? Niçin?

– Rüstem Şevket’i dövmüş. Önceleri öldürmüş diyorlardı, halbuki, Kök Köz Hastahanesi’ne alıp götürüldüğünü görenler var. Rüstem’i bulsalar hapishaneye kapatacaklar.

Sofa önündeki sedirin üstünde oturan Selahattin bu haberi işitince kahroldu, önünde tütüp duran kahvesini içmeyi unuttu. Ağzındaki çubuğunu bir kaç defa fokurdatıp çekti, sonra gidip, ağıldaki atını çözdü, dizginini tutup, avlu kapısına doğruldu. Yola çıktıktan sonra, durdu:

– Fikret’i askere aldılar, dedi, gözlerinde biriken yaşları gizleyerek, başını önüne eğdi. – Fikretimiz yok, Rüstem de…

Dülger, bunları mırıldanarak duvarın ardında gözden kaybolurken karısı birden sendeleyip taş basamaklar üstüne yıkılıp kaldı. Selahattin bu sahneyi görmedi.

Mithat anasını zar– zor çekerek içeri alabildi, sedirin üzerine yatırdı. Evin içini derin bir hüzün kapladı.

Dülger gece yarısı dönüp geldi. Yüzü tekrar açılmış, gözlerinde bir ışıltı hasıl olmuş gibiydi. Sessiz halde yatan karısını gördükten sonra yeniden kederlendi, eli ayağı tutmaz oldu.

– Fikretim! Rüstemim, diye inledi anaları, Oğullarım… nerelerdesiniz?

– Rüstem sağ– selâmet, dedi ona Selahattin usulca.

Tenzile yenge derin uykudan uyanır gibi gözlerini açtı, heyecanlandı, gövdesini kocasına çevirdi.

– Sağ– selâmet? Rüstemim sağ– selâmet mi? diye ağlamaya başladı, nerden öğrendiniz?

– Kök– Köz’e varıp geldim. Orda, Sivastopol’de oğlan. Damadın ağabeyi Sait– Celil öğrenmiş, “Rüstem burada, dert etmesinler ama köyde kimsenin haberi olmasın” demiş.

Tenzile hem kederinden hem sevincinden ağlayıp inledi. Rüstem’in esenliğine sevinmişti, Fikret’in ise askere gitmiş olmasına kahr oldu.

– Onu nasıl aldılar?

– Bizi Süyren’de durdurdular. Askerler yolumuzu kesti, kimliklerimizi istediler. Fikret’e işaret ettim. Arabadan atlayıp, bağa– bahçeye kaçtı, lâkin yanlış sokaktan gitti, onu bulup, Bahçesaray’a getirdiler. Orada Fikret gibi çok kişi vardı. – “Siz, gidiniz, baba!” dedi Fikret. – “Bundan kurtulmak mümkün olmaz!” Ben oradan ayrılıp pazara yalnız gittim.

– Bahtsız evlatlarım! Tenzile yenge gene ah çekti. İkisinden de mahrum kaldık. Rüstem’e bir varıp gelsek, onunla görüşsek fena olmaz. O daha çok genç, ateşli! Başımıza bir belâ daha açmasın!

– Ben, belki bu günlerde giderim, dedi Selahattin ve ilâve etti: Ringolot eriği olgunlaştı. Pazara götürüp satsam, bir kaç gümüş kazanmak, yol masrafını çıkarmak mümkün, lâkin at… bu çelimsiz atın Sivastopol’e varmaya gücü yeter mi?

Sabah horozlar ötmeye başladığında, pencerenin camlarına gümüş renkli ay ışıkları düşmüştü. Selahattin kilimin üstünde, başının altına bir yastık koyup yattı. Yorgunluk üzüntüsünü bastırdı ve hemen uyuyup kaldı.

Yarın onu ne bekliyordu, belli değildi. Her şey sürekli değişip durmaktaydı. Lâkin Allah’ın idaredesiyle mi oluyordu bütün bunlar? Selahattin Allah’ı inkâr etmiyordu, ama beş vakit namazını da kılmıyordu. Camiye sadece cuma günleri gidiyordu, o da Keski Mustafa’dan utandığından… Dülger evlatlarını okula vermişti ama harp başlayınca okullar kapandı. Bu duruma içi yanmaktaydı. Erkekler, çeşme başında toplanıp, kendi aralarında konuşurlarken Keski Mustafa’nın oğlu Settar hakkında konuşulmaya başlandı, Selahattin’in onu daima savunuyor olmasına diğer köylüler şaşırıyordu.

Settar yenilikçi hareketlerde yalnız değildi, köyde başkaları da vardı.

Settar bazı geceler dağdan köye indiği vakitlerde, gizliden Selahattin’in evine girip çıkıyordu ve laf arasında, bu savaş beyler aleyhine bitecek diyordu. Dülger bu savaşın bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu.

Bugün Selahattin tan ağarırken uyandı. Kahvesini içtikten sonra, atını suvarmaya götürdü, dönüp gelirken evinin önünde onbaşı Abduraman’ı gördü.

– Senin Nahiye İdaresine varman gerek, dedi Selahattin’e ve bıyığının ucunu burdu.

Nahiye İdaresi Bademlik’ten on iki mil uzakta, Özenbaş ve Kök– Köz ırmaklarının birbirleriyle buluştuğu yerdeydi.

– Orada ne yapacağım?

– Bilmiyorum! Lâkin hatırlatmak için bir daha gelmem, bilesin, dedi onbaşı, sonra çekip gitti.

Selahattin sakalını sıvazladı, düşüncelere daldı.

– Rüstem için olmalı, dedi Tenzile.

Dülger cebinden kesesini çıkardı, çubuğunu tütünle doldurdı ve sigarasını tüttürerek avlu duvarını geçip gitti.

Nahiye İdaresine yaklaştığında öğle saati çoktan geçmişti. Taşköprü yanında, atlardan koşumları çıkarılmış arabaların yanında sakalları uzamış askerler yatıyorlardı.

Selahattin köprü üstünden geçti, iki katlı taş binaya doğru yürüdü, her iki tarafında yüksek beyaz kapılar olan koridor boyunca bir sürü insan bekliyordu. Kimi ziyaretçiler uzun kaftanlarını başlarının altına koymuş, yere uzanmışlardı, kimileri ayakta sırtlarını duvara yaslamışlar, yavaşça bir şeyler konuşuyorlardı. Hiç kimse bu yaşlı adama bakmadı. Dülger iki kere koridor boyunca ağır ağır ileri geri yürüdü; nihayet kapısı biraz aralık olan odalardan birinin önünde durup içeri baktı, masada oturan jandarma komiseri Malinin’in kel kafasını gördü. Selahattin ağa kapıyı açtı çekingen bir şekilde sordu:

– Beni çağırdınız mı, Malinin efendi?

Masa başında koltuğuna yaslanmış oturan Malinin, beyaz kostümlü, karakul kalpaklı genç ile lâflamaktayken, birden yüzü ciddileşti, elindeki kalemini ters çevirip masa üstüne vurdu, kaşlarını çattı, kibar ve kararlı bir ifadeyle:

– Çağırdım. Gir!

Dülger içeri girdi. Uzak yoldan yürüyüp geldiği için ayakları ve bedeni sızlamaktaydı, yanıbaşındaki boş sandalyeyi görünce, sevindi, oturmaya niyetlendi, Malinin hiddetlenip, yumruğunu masaya vurdu:

– Kalk, diye bağırdı Dülgere. Burası kahvehane değil!

Selahattin derhal kalkıp duvar kenarına çekildi.

– Nureddin efendi! dedi Malinin Tatarca, beyaz kıyafetli adama dönüp: Bu adam Rüstem’in babası. Tanıyor musunuz?

– Tanırım, dedi Nurettin efendi: Bademlikten…

Koltuk üzerinde, ayaklarını göğe doğru uzatarak Selahattin’e güzel kara gözlerini çevirdi, Malinin, – Rüstem nerede, diye sordu

– Bilmiyorum, dedi Selahattin.

– Alıp– götürüp, sakladın! Şimdi nereye sakladığını unuttun mu?

– Ben pazar yerindeydim. Döndüm geldim… Baktım Rüstem evde yok.

– Kimin malını alıp gidip sattın?

– Özümün. Testi, tırmık… Kimin olacak?

– Malinin yumuşak ve hilekâr bir sesle devam etti, Rüstem’i kendin alıp gittin, kaçırdın! Öyle mi? – .

– Ben kimseyi kaçırmadım. Fikret’le gittim.

– Nerede Fikret?

– Askerlikte.

Malinin Nurettin efendiye göz ucuyla baktı. Nurettin efendi ise gözlerini aşağı indirip, sesiz kaldı.

– Rüstem, hürmetli Ekrem Bey’in oğlu Şevket’i öldürdü. Haberin var mı?

– Selahattin’in yüreği sıkıştı, yüzü bembeyaz oldu.

– Yok… Benim oğlum… Şevketi mi?

– Rüstem’in yerini söylemezsen, sen kürek cezasına gideceksin! Düşün, bak! Aklını başına devşir.

Malinin böyle dedikten sonra, ayağa kalktı, ileri geri yürümeye başladı. Selahattin dikkat ve merak ile bakarken, Nureddin efendi de yerinden kalktı. İnce, uzun bıyığını serçe parmağı ile sıvazladı, sonra kapı üstündeki anahtarı bir kere çevirip kilitledi, duvarda asılı örme kamçıyı eline aldı.

– Malinin efendi, dedi ince sesiyle, Siz bu karabacaklı ile pek nezaketli konuşuyorsunuz. Oğlunun nereden geçip nereye gittiğini bilmeyen baba… Öylesini gördünüz mü? Haydi, yakına gel diye çemkirdi Dülger’e.

Selahattin yerinden kıpırdamadı. Başını aşağı eğdi, sustu. Sonra tekrar:

– Ben, Rüstem nereye kayboldu bilmiyorum, dedi

– Bilmiyorsun demek?! Hayretle sordu Nurettin efendi; kamçısını Selahattin’in yüzünde şaklattı. Dülger titredi, ayakları boşaldı… duvara dayanıp kaldı. Sen ancak böylesinden anlarsın. Kamçısının sapı ile çenesinden dürttü, Dülgerin. Şimdi? Rüstem nerede anlatacak mısın? Yoksa, elin ayağın zincirle bağlanıp Sibirya’ya gitmek ve orada çürümek mi istiyorsun?

İhtiyar zar– zor gözlerini açtı, karşısındaki beyaz gömlekli, ince bıyıklı kişiye fersiz gözlerle baktı. Burnundan ve yarılmış yanağından kan akmaktaydı.

– Bilmiyorum, dedi işitilir işitilmez bir sesle. Ben Rüstem’i görmedim.

Yüzbaşı Selahattin’e tekrar kamçı ile vurdu. Yüzüne, sırtına, ayaklarına… nereye rast gelirse, oraya vurdu. Dülgerin bedeninde yaralanmayan yer kalmamıştı, nihayet yere yığıldı, bir daha da ayağa kalkamadı.

Nurettin efendi örme kamçısını köşeye bıraktı.

– Alıp çıkınız ve hapse atınız, dedi Malinin’e. Peşinden oğlu gelmezse çıkarmayınız!

Malinin koridora çıktı. Beş dakika sonra iki asker ile dönüp geldi. Biri Selahattin’in kollarından, diğeri ayaklarından tutup, alıp gittiler.

Dülgeri iki gün– iki gece sorguya çektiler, vahşice köteklediler. Tenine yanan sigara bastılar. Lâkin, “bilmeyrim” sözünden başka bir şey işitemediler. Üçüncü gün Dülgeri çıkarıp serbest bıraktılar.

Akşam üstü Selahattin, Bademlik’e ezgin ve yaralı vücuduyla zar zor geldi. Arabanın kapısını açtı, avluya girerken iki adım atmıştı ki, başı döndü, meşe ağacı gibi, güm diye yere yıkıldı.

III

Sivastopol körfezinin doğu tarafındaki iskeleye yakın mahallede Han avlusunun etrafında tek katlı binalarda fırınlar, kahvehaneler, bozahane ve meyve ambarları var. Han avlusunun sahibi Kök Köz köyünden Seyit Celil, yani Seyyare’nin kayın biraderi.

Seyit Celil bu şehre altı yıl evvel gelmiş, lisede iki yıl okuduktan sonra parası yetmediğinden okuldan ayrılmış. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden gezelediği vakitte, Nahimov caddesindeki kahvehanede tesadüfen tüccar Karaim Mangubi ile tanışmış ve onun manifaturacı dükkânına ayakçı olarak işe girmiş. Bir yıl geçmeden, işverenin oğlu ile kavga edince işten kovulmuş. Seyit Celil tekrar işsiz kalmış. Bir süre sonra, küçük kardeşi Bilâl’in yardımıyla bir manav dükkanı açmış. Dükkânda satacağı meyveleri, Yakusidi’nin Hanındaki avludan gelip geçen köylülerden ucuz fiyata aldıklarından temin ediyormuş. Yakusidi çoluksuz – çocuksuz, soyu– sopu olmayan yalnız yaşayan ihtiyar bir Rum.

Bu Rum, günlerden bir gün Seyit Celil’i kendi evine misafirliğe davet etmiş. Yemek yenip, kahve içildikten sonra alışveriş konusunda sohbete başlamışlar. Yakusidi, delikanlıya:

– Evlenme fikrin var mı? diye sormuş.

– Bu hususu henüz düşünmedim diye cevap vermiş Seyit Celil, sonra ilâve etmiş, acele etmek istemiyorum.

– Kim ile yaşıyorsun?

– Tek başıma.

İhtiyar eski koltuk üzerinde hayli vakit düşünceli oturduktan sonra Seyit Celil’e dönüp “sen kendi dükkânını kapat, benimkinde çalış” demiş. “Ben senin ananı– babanı bilirim, iyi insanlardır. Sen de biliyorsun, benim ihtiyar karım kısa zaman önce vefat etti. Yalnızlık bana çok zor geliyor”.

Seyit Celil itiraz etmek istemiş:

– Ben sizin için uygun bir yardımcı olabilir miyim? Bende hiç sermaye yok!

Bu cevap üzerine ihtiyar, Seyit Celil’in omuzunu tıpışlayıp:

– Bana sermaye değil, iş yapacak adam gerek! Senden sermaye talep etmiyorum, diye eklemiş.

Bu görüşmeden sonraki bir hafta içinde Seyit Celil dükkânındaki meyveleri satıp bitirmiş, bina sahibi ile hesabı kesmiş, Yakusidi’nin yanına gelip ticari ortaklıkları hakkında mukavele imzalamışlar.

Seyit Celil ile dört ay çalıştıktan sonra yardımcısının becerikli ve dürüstlüğünden emin olan Yakusidi, zeytin getirmek için Suhum’a gitmiş. Geri dönüp gelmemiş. Celil, Suhum şehri yöneticisine, jandarma idaresine kaç defa mektuplar yazmış. Cevap olarak, “1849 senesi doğan, Yakusidi Harlampiy İvanoviç Suhum’da hiç bir vakit bulunmamış ve yaşamamıştır…” diye yazılar gelmiş. Ne ettiyse ihtiyar Rumun kaderi hakkında bilgi edinememiş, böylelikle Han Azbar’ının sahibi olmuş.

Bir gün sabaha yakın vakitte, Seyit Celil’in ambarına dağ yemişleri yüklü, branda çekilmiş bir araba gelip girdi. Arabadan mavi kalpaklı, pantolonu uçkurlu köylü bir delikanlı indi, kahvehane sahibinden Seyit Celil’in hangi evde yaşadığını öğrenip, kapısına gitti.

Seyit Celil uykusundan kalktı, kapıyı açtı. Yarı uykulu gözlerle bakarken, tanıdığı bir çehreyi görünce şaşıp kaldı.

– Hayırdır Rüstem? Niçin böyle zayıfladın, dedi misafire.

– Beni beklemiyordunuz, dedi genç. Ben biliyorum.

– Kimle geldin?

Seyit Celil ve Rüstem hanın iç avlusundan çıktılar, köylerden gelen meyve arabaları ve şehir müşterileri arasından yol bulup taş döşeli geniş yoldan deniz kenarına indiler, sonra çakıllı sokak boyu gittiler.

Celil yüksek demir kapı önünde durdu, Rüstem’e heyecanlı gözlerle baktı.

– Evvelâ İdare’ye girelim dedi. Sen yanımda duracak ve hiç lafa karışmayacaksın! Şimdi laflamaya değil, çalışmaya geldin. Sandler’e tek gereken geniş omuzlar, güçlü eller, onu da Allah sana bağışlamış.

– Ben gayret ederim, Seyit Celil ağa dedi Rüstem. İşimden dolayı yüzünüz kızarmaz.

Avluya girdiler. Kapıları açık binalar içinden çekiç vuruşları, tornavida ve eğelerin gıcırtıları işitilmekteydi. Pencereleri kapalı büyük atölye arkasındaki kalın bacadan sarı kurum ile karışık akçıl kıvılcımlar çıkmaktaydı. Avlunun sağ tarafı açık, deniz kenarına bakıyordu, kıyıda duran sandallar, kayıklar ve yatlar dalgalar üstünde ağırdan sallanıyorlardı. Burnu ezik eski gemi güvertesinde yağlanmış kıyafetleriyle işçiler paslı zincirlerle gemiyi yanaştırıyorlar. Alt güverteden hüzünlü bahriyeli türküleri işitiliyordu. Avlunun ortasında hamallar arabaya demir ızgaralar ve dökme demir saclar yüklüyorlardı. Etrafta, durmak bilmez işlerin sedası yankılanmaktaydı.

Seyit Celil ve Rüstem ofise girdiler.

Açık pencere yanında beyaz çehreli, küçük kafalı, uzun boylu bir adam durmaktaydı. Avludaki arabalara mal yükleyen hamallara bazı talimatlar veriyordu. O anda kapının açıldığını ve olan bitenleri işitmedi. Belki işitmiyor değil, ehemmiyet vermiyordu. Seyit Celil selâm verdikten sonra heyecanlanıp, aceleyle onlara döndü:

– İşte, benim size bahsettiğim kişi, Yakov Samsonoviç, dedi, Celil. Ben ona kefilim!

Yakov Samsonoviç Rüstem’i baştan– ayağa süzdü.

– Kaç yaşındasın, diye sordu ondan.

– Yirmi, onun yerine Celil cevap verdi.

– Mesele şöyle, dedi Sandler koltuğa oturup, delikanlıyı işe alırım, çünkü onu Mangubi tavsiye etti. Sizi de Seyit Celil, çoktandır bilirim. Eminim ki yüzümü kara çıkarmazsınız.

– Ben âlicenaplığınızı hiç bir vakit unutmam, dedi Celil, nezaketle eğildi.

– Atölyemizde insanlar mühim işlerle meşgul, diyerek sözüne devam etti Sandler: Benim her bir işçinin hareketlerini rapor etmem gerek…

– Yok, canım, siz, Seyit Celil bir şeyler açıklayacak oldu ama, Sandler pencereye döndü ve onu dinlemedi.

– Nahodkin’i çağırınız, diye seslendi.

O sırada sarı kıyafetli, yüzünü ince kırışıklıklar kaplamış, köse sakal biri aceleyle ofise girdi.

Sandler, Rüstem’i gösterip:

– Şu delikanlıyı Andrianov’a takdim ediniz, ona çilingirlik öğretsin. Siz de göz– kulak olunuz! Sakın boş durmasın, dedi.

– Pekala, Yakov Samsonoviç, dedi Nahodkin, Rüstem’e işaret edip, çıktı, Rüstem de onun peşinden gitti.

Seyit Celil Sandler’in elini sıkıp vedalaşırken:

– Teşekkürler, Yakov Samsonoviç! Önümüzdeki pazar günü bana uğrayınız! Acayip güzel vişneler olacak.

Sandler memnuniyetle gülümsedi. Rüstem o günden itibaren büyük şehrin işçileri arasına katıldı, yoğun bir işe gömüldü.

Gemi atölyesindeki iş onun için başlangıçta ağır, hatta tuhaf ve anlaşılmaz göründü. Bademlik’te sabahtan akşama Ekrem Bey’in tütün tarlasındaki belini büken işlerden sonra, akşam eve ayaklarını zar zor sürükleyerek dönüyordu. Ama orada, o küçük köyde doğmuş, kendine yakın kişiler yaşamaktaydı, onlarla lâkırdı edip, kalbindekileri paylaşabiliyordu. Burada, demir dövme sesleriyle birlikte tek tek atölyeleri dolanıp, kimin ne ile meşgul olduğunu gözleyip, çalışanları azarlayan, her şeyi Sandler’e yetiştiren Nahodkin’in kemçirmelerini işitiyordu. Böyle bir kaç ay geçtikten sonra, tesviyecilik Rüstem’in merak sardığı zanaat oldu. İlk vakitlerde atölyelerdeki Tatarlar ile sık– sık görüştü, bir süre sonra iyi bir ustabaşı olan Andrianov’a alıştı, onun bilgi ve tecrübesini benimsemeye başladı, o temiz kalpli bir adamdı, bildiklerini içtenlikle aktarmaya çalışıyordu. Rüstem yeni zanaati tez öğrendi. Onun gayreti Andrianov’un hoşuna gitmişti. Nahodkin’in bile heyecanla: – ”Bu kara Tatar işe pek sarıldı” dediği işitildi. İhtiyar ustabaşı, Rüstem’e bakarken, onun derin ve esrarlı işleri olduğunu seziyordu. Coşkulu ve canlı Rüstemi, nelerden dolayı hüzün kaplıyorsa, ansızın dalgın ve düşünceli bir adama dönüşüyordu. İşçilerin bazıları onun pazar günleri sokakta başı önde yürüdüğünü görüp: “Hayırdır, Niçin böyle mutsuzsun, diyorlardı… Rüstem gerçeği söylemek-den kaçınıyor, şakayla karşılık verip kurtuluyordu.

İkinci güz de sessizce geldi. Birgün sabahın ilk saatlerinde atölyede beklenmedik bir biçimde Sandler peyda oldu. Novorossiysk yakınlarında zarar gören bir geminin acele tamir edilmesi için sipariş alındığını söyledi.

– İki aylık mühlet veriyorum, dedi işçilere. Vaktinde bitirirseniz, maaşlarınızı arttırırım. Bitiremezseniz bana lâzım değilsiniz!

Başka bir şey söylemedi. Ellerini arkasına bağlayıp çıkıp gitti. İşçiler ve ustalar birbirlerine bakıştı, omuzlarını indirdiler, bir şey demediler.

Akşam İnkerman Kayaları üstünde bulutlar koyulaşmaya başladığı saatlerde Andrianov ve Rüstem işten çıkmaya hazırlanıyorlardı.

– Senin içini bir şey kemiriyor, dedi delikanlıya, ustabaşı. Ne, acaba?

– Sizinkini, Sergey Akimoviç, bir şey kemirmiyor mu? diye cevap verdi Rüstem.

– Kemirir… şüphesiz!

– Öyleyse, niçin ben ayrıcalıklı olmak zorundayım?

– Sen, konuşmuyorsun, insanlardan kaçıyorsun. Ben her konuda baban kadar yakınım sana. Seninle açık açık konuşalım. Benden bir şey gizlemen için sebep yok!

– Ben sizi sever ve size güvenirim, dedi Rüstem.

– Öyle ise, seni üzen ne?

– Beni?.. Bir dakika… Bunu nasıl anladınız?

– Gizleme! Ben hepsini seziyorum, dedi Andrianov. Köyde işlerin yolunda mı?

– Ekrem Bey’in oğluyla yumruklaştık.

– Ekrem? Yel değirmeninin sahibi, öyle mi? Değirmenin mekanizmasını biz yapmıştık… Hayrını görmesin!

– Jandarma idaresi bizim ihtiyarları sorguya çekiyormuş.

– Nerden öğrendin?

– Köyden gelip– gidiyorlar. Onlardan.

– Yazık… Ama bu konuda ben sana yardım edemem. Bademlik’te Ekrem gibiler çok mu?

– İki adam.

– Baban gibiler?

– Dört yüz yetmiş.

Andrianov düşünceli, başı öne eğik halde sözüne devam etti:

– Böyle hayattan memnun musun? Yüzlerce erkek ve kadın tan ağarırken işe başlayıp, akşam karanlığına kadar iki beyin tarlalarında çalıştıktan sonra, kazandıkları parayla ailelerini zor geçindiriyorlar. Sence bu olacak iş mi?

Ustabaşı ile çırak, sokak boyunca ağır ağır yürüdüler. Sol kıyıdan denizin dalgaları vurmaktaydı… Balık dükkânı yanında Rüstem durdu, sad ve alçak gönüllü ustasına dikkatle baktı.

– Bademlikteki hayat, diyorsunuz! Rüstem iç geçirip, öyle hayatlar tek Bademlik’te değil, dedi.

– Yok, tek orada değil. Sen Ekrem Bey’in oğlunu köteklemişsin. Böyle beyler Kök– Köz’de de, bizim Berdânsk’ta da, Rusya’nın her köşesinde varlar. Hem sizin Ekrem’den daha zenginler. Hepsi bizim emeğimizin geliriyle yaşıyorlar. Savaş meydanında kanlarını– canlarını verenler de bizim kardeşlerimiz!

– Komşumuz Settar, “bu zulüm tezden bitecek…” diyordu. Ne vakit bitecek, kendi de bilmiyor. İnsan dünyaya yaşamak için gelir. Biz yaşıyor muyuz?

– Daha iyi bir hayat elde etmek için, hep birlikte gayret gerek, dedi Andrianov. Bizim atölye…

Bu sırada dükkanların ardından, gece nöbetindeki jandarmanın düdüğünü işittiler. Sergey Akimoviç lafını yarı kesti:

– Başka görüşmemizde konuşmaya devam ederiz, dedi. Şehir terazisi yanında birbirlerine hayırlı geceler dileyip, ayrıldılar.

Bir hafta geçtikden sonra, dinlenme saatinde Sergey Akimoviç avludaki boş kutu üstünde yaşlıca biriyle yanyana oturmuş lâflamaktaydı. Konuştuğu kişinin sağ elinin iki parmağı kesik, kafası keldi… Rüstem demirden çitlere ayağını dayamış, çizmesinin üstündeki balçığı sıyırıp temizlemekle uğraşıyordu, adam ona gizliden göz ediverdi. Bu adamı ilk defa görüyordu, lâkin ikisinin konuştuğu konuyu sezinledi. “Sergey Akimoviç’e her şeyi açıktan– açığa anlatıp bitireyim… bu doğru olur mu acaba” diye düşündü Rüstem. “Seyit Celil ağa her vakit tembihliyor, ‘geçmişten konuşma’ diye. Ben ise hiç dilimi tutamıyorum… Yok asla Sergey Akimoviç beni satmaz. Öylelerinden değil”.

Rüstem diğer çizmesini de temizlemeyi bitirirken, kesik parmaklı adam hiddetle ayağa kalktı, var sesi ile haykırdı:

– Efendiler! Beni dinleyiniz, dedi. Petrograd’da Çar tahttan indirildi. İşittiniz mi, arkadaşlar! Beni işittiniz mi? Memlekette artık monarşi yok!

Andrianov adamın koluna girdi, atölyenin içine doğru çekti:

– Sus, Fedor! dedi ona sessizce. Niçin gürültü çıkarıyorsun! Ne olacağını biliyor musun?

Kesik parmaklı adam daha yüksek sesle bağırdı.

– Susmayacağım! Yeter! Gardaşlar! Devrim diyorum! Petrograd’da Devrim oldu! Çar tahttan indirildi. Niçin susuyorsunuz?

Kalabalık çalkalandı, gürüldedi… Çarşı ortasında toplanmaya başladılar. Yeni haber atölyelere hızla dağıldı. Çalışanların hepsi dışarı çıktılar.

– Allah aşkına, Fedor’u alıp gidiniz, diye yalvardı Andrianov. Burası miting yeri değil. Dağılınız! Başımıza belâ açacaksınız!

Meşin şapkalı, yaşlı biri yüksek sesle bağırdı:

– Devrim dersin! Lâkin nasıl devrim, düşünüp baktın mı?

Fedor tekrar bağırarak:

– Despotizme son! Devrim, Kardaşlar! Nihayet, bizim zamanımız geldi!

İşçilerin bu heyecanlı gürültüsü arasından, Nahodkin’in kulakları sağır eden sesi duyuldu:

– Susun, iblisler! Dağılın diyorum size!

– Yaklaşma, dedi ona Fedor. Sen, bu fener direğine asılacaksın!

Nahodkin öfkeyle bağırdı:

– Alın onu! Bağlayın ellerini!

Güçlü kuvvetli üç kişi, Fedor’u yakalamak istediler, lâkin işçiler alel– acele onun çevresini sardı, itekleyerek avlu kapısından yola çıktılar. Onun kaçmasına yardım ettikten sonra atölyelerine dönüp geldiler.

Rüstem ustasına:

– Bu ne demek oluyor, Sergey Akimoviç, diye sordu, tezgahın başına geçti. Bizde artık hükümet yok mu?

– Hükümet var, diye cevap verdi yutkunarak, lâkin Çar hükümeti değil.

– Nasıl bir hükümet? Biz şimdi kim için çalışacağız?

– Üzülerek söyleyim ki yine Sandler için çalışacağız.

Atölyelerde derin bir sessizlik oldu. İnsanlar henüz işittikleri haber konusunda ne düşüneceklerini bilemediler. Nahodkin’in çehresi apak, gözleri kıpkırmızı bir haldeydi, kalbi çarpmaktaydı. Günün sonunda, tesviye atölyesindeki genç usta Kazantsev “Hepsi bitti! Hükümdarlığın sonu geldi” dediği için içeri kapatıldı. Sandler ise sabahdan beri ortalıkta görünmemişti.

Rüstem eve geldikten sonra atölyede olup biten olayları çok düşündü. “Çar hükümeti artık yok. Eğer Petrograd’da olmazsa, bizde de olmaz. Bademlik’te de. Settar ağa: “Hükümetin başına fukara adamları, babam Selâhattin gibileri geçirecekler” diyordu. Nerden biliyordu? Ya bu? Bu şimdiki hükümet nasıl olacaktı?

Atölyeye gelince yeni haberler duydu. Geminin tamiri için Sandler’in tayin ettiği süre unutuldu. Tamir devam ediyordu ama ne vakit bitirileceği belli değildi. Evvelâ, gerekli malzemeler bulunamadı, bulununca da ustalar çeşitli sebepler ileri sürüp işi uzattılar. Ustabaşı altı adamını işten çıkardı. Bu yine de durumu değiştirmedi.

Andrianov bir defasında Rüstem’e

– Senin, memleketin Bademlik’deki dört yüz yetmiş adamın özgürce yaşadığını görme arzun var mı? diye sordu.

– Var! diye cevap verdi Rüstem. Lâkin geçen güz konuşurken siz bana: – “mesele sadece Bademlik’te değil” demiştiniz!

– Bu doğru. Lâkin iki bey yerine dört yüz yetmiş sıradan adam rahat nefes alsa daha iyi olur!

– Sizin bahsettiğiniz şu devrim, Tilki Geçti vadisine de gelecek mi?

– Devrim gelmiyor, onu getiriyorlar.

Yanlarında demir dövmekte olan işçi iki defa öksürdü. Andrianov lafını değiştirdi.

– Çekici ver, dedi öfkeyle Rüstem’e, kapı önünde duran Nahodkin’i gösterdi. Kıpırda biraz….

Akşam Rüstem eve geldikten sonra atölyedeki yenilikleri Seyit Celil’e anlattı.

– Haberim var, bugün eve Kök– Köz’den Recep geldi, dedi Seyit Celil. Baban hastaymış. Hayatları çok ağır. Onlara biraz erzak yolladım.

Rüstem üzüldü, gözlerinden yaşlar aktı.

– Zavallı babam… Hepsi benim yüzümden. Biliyor musunuz, Seyit Celil ağa, bizde öyle adamlar varlar ki, Ekrem ve Kazım beylerin işlerinin ne şekilde ve ne vakit biteceğini biliyorlar.

10.Autka: Çehova– Yalta
11.Lakşa çorbası: Erişte ve kuru fasulye ile yapılan bir tür çorba

Бесплатный фрагмент закончился.

399 ₽
91,23 ₽

Начислим

+3

Покупайте книги и получайте бонусы в Литрес, Читай-городе и Буквоеде.

Участвовать в бонусной программе
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
01 августа 2023
ISBN:
978-625-6494-70-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap
Аудио
Средний рейтинг 4,2 на основе 624 оценок
Аудио
Средний рейтинг 4,7 на основе 1311 оценок
Аудио
Средний рейтинг 4,6 на основе 814 оценок
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 4,7 на основе 593 оценок
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 4,9 на основе 470 оценок
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 4,5 на основе 58 оценок
Черновик
Средний рейтинг 4,9 на основе 161 оценок
Аудио
Средний рейтинг 4,2 на основе 18 оценок
Текст
Средний рейтинг 4,9 на основе 235 оценок
Аудио
Средний рейтинг 4,7 на основе 82 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок